MUSTAFA KEMAL ERSÖZ yazdı: “Her karşı saldırı ve katliamda diğer taraftaki sağcı lider ve akımlar ganimet bulmuşçasına cuşa geliyor. Ölü canlar üzerinde tepiniyor, ağızlarından salyalar akıtarak çatışmalara zemin hazırlayan, körükleyen nefret söylemlerini meşreplerince sözüm ona ‘siyaseten doğru’, diplomatik jargonlarla ortalığa saçıyorlar.”
MUSTAFA KEMAL ERSÖZ
İki emperyalist paylaşım savaşı arasındaki günlerde, Gramsci, cezaevinde içinden geçilen döneme ilişkin şu notu düşmüştü: “Eski dünya ölüyor, yeni dünya doğmak için mücadele ediyor: Şimdi canavarlar zamanı.” Neredeyse bir yüzyıl sonra yerküremiz bir kez daha benzer bir ahval içerisinden geçiyor. 20. yüzyılın başlarıyla 21. yüzyılımızın ilk on yılları arasında analojiler kurabileceğimiz ve benzerlikler bulabileceğimiz pek çok olgu ve olay gün geçmiyor ki en çarpıcı, yakıcı biçimde yüzümüze çarpmasın. Geçen yüzyılın başında da kapitalist-emperyalizm, tıpkı bugün içerisinden geçtiğimiz dönemde olduğu gibi derin bir krizin içerisinde düşmüştü. 1929’da patlak veren ve Büyük Buhran olarak anılan kapitalizmin büyük kriziyle birlikte, kurtarıcı Führer’lerin pazarladığı sahte umutlarla, 1917 Devriminin yarattığı hakiki umut arasında salınan kitlelerin sarkacı o günlerde de Almanya’dan, Japonya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada karmaşık çözümlere karşılık basit görünen sahte çözümler sunan manyetik liderlerin, yabancı düşmanı, şoven, militarist propagandalarına sarkmıştı. O günlerde de dünyaya hâkim olan sağ-popülist/faşist liderlerin çılgın vaatleri ve hevesleri tıpkı yaşadığımız bu günlerde olduğu gibi dünyamızı önce kaotik bir belirsizliğe, büyük insanlık suçlarına, peşinden de büyük bir felakete; İkinci Paylaşım Savaşına sürüklemişti. Hülasa bugün içinde bulunduğumuz dünya, tıpkı 1930’larda olduğu gibi, aşırı sağ güçlerin saldırgan olduğu ve ilerici demokratik siyasetin ve sol, sosyalist güçlerin kaderinin haliyle insanlığın dengede kaldığı bir tarihsel eşikte duruyor.
Bu düzlemde belki de konvansiyonel bir biçim de alması yakın gibi görünen bir 3. Paylaşım Savaşının açık ki ilk günlerini yaşıyoruz. Gerici bir küresel savaşın gerekli kitlesel alt yapısının, rızasının, meşhur “Medeniyetler Çatışması” tezi ve türevleri ekseninde imal edilmeye çalışıldığı, kitleler içinde itikadi, etnik bağnazlıkların, radikalliklerin her çeşidinin mayalandırılmaya çalışıldığı, bir adım ilerisinde dinci, milliyetçi, ırkçı ideolojilerin devletler eliyle örgütlendiği, kurumsallaştırıldığı günleri yaşıyoruz. Dünyamızın neredeyse tüm coğrafyalarında kesintisiz bir kuşak oluşturacak bir biçimde sağcı partiler iktidarları ele alırken, her çeşidinden bağnaz, milliyetçi, ırkçı hareketler güçleniyor ve Belçika istihbarat raporlarına bakılacak olursa silahlanıyor.
Elbette buna koşut olarak sağcı terör, insan havsalasının, tahayyülünün alamayacağı insan aklını, hissiyatını, sağduyusunu dumura uğratan vahşi, zelil, aşağılık saldırılarla, katliamlarla sağcı, gerici kutuplaşmaları besleyerek, insanlığımızı bir cendere içine çekiyor. Şüphesiz nefsi müdafaayı aşan yahut bir zulmü, baskıyı, sömürüyü kırmaya yönelik olmayan ve bununla sınırlı olmayan şiddet bir yöntem, araç değildir. Şiddet, karşı şiddeti yaratan, besleyen bir sarmaldır. İşte hangi dinden, milliyetten, ırktan olursa olsun Maan’dan, Akram’dan, Cisr’el Şuğur’dan, Ankara’ya, Suruç’a, Antep’e, oradan Yeni Zelanda’ya, Norveç’e, Charlie Hebdo’ya, Gazze’ye uzanan geniş bir coğrafyada kendini Haçlı Şövalyesi, üstün beyaz ırkın savaşçısı, Allah’ın askeri, mücahit olarak adlandıran fanatikler, bırakalım sivillerin güvenliğini gözetmeyi, doğrudan sivil insanları hedef alan saldırılarıyla insanlığı bir gayya kuyusuna iterken, irili ufaklı ırkçı, dinci, ayrımcı yeni taciz saldırılarının zeminini yaratıyorlar.
Ve bu aşağılık saldırganlıklar her yerdeki gerici, sağcı siyasetler, liderler için kendi çarpık siyasetlerine, söylemlerine, propagandalarına dayanak oluştururken, bunları sürekli biçimde besliyor. İnsan kanı, canı siyaset meydanlarında demagog ağızlarca pazarlanıyor. Ruhani Trump’ı, Netanyahu Erdoğan’ı, Putin Poroşenko’yu bunların tersi de olmakla birlikte birbirlerini karşılıklı olarak besliyor. Ters manivela etkisiyle birbirlerini destekliyor; büyütüyorlar. Her karşı saldırı ve katliamda diğer taraftaki sağcı lider ve akımlar ganimet bulmuşçasına cuşa geliyor. Ölü canlar üzerinde tepiniyor, ağızlarından salyalar akıtarak çatışmalara zemin hazırlayan, körükleyen nefret söylemlerini meşreplerince sözüm ona “siyaseten doğru”, diplomatik jargonlarla ortalığa saçıyorlar. Burada söylediklerinden ziyade, söylemedikleri yahut söylemekten imtina ettikleri daha öne çıkıyor; daha büyük tehlikeler arz ediyor.
Öyle ki Yeni Zelanda saldırısının açık biçimde babası olan Trump, (ki yukarda adı geçen diğer isimler de kendi cenahlarından gerçekleştirilen katliamların ve vahşi organizasyonların tıpkı Trump gibi ilham kaynağı, hamisi ve evet babası) söz konusu aşağılık, vahşi terör saldırısını, “korkunç olay” olarak nitelendirdi ve yükselen beyaz ırkçılığını bir tehdit olarak görüp görmediği sorusuna “Hayır, bence çok ama çok ciddi problemleri olan küçük bir grup insan” diye cevapladı.
“Gerçek Hristiyanlık bu değil” söylemi hepimiz için bir yerlerden tanıdık olmalı. Elbette her canice, savunulamayacak olayda göreve çağrılan “Münferit Abi”, “münferit bir vakadır” söylemi de tanıdık olmalı. Elbette bu söylem benzerliğine ilişkin örnekler “öfkeli gençlerden”, “tanırım iyi çocuktur”dan bir adım ötede “Bu devlet için kurşun atan da yiyen de”ye uzanan liste uzatılabilir. 8 Mart’ta gösteri yapan kadınları “işgalci” olarak gören kafa ile Meksika sınırında önlerine duvar çekmeye çalıştığı göçmenleri “işgalci” olarak gören kafa birbirine çok uzak olmasa gerek. Bu iki kafa ile eline silah alıp işgalcileri temizlemeye kalkışan kafa arasındaki mesafe hiç de sanıldığı kadar uzak değildir. Bu minvalde “Siz Maraş ‘olayları’ nasıl başladı biliyor musunuz?” diye üstü örtülü tehditler savuran amigo bakanın, genç bir kahraman tarafından karanlık kafasına yumurta çalınan Avustralyalı senatörün söylemlerinin benzerliğini ve doğurdukları, doğurabilecekleri sonuçları dikkate almamız gerekir.
Hülasa bu bahiste son olarak Yeni Zelanda’daki caninin güçlü bir Trump hayranı olması ve Facebook sayfasında yayınlandığı sözüm ona manifestoda Erdoğan’dan söz ediyor olması şaşırtıcı ve tesadüf olmasa gerek. Ortamdaki oksijeni emen ve fanatik taraftarlarına verdikleri ilhamla da sağcı demogoglar, bu iğrenç küfün yayılmasına ve yaydığı berbat kokuyla hepimizi boğmasının müsebbiplerinin başında geliyorlar.
Herhangi bir aksi gelişmenin “zamanlamasını manidar” bulmak her geçen gün zemini genişleyen komplo teoriciliğinin, dünyayı komplo teorileriyle açıklamaya alışkın lümpen sağ bakış açısının bıkkınlık veren bir adeti olsa da içinden geçtiğimiz küresel emperyalist kriz ortamını göz önüne aldığımızda Sovyetler’in çözülüşünün peşi sıra kutuplaşmayı ve çatışmayı sürdürmek için icat edilen “Medeniyetler Çatışması” bağlamındaki küresel terörle mücadele konseptinin karşı tarafını oluşturan IŞİD’in Suriye’de askeri olarak yenilgiye uğratıldığı, ABD’nin Afganistan’da Taliban ile masa oturarak uzlaştığı, Arap ayaklanmalarının manipüle edilen bir sapması olarak yükselen ve iktidarları ele geçiren Müslüman Kardeşler’in iktidarlarının kimi yerlerde kaybetmeye kimi yerlerde sarsılmaya başladığı, bu iktidarlara karşı gelişen yeni bir Arap ayaklanması dalgasının yükseldiği yönündeki ilk işaretleri gördüğümüz bu günlerde Yeni Zelanda’daki aşağılık katliam “manidar” olabilecek bir zamanda söz konusu konsepte yeni bir can suyu, yakıt ve heyecan verecek bir biçimde gerçekleşti.
11 Eylül saldırısı bahanesiyle ve takiben ABD öncülüğünde başlatılıp sürek avına dönüştürülen ırkçı, dinci, aşırılıkçı kampanya karşısında oluşan mukavemeti besleyip harladı. Emperyalizmin krizinin daha geniş bir akışının bir merhalesi olan bu süreç dünyamızı ve insanlığı bu gün içinde olduğumuz yıkıcı, yakıcı duruma taşıdı. Her çeşidinden ırkçılık, bağnazlık, milliyetçilik yükselirken, artık insanlık açısından boğucu bir hal almaya başladı. Bir hastalık değil ideoloji olan bu gerici fikirler halkların ve emekçilerin esas ve ortak düşmanlarını gözden kaçırmalarının, öfkelerini yanlış hedeflere yöneltmelerinin ötesinde artık barbarca ve tekraren aşağılık saldırılarla insanların canlarına, güvenliklerine mal oluyorlar ve insanlığı bir uçuruma doğru hızla sürüklüyorlar.
Ancak insanlığımız, gezegenimiz ve çağımız bu mendebur yazgıya mahkûm değildir. Her inançtan, milliyetten emekçiler ve geniş anlamında ilericiler sözümüzü, öfkelerimizi ve silahlarımızı başka halklara ve inançlardan kardeşlerimize değil kendi gericilerimize, asalaklarımıza, burjuvazilerimize çevirmeliyiz. Olduğumuz her yerde ve her zamanda koşullarımız ne olursa olsun imkânlarımız ölçüsünde bu hastalıklı ideolojilere ve hamisi ve müsebbibi olan kapitalist-emperyalizme karşı bıkmadan, yılmadan, keskin ve kesintisiz biçimde mücadele etmeliyiz. Irkçı bir şakadan, saldırıya kadar tepkimizi her defasında örgütlemeli, yaygınlaştırmalı ve geliştirmeliyiz. Zira başka bir dünya, her renkten, inançtan, dilden insanın kardeşçe, eşit olarak yaşayabileceği, sömürüsüz bir dünya halen ve her zaman mümkündür; ancak sosyalizmle mümkündür. Devrim insanlığın dirilişidir.