Siyasi TV’nin Açık Görüş programına katılan Kocaeli Dayanışma Akademisi kurucusu Doç. Dr. Yücel Demirer siyasal islam ve Trump Amerikası ile ilgili önemli değerlendirmelerde bulundu.
Donald Trump'ın ABD'ye başkan seçilmesi, görüldüğü kadarıyla hem Amerikan oligarşişi, yönetici eliti ve egemen sınıfı içindeki iç kapışmanın şiddetlenmesine, sert bir "Amerikan stratejisi ne olmalı" tartışmasına hem de toplumda derin bir yarılmaya yol açtı. Toplumun yarısı, belki de yarısından çoğu Trump'ı kendi başkanları olarak görmüyor. Toplumsal yarılmayı bir sonraki soruya bırakarak, öncelikle şunu soralım: "önce Amerika" diyen, NATO'nun köhnediğinden söz eden, sanayisizleşen bir Amerika'yı tekrar ayağa kaldırmaktan, yeniden endüstriyel ve ihracatçı bir ülke haline getirmekten dem vuran, ayağının tozuyla 12 ülkenin üye olduğu Trans Pasifik Ortaklığından çekilen, Kanada ve Meksika ile NAFTA'yı yeniden müzakere edeceğini söyleyen, Rusya'ya karşı farklı bir siyaset izleyici izlenimini veren, Meksika sınırına duvar örmeyi kafayı takmış gözüken Trump neyi simgeliyor ve temsil ediyor, İddia edildiği gibi, İngiltere'nin Brexit kararının ardından Turmp'ın böyle bir programla başkan olması küreselleşmenin çöküşüne ve neoliberalizmin sonuna mı işaret ediyor? Küreselleşmeyi savunmak hakikaten de Çin'e ve Almanya'ya mı kaldı? Trump aşınan Amerikan hegemonyasını başka bir program ve strateji ile mi onarmak istiyor?
Öncelikle şöyle başlayayım, Trump'ın başkan seçilmesi ABD'de büyük bir süprizle karşılandı. Trump'ın seçilmesi aslında bir yanıyla yeni bir dönemin başlangıcı ama uzunca bir dönemdir devam eden çelişkilerin biriktirdiği grizunun patlaması gibi de düşünülebilir. Çünkü Trump'a oy veren kitleler uzunca bir süredir biriken itirazları bir araya getirmiş oldular. Neydi bu itirazlar?
Öncelikle küresel emperyalizmin eşitsizlikçi, uluslararası sömürü düzeninde Amerika içerisindeki emekçilerin uzunca bir süredir işlerini, aşlarını kaybettikleri bir dönemle karşı karşıyayız. Trump seçilmeden önceki Amerika'nın herhangi bir kentinde sıradan insanlarla yaptığınız konuşmalarda kendi işlerinin başka ülkelere gönderildiği, özellikle Meksika'da yapılan üretime yönelik eleştirel bir ton vardı.
Bir de yine ideolojik yaftalama aygıtlarının sunduğu sınırlı bilgilerden kaynaklanan bir biçimde de özellikle de Çin'i hedef alan popüler mantıkta Çin'den doğan bir sıkıntı olduğuna geniş bir biçimde inanılıyordu. Trump bir biçimde bu hoşnutsuzlukların koalisyonunun adayı oldu. Tabi bu zaferinde Hillary Clinton'ın hiç sevilmeyen, kapitalizmin en muhafazakar formatını temsil eden kişi olmasının büyük etkisi oldu.
"Trump hepimizin bildiği gibi bir politikacı değil"
Trump'a yönelik yapılacak değerlendirmelerde ısrarlı önerim ve dikkat edilmesini düşündüğüm konu Trump hepimizin bildiği gibi bir politikacı değil; özellikle de sınıfsal kökeni var, finans kapitalin en güçlü, kudretli ve en sömürücü kesimleri üzerinde yükseliyor.
Ama Trump tecrübeli bir başkan ve siyasetçi olmadığı için, göçmenlerin ülkeye alınması yönünde alınan önlemlerde olduğu gibi bazı acemilikler yapıyor.
Öncelikle Trump'ın ilk 6 ayının görülmesi ve beklenmesi gerektiğini düşünüyorum ama bunu söylerken de Trump'ın ideolojik politik olarak oturmadığını söylemiyorum. Aksine, ABD tarihinde pek çok iş ve finans çevrelerinden bakan, sekreter atanmasına alışığız, ama Trump özellikle bunun en yüksek noktaya çıktığı bir kabineyle çevresini ördü. Bunu yaparken de özellikle de güvenlik bürokrasisinden, daha göreve gelmeden önce CIA ile yaptığı kavgalar basına yansıdı. Bu açıdan da Trump'ın önümüzdeki dönemde yapacaklarını düşürüken siyasal acemiliğini dikkate almalıyız, bürokrasiyle girdiği kavgayı dikkate almalıyız, ikinci bir döneme kalabilmek için kitlelere verdiği sözlerin ne kadarını uygulamaya geçireceği konusundaki kararlılığına bakmamız gerekiyor.
Sorduğunuz sorunun vurucu yanı yeni bir küreselleşme bağlamında Trump yeni bir dönüşümü mü temsil ediyor noktası.
"Trump küreselleşme ağında başlayan dönüşümün sözcüsü"
Aslında benim anladığım kadarıyla Trump uluslararası emperyalizm ölçeğinde çoktan başlamış olan bir kırılma noktasının temsilcisi. Yani, Trump küreselleşme ağında yeni bir dönüşüm başlatacak karar sahibi olmaktan çok, başlayan dönüşümün sözcüsü oldu. Onun için tam da bu kırılmayı meydana getiren dönüşümleri düşünmemiz gerekiyor.
Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra dünya düzleminde ortaya çıkan mikro milliyetçilik ve radikal dincilikten bahsediyoruz. Bu arayışlar içerisinde yeni devlet deneyimleri oldu, bu deneyimlerden bir bölümü başarılı oldu, bir bölümü hala ilerleme içerisinde. Tam bu süreçte en az 100 yıldır sistemli olarak siyasal hayatın tamamen değil ama kısmen dışına çıkmış olan küresel, geniş ölçekli terörizmin yeniden fotoğrafa girdiğini düşünüyorum. Hal bölye olunca da tam bu süreçteki emperyalistler arası rekabette yeni bir dil oluşmakta ve bu yeni dilin oluşmasında Trump'ın büyük rolü olacaktır.
Sorunuzda ifade ettiğiniz Brexit sonrası İngiltere ile kurulmaya çalışılan birlikteliğin özel bir önemi var. Çünkü İngiltere kucağına düşen Brexit kararı ile kendine yeni bir zemin ve koalisyon grubu ararken Trump'ın uluslararası duvarları yükselten kararlarıyla karşı karşıya kaldı. Böyle olduğu için en azından ilk etapta bunlar arasında bir bütünleşmekten bahsetmek mümkün olabilir.
"Siyaset sınıf perspektifiyle değil kahraman bağlamında konuşuluyor"
Söylediğimiz gibi, Amerikan toplumu derin bir yarılma yaşıyor. Kadınlar Trump'a karşı Amerika tarihinin en yaygın ve büyük gösteriler dizisinden birini örgütlediler, Havaalanlarında göçmenlere sahip çıkan gösteriler oldu. Ama aynı zamanda eyaletler düzeyinde bir saflaşma yaşanıyor. Türkiye'de çoğu insan eyaletlerin 'Birleşik' Amerika'dan ayrılma hakkının bulunduğundan habersiz. Amerika'da nasıl bir toplumsal saflaşma yaşanıyor; Trump'ı mavi yakalı işçi sınıfının hatırı sayılır bir bölümünün de desteklediği iddiası ve gözlemi doğru mu ve Amerika'yı nasıl bir gelecek bekliyor, sizin öngörünüz nedir?
Amerika toplumu yıllardır kültür endüstrisiyle kitlelerin karar verme sürecinde son derece etkili mekanizmalar kullanmış bir toplum. Özellikle de ABD'de siyasetin sınıflar temelinde, dönüşüm ilişkileri temelinde konuşulmadığı, kişiler, kahramanlar ve kanaat önderleri bağlamında konuşulduğu bir ülke. Hal böyle olduğu için de egemen güçler tarafından bu düzeyde bir dil ile siyaset konuşmak belirli bir yere kadar işlerine gelse de bu dar dil içinde siyaseti anlamlandırmaya başlayan kitleler bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak kendi yoksullaşmalarından bundan son derece kar eden kapitalizmin değil kendi ülkelerinin iş yaptığı uluslararası ekonomik aktörleri suçlamaya başladılar.
Yani herhangi bir stereotip Amerikan işçisi aslında karşı karşıya kaldığı sömürüden kendi ülkesinin burjuvazisinin de kar ettiğini dikkate almadan, Meksikalı'ya yada Çin'li girişimciye, ticaret erbabına yönelik bir eleştirellik getirdi.
Bu türden bir gözükapalılık bir de oy verme, karar verme açısından oldu. Özellikle de sınıfsal dinamikler açısında bir toplumsal analiz yapmadığınız zaman kahramanlar, statüler, kişiler üzerinden popüler kültüre dayalı bir karar veriyorsunuz. Nitekim, özellikle seçim döneminde yapılan anketlerden bildiğimiz gibi 'beyaz, işini kaybetmiş, orta sınıf' oy verenin Trump'ı tercih ettiğini biliyoruz.
Bu yine süreçlerin sosyoekonomik temellerle değerlendirilmemesinden kaynaklıyor.
Amerika tarihinin, finans kapitalin en seçkin örneklerini iktidara getiren yoksul emekçiler ve en mağdur kesimler oldu. Bu, Amerika içi bir takım göz bağlama mekanizmaları ile gerçekliklerin karartılması ve sürecin sınıf perspektifinden değerlendirilmemesinin bir sonucunda oldu.
"Aşını, işini kaybedenler otoriter rejimlere yöneldi"
Trump'ın başkan seçilmesi Avrupa'daki neofaşist ve radikal sağ parti ve hareketleri sevindirdi ve yüreklendirdi. Bunlar geçenlerde aralarındaki eşgüdümü arttırmak için Alman'yada bir araya geldiler. Küresel çapta, kaptitalizmin krizinin bir yansıması olarak neofaşist bir dalgadan söz edebilir miyiz?
1990'ların başındaki Sosyalist blok deneyiminin çözülmesinden sonra dünya düzleminde siyasette bir radikalleşme, mikro milliyetçilik ve radikal mikro dincilik şeklinde bir gelişme oldu. Bu süreç ortaya hegemon devletler getirdi.
Neydi bu hegemon devletlerin özellikleri? Macaristan'da gördük, Rusya'da gördük, Türkiye'de, Avusturya, Fransa'da gördük. Bunlarda aşırı milliyetçi, kimilerinde faşizan, kimilerinde faşist ama hegemon lider tipleri gördük. Bu ülkelerin özellikler bunların hemen hepsinde ya başkanlık sistemine yönelik ciddi bir talep var ya bunların hepsinde bir henüz bu figürlerin iktidarda olduğu ülkelerde meclisin sınırlı bir gücü olduğunu gördük. Burada iktidara doğru ilerleyenler, örneğin Fransa'da başkanlık seçimlerine hazırlanan Le Pen iktidara geldiğinde meclisin yetkilerini kısacağını söyledi. Yada örneğin Erdoğan Türkiye'sinde meclisin yetkileri son derece kısıtlanmış durumda.
Bunların hepsi siyaset yapma biçimdeki değişimin habercisi.
Bu değişim nerden kaynaklanıyor? Özellikle 1990'larda sosyalist rejimlerin çözülmesi ve devamındaki bölgesel devlet deneyimlerinin geride bıraktığı müthiş bir eşitsizlik ve şiddet var. Buna çözüm olarak da en altta kalan özellikle gelirini, güvenini, aşını, işini kaybeden kitlelerin de bu ülkelerde otoriter hatta totaliter rejim arayışlarına girdiğini görüyoruz.
Bu süreçleri anlamak için durumu günümüzden başlatmamak gereklidir.
Bu sürecin gelişimi açıkçası sorunuzda da belirttiğiniz gibi endişe verici. Artık kimi örneklerde faşizan bir süreçten, otoriter bir süreçten totaliterliğe doğru, faşizan bir yükselişten neredeyse faşizme doğru gidişten bahsediyoruz.
Bugün Avrupa'nın herhangi bi kentinde etnik veya dini bir azınlık üyesi olmak son derece zor bir iş olmaya başladı. Kanada'da geçtiğimiz günlerde bir camiye yapılan saldırıda hayatını kaybetti insanlar. Bu sürecin ton itibariyle bir faşizan duruma evrildiğini görüyoruz.
Özellikle dikkat çeken, muhalefet dili buna yeterince önem vermiyor; ki bunun özellikle Türkiyeli sosyalistler açısından da önem arz ettiğini düşünüyorum. Bunların Türkiye ile eş zamanlı olarak dünyanın değişik ülkelerinde birlikte olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu bize daha makro bir bakış açısı sağlayacaktır. Ve evet, dediğimiz türde de endişe verici bir gelişme var.
Marie Le Pen'den de Trump benzeri bir sürpriz bekliyor musunuz?
Yaşım elverdiği için Le Pen'in babasının siyasette olduğu günleri ve aynı parti hattının veya Avrupa'daki benzerlerinin ne kadar marjinal, ne kadar meşruiyet dışı kabul edildiği günleri hatırlıyorum. Hatta Avrupa'nın ana akım partilerinin son derece az kişilerle yaptığı toplantıları veya toplantı yapacak ortam bulamadıklarını da hatırlıyorum. Bunların şuanda geldiği durum bile bir kez müthiş bir sıçramanın habercisi. Buradan daha ileriye gitmemeleri konusunda hiçbir neden yok.
Örneğin Fransa'da yaklaşan seçimlere yönelik Türkiyeli demokratlar, sosyalistleri için son derece önemli veriler var. Örneğin Paris'in kuzeyinde, sosyalistlere, komünistlere oy vermiş mahallelerde son derece faşistlere doğru bir dönüşüm var. Bu kişilerle yapılan röportajlarda karşı karşıya kaldıkları sömürü düzleminde ihtiyaçlarına cevap verecek partinin Le Pen'in partisi olduğunu ve bu yüzden bu parti etrafında örgütlendiklerini anlıyoruz.
Bu gericileşmeyi, aşırı milliyetçileşmeyi, faşistleşmeyi bir kültürel kayma olarak yorumlamak yerine arkasındaki sınıf dinamiklerini görerek mücadele etmekte fayda var.
"Irak ve Suriye Afganistan'a benzer bir biçimde siyasal laboratuvar oldu"
Küresel ölçekten baktığımızda siyasal islam içinde nasıl bir dönüşüm ve başkalaşım yaşanıyor? Müslüman Kardeşlerin gerilemesinden buna karşılık IŞİD ve El-Nusra benzeri selefi ve cihadist örgütlerin siyasal islamın öncülüğünü ve sözcülüğünü ele geçirmesinden söz edilebilir mi? Bir bütün olarak bakıldığında siyasal islam geriliyor mu, yoksa halen yükseliş halinde mi? Türkiye'de inşa edilmek istenen yeni rejim bağlamında siyasi islamın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Siyasal islam dediğimiz kavramsal çerçevenin varlığının başlangıcı epey öncelere çekilebilir. 1950'lerden itibaren siyasal olarak somutlanmış projelerin varlığından konuşulabilir. Ama siyasal islamın kullandığımız kavram çerçevesinde en ele gelir politik ürünlerini verdiği dönem özellikle Sovyetler'in Afganistan'ı işgal ettiği dönem. Özellikle siyasal laboratuvar özelliği kazanmıştı Afganistan o dönemde.
İçinden geçtiğimiz dönemde de özellike önce Irak sonra Suriye'deki çözülmenin ve iç savaş deneyimlerinin radikal islamcı siyasal çizgiler içinde yine bir siyasal laboratuvar oluşturduğunu düşünüyorum.
Bu bahsi geçen örgütlerin hem nicel olarak hem alt ayrımlar olarak son derece çeşitli ve faaliyet halinde olduğu belirtilmeli. Irak ve Suriye'nin Afganistan'da olduğu gibi bu siyasal laboratuvarın ürünlerini hasat ettiği bir dönemden geçiyoruz.
Sorunuzdaki en bahsi geçen örgüt örneklerinin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan veya güçleriyle orantılı bir rekabet halinden öte bunların gölgeli alanlarındaki uluslararası emperyalistlerle işbirlikleri ve bağlantıları da çok önemli.
Bu iki makasın kestiği noktada bunların nasıl devam edeceği, devam edip etmeyeceği konusunu göreceğiz, özellikle islam dediğimizde en temel ayrım olan Şii ve Sünni ayrımı… Bunun radikal siyasal versiyonları arasında dağlar kadar fark var var ama bazı güncel siyasal örneklerde de farklı örgütlerin birlikte davranabildikleri görülüyor.
Yani uluslararası siyaset ve konjonktürün bu örgütlerin geleceği konusunda etkili olacağını düşünüyorum.
İhraç edilmiş bir akademisyen olarak siz, akademideki direnişin çeşitli biçimler altında bir süreklilik kazanabileceğini, yada sosyal bir mücadele dinamiğine dönüşebileceğini, veya alternatif kurumsallaşmalar yaratılabileceğini düşünüyor musunuz, bu mümkün mü?
"Akademideki tasfiyelerin yakın geçmişte bir benzeri yok"
Bence imkan tartışmasından önce ve ötede, böyle birşey gereklidir. Neden?
Bildiğiniz gibi akademideki tasfiyeler müthiş boyutlara erişmiş durumda, hem nicel hem nitel olarak bazı bölümlerin eğitim veremeyecek kadar boşaltıldığını görüyoruz. Yıllardır faaliyet halinde olan bazı kurumların durma noktasına geldiğini görüyoruz. En önemlisi de ihraçlar üzerinden düşünsel birikimin en temel kaynağı olan üniversitede düşünmenin önünün kesildiğini görüyoruz.
1402 sayılı sıkıyönetim kanunuyla üniversitelerde meydana gelen tasfiyelerle karşılaştırılamayacak derinlikte bir tasfiye var; ve bu tasfiyeler özellikle ekonomi gibi uzun vadede sonuçları ortaya çıkan bir alanda çok daha sistemli yanıtları gerektiriyor. Ben o zamanlar öğrenciydim, hocalarımız tasfiye edildi, 3-5 yıl sonra geri geldiler, bir bölümü başladı, ama en azından özlük hakları bakımından, sosyal saygınlıklarına yönelik saldırı bağlamında bu kadar derin bir durum yoktu.
Bugün son derece derinlikli bir durumla karşı karşıyayız.
Hal böyle olunca akademik dayanışma formatlarının oluşturulması gerekiyor. Bunların geliştirilmesi ve mutlaka ileri formlara ulaştırılması öneme sahip. Birçok akademisyenimiz Türkiye'nin değişik yerlerinde Dayanışma Akademisi oluşturdular. Mart ayında bu akademilerin biraraya gelmesi ve işlevlerinin yükseltilmesi konusunda bir çalıştay yapacağız.
"Sadece akademisyenler değil öğrenciler de mağdur"
Bildiğimiz gibi üniversite kurumu finansal boyutu önemli bir kurum. Formel anlamda üniversite kurulamayabilir, kurulursa ne iyi olur, elden gelen yapılmalı; bunlar kurulamasa dahi eğitimi ve öğretimi devam ettirmekten yanayım.
Ben ve yüzlerce binlerce işini kaybeden arkadaşım sadece biz mağdur olmadık, bizimle birlikte derslerine girdiğimiz, tez yazan öğrenciler de mağdur oldu. Böyle olduğu için ben özellikle ilk yılın ürünlerinden sonra devam edecek Dayanışma Akademilerinin kurumsallaştırılması, mütevazi de olsa gelir kaynaklarının netleştirilmesi ve geliştirilmesinin yanı sıra eğitim ve öğretimin alanında da sıçramalardan yanayım. Dayanışma Akademileri'ni formel derslerin verildiği, tezlerin yazdırıldığı, makale ve kitap üretiminde danışmanlık hizmetinin verildiği ortamlar olarak düşünüyorum. Bunu söylerken de sadece öğrencilerim ve görevlerinden mahrum edilen akademisyenlerin meşgul olması adına bir mecra öneriyor değilim, Türkiye'de şuanda üniversitelerin geldiği ve giderek ilerleyen gerileme sürecine bir yanıt olarak farklı platformların ve yeni bir dilin geliştirilmesi şart.
Yayını buradan izleyebilirsiniz.