SEÇTİKLERİMİZ – ALİ TEKİN KomünDergi.com’a yazdı: “Sağlık sistemi AKP faşizminin kurumsallaşmasına giden yoldaki yapısal sebebin yani oy çokluğunun en büyük nedenlerinden biridir. Çoğunluk sağlık sisteminden memnundur. Memnuniyet AKP’nin verdiklerinden değil hissettirdiklerinden kaynaklanmaktadır.”
ALİ TEKİN
AKP’nin yığınlar üzerindeki rolü, sadece faşist bir üst aklın hegemonik ilişkisine bağlanamaz. Yığınlar da AKP üzerinde etkide bulunmaktadır. Türkiye coğrafyasında, yığınlar kendi isteklerini her zaman olmasa da çoğu kez karşılayacak bir AKP iktidarı altında sömürülmekle kalmayıp, onu her daim dönüştürmektedir.
Yığınlar, genel itibarıyla ezilenlerdir. Otorite altında yaşamaktan başka yolu tasarlamayan çoğunluk, otoriteden sürekli talepte bulunur. Bu durum, modernist bakışın iddia ettiği gibi özgürleşmemiş bir aklın cahilce bir tutumu değildir. Çoğunluk otoriteden talep ettiğini aldıkça, otorite ile olan bağını daha da kuvvetlendirir. Devlet ile tek kelimeyle simgeleştirilebilecek otoritenin, kendi kendisini ikna ettiği meşruiyetinin zemini de buradadır. Kabul edilen her talep, kişileri devlete bağlayan zincire yeni bir halka ekler. İki taraf da bu durumdan rahatsız değildir.
Ezilenin zihnine bir yerlerden özgürleşme fikri düşmeyegörsün! İşte o zaman karşılıklı bağlar çözülür ve güç dengesi değişir. Belki de en yayılmacı virüstür, iktidara rıza gösterme döngüsüne karşılık gelişen ezilenlerin iktidarı fikri…
Şimdilerde ezilenler kütlesinin AKP’den yana tavır aldığı bir gerçekliktir. Bu gerçekliği yaratan şey, AKP’nin ezilenlere verdiği somut kazanımlar değil; hissettirmiş olduklarıdır.
Sağlık sistemi AKP faşizminin kurumsallaşmasına giden yoldaki yapısal sebebin yani oy çokluğunun en büyük nedenlerinden biridir. Çoğunluk sağlık sisteminden memnundur. Memnuniyet AKP’nin verdiklerinden değil hissettirdiklerinden kaynaklanmaktadır. Sağlık hizmetinin kalitesi değil, şikâyet edebilme hakkı mutluluk vermektedir. Devletine bağlı olan yoksulu gün geçtikçe daha da devletine bağlayan, devlet adına davranma veya devletin arkasında olduğu hissi…
Ezilenin kaybedeceği en büyük varlığı kendi bedenidir. Bedeninde yaşadığı somut problemler onu mecburen sağlık sisteminin içerisine sokmaktadır. Devletle karşılaşmanın zorunlu ayağı sağlık sistemidir. Devlet ve ezilenin bedeni, sağlık sistemi içerisinde karşılaşır. AKP bu karşılaşmayı kendi çıkarına uygun biçimde manipüle etmiştir. Halen de bu manipülasyon sayesinde ezilenler kendini iyi hissetmeye devam etmektedir.
Pre-modern ve post-modern eleştiriler
Bir paradokstan söz ettik, hizmet sunumunu pek beğenmediği halde onu eleştirebilmenin verdiği tatminlik halinden. Dolayısıyla, sağlık sistemi içinde yer alan hizmet sunucuları, toplumun birçok kesiminden tepki alıyor. Herhalde hastaneleri biyoiktidarın parçaları olarak değerlendiren Focault sağ olsaydı, Türkiye’de hastane kurumunun bu kadar eleştiri almasına çok şaşırırdı!
Yavuz Dizdar, hekimlere ve tıbba yönelik eleştirilerin pre-modern kısmında yer alıyor. “Hasta olursanız doktorlara güvenmeyin, verilen ilaçları içmeyin” uyarısıyla sözlerine başlayan Dizdar, hekimlerin önemli bir bölümünün vicdanını kaybettiği görüşünde. Dizdar’ın genellemesine göre hasta olmayan kişilere hasta muamelesi yapılıyor; bu sayede ilaç şirketleri ve doktorlar para kazanıyor.
Sinemacı ve doktor kimliği ile tanınan Ercan Kesal de, Hürriyet Pazar’daki eski tarihli bir röportajında bu konuya ‘post-modern’ açıdan değinmişti. Kesal, radikal bir çıkış yaparak doktorun hastadan af dilemesi gerektiğini söylüyor. Çünkü “Sistem insan vücudunu ona ait değil de; doktorun özgürce, kendi bildiği gibi at koşturduğu bir nesneye dönüştürdü.” diyor. Hekimlerin masanın arkasından “Sen ne anlarsın, iç şu hapları!” şeklinde bir iktidar kurmasını eleştiriyor. “Bunu aşmanın yolu, bu bilginin iktidar aracı gibi kullanılmak yerine hastayla bir yolculuğa dönüştürülmesidir” önerisinde bulunuyor.[1]
İnsan bedeni üzerinde tıbbın kurduğu tahakküm, Focault’dan beri biyoiktidar olarak adlandırılıyor. Yavuz Dizdar ve Ercan Kesal da hedef tahtasına biyoiktidarı oturtmuş. Oysaki günümüz Türkiye’sinde biyoiktidar vurgusu, iktidarı maskelemektedir. Çünkü AKP iktidarının kendisi de bir tür biyoiktidar eleştirisi yapmakta ve bu eleştiri sayesinde geniş kitleleri kendi iktidarına bağlamaktadır. Gündelik yaşamda, Dizdar ve Kesal’in söylediklerinin AKP’li bir bürokratın ifadesinden farkı yoktur. Dizdar, aman ha doktora güvenmeyin derken; Kesal hastayla hekim arasında iktidarı olmayan bir yolculuk önermektedir. Zaten AKP iktidarı da bu yolculuğa iştirak etmeyen sağlık emekçisini cezalandırmaktadır. Hatta her gün yüzlerce hasta, Kesal’ın pek sevimli gösterdiği bu yolculuğa, hekimleri bizzat silah ve bıçak aracılığıyla davet etmektedir.
Bozkır Focaultculuğu
Bu açıdan bakıldığında memleketin en yaygın ideolojisinin, Focault’nun bozkır yorumu olduğunu söylesek abartı olmayacaktır! Yavuz Dizdar ve Ercan Kesal’ın söylediklerinin önemi, onların hekim olmalarından dolayı, ifadelerinin bir özeleştiri olarak kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. Yani hasta ile iktidarı olmayan bir yolculuğu sıradan bir bürokrat, gazeteci veya felsefe bölümünde bir akademisyen önermiyor, bizzat tıbbın içerisinden hekim kimliği ile iki sağlıkçı öneriyor.
Oysa Kesal bu sözlerini, her gün onlarca hasta gören ve gece uykusunu bölüp devletin hastanesine koşan bir hekim olarak değil; İstanbul’daki bir özel hastanenin yönetici koltuğundan söylemektedir. Özel Okmeydanı Hastanesi yönetim kurulu başkanı olarak Kesal, “Özel Hastaneyiz ama koruyucu hekimliğe inanıyoruz, özel hastaneyiz ama hastalarımız için müşteri lafını ağzımıza bile almayız” demiş.[2] Bu hastane de tıpkı ünlü Medikal Park, Acıbadem veya Liv Hospital gibi özel sektöre ait bir hastanedir. Dolayısıyla koruyucu hekimlikle uzaktan yakından bir bağı olmadığı gibi hastaları müşteri olarak görmesi “kanun” yoluyla güvence altına alınmıştır. Dizdar da klinisyen yoğunluğu içinde olan bir isim değil; akademinin pek de klinik sayılmayacak bir dalında öğretim üyesi olarak çalışıyor. Dolayısıyla Yavuz Dizdar ve Ercan Kesal’ın sözleri dışarıdandır, özeleştirel değil eleştireldir.
Artık Türkiye sağlık sisteminde, biyoiktidar mağduru geniş kitleler, kendi biyolojilerinin önemini iktidar yoluyla keşfetmekle kalmamış; bunu iktidarın despotik yöntemlerinin savunucusu/uygulayıcısı olarak pekiştirmişlerdir. Yavuz Dizdar ve Ercan Kesal’in eleştirdiği biyoiktidar, zor aygıtı ile simgeleşmiş iktidarın altında hâlihazırda zaten işlerliği olmayan bir şeydir. Despotik tarz ile hüküm süren iktidarın altında işlerliğini kaybetmiş biyoiktidarın post-modern eleştirisi ile Tayyip Erdoğan’ın bulduğu her fırsatta sağlıkçıları pre-modern dil ile eleştirmesi aynı popülizme hizmet etmektedir.
Kesal’ın sözlerindeki “İç şu hapları!” tarzı ise gayet moderndir ve her gün devlet hastanelerinde yüz binlerce hasta bu yöntemle tedavi olmaktadır. Bu tarz iyi niyetlidir ve adı üzerinde pratisyenliktir; en azından popülist veya işe yaramaz değildir. Modernizm eleştirisi, pre-modern veya post-modern kanatların elinde sündükçe sünen ama hiç kopmayan bir sakıza dönüşmüş durumdadır. Mücadeleci ezilenlerin veya onların davasını güdenlerin teorik-pratik modernizm eleştirisi şüphesiz daha başka olmalıdır.
Orta sınıf bir meslek olarak hekimlik
Geçtiğimiz sene de, İzmir’deki bir aile hekiminin yaşlı bir hastaya karşı ses tonu yüksek biçimde konuşma videosu ortaya çıkınca, medyada yoğun tepki dikkati çekmişti.[3] Hekimin odasına mesai saatleri dışında izinsiz giren bir hastanın nasıl olup da kötü muameleye maruz kaldığı düşüncesi her siyasal görüşten insanı ortaklaştırmıştı. Hatta hastanın davranışını vakur bularak, üst sınıftan bir meslek olan hekimliğe karşı gerçekleşmiş olması deneniyle, sol/sosyalist sos ekleyen “nevrotik” bir görüşü yayınlayanlar bile çıkmıştı.[4] Gördüğü bir olayı hemen kameraya alıp medyaya jurnalleyen yeni toplum bireyini eleştirmek akla bile gelmemişti.
Orta sınıf bir meslek olduğu su götürmez olan hekimliğin ve dünyaya bu pencereden bakan hekimlerin çoğunun karşısına dikilen ezilenler, artık devlet misyonunu üstlenmiştir. Üzeri yırtık, felçli ve yoksul hasta, devlet adına veya arkasındaki devletle konuşmaktadır. Sağlık sisteminin dönüşümünün sonucu bu noktadadır.
AKP öncesi dönemde hastaneler tıpkı emniyet, adliye ve karakol gibi bir devlet kurumuydu ve çalışanlar devlet adına konuşmaktaydı. Geçtiğimiz on beş yılda AKP, ezilenleri daha iyi hissettirmek adına hastaneleri bir devlet kurumu olmaktan çıkartmıştır. Sağlık kurumları artık kışkırtılmış bir talebin muhatabı konumuna ve ezilenlerin bedeninin rehabilite edilerek otoriteye daha da bağlanmaları için yaratılan enstrümana dönüştürülmüştür. Şüphesiz neoliberal sistem olmadan, sağlık emekçilerine fazla çalışma saati ve sömürü dayatılmadan bu durum başarılı olamazdı.
Günümüzde sağlık kuruluşuna başvuran birey, başka hiçbir yerde olmadığı kadar birey olmaktadır. O esnada, onun bedeni her şeyin üstündedir. Aksi bir durumda BİMER’e şikâyet hattı, 184 sağlık çalışanlarını şikâyet birimi ve hasta hakları üniteleri “yardıma” hazırdır. Devlet, ezilenle arasındaki bağı kuvvetlendirmek için sağlık kuruluşlarını ve emekçilerini dolaylı olarak bünyesinden çıkarmıştır.
Hekimin odasına izinsiz giren birine verilen tepkiyi anormal ilen edenler, bırakalım savcının, hâkimin veya emniyet müdürün odasına girmeyi hastanedeki polis bürosuna bile izinsiz girdiklerinde başlarına ne geleceğinin gayet farkındadır. Devlete başkaldırmayan birey, sağlık emekçisiyle karşılaştığında devlet rolünü üstlenmeye başlamıştır.
Şimdiki zamanda Anadolu’da
Üzeri örtülemeyecek birinci gerçek sağlık sisteminin yalnızca hekimlerden oluşmadığıdır. Hemşire, sağlık teknisyeni, hizmetli, hasta bakıcı ve sekreter de sağlık hizmeti sunumunun asli öğelerindendir. Tüm sağlık çalışanlarının %25’i taşeron işçi statüsündedir.[5] Ortalama işçi ücretinin çok aşağısında aylık ücreti olan bu sağlık emekçileri de orta sınıf mensubu doktorlar gibi her gün hakarete, baskıya ve şiddete maruz kalmaktadır. Yani sağlık sistemindeki şiddet, ezilenlerin orta sınıfa duyduğu sınıfsal bir kin değildir. Aksine, devleti arkasına alan ruh halinin daha da üste çıkma ifadesidir. Kategorik olarak üst sınıfların alt sınıfa yaptığı baskı ile aynı düzlemdedir.
Üzeri örtülemeyecek ikinci gerçek, sağlık hizmeti sunumunun kalitesizliğidir. AKP iktidarı sağlıklı beden için gerekli olan tüm biyopolitik evreni kirletmiştir. İçilen su, yenilen besin, solunan hava ve nicesi kara dayalı program çerçevesinde kirletilmiştir. Tedavi noktasında birinci basamak sağlık hizmeti tamamıyla ortadan kalkmış, ikinci basamakta ise toplumda sık görülen hastalıkların tedavisinde sağlık kuruluşlarına başvuru kolaylığından başka hiçbir gelişme sağlanmamıştır.[6] Hastaların cebinden çıkan para artış gösterdiği gibi, özel merkezlere olan başvuru 11 kat artış göstermiştir.[7] Nadir görülen hastalıkların üçüncü basamak kamu kurumlarında tedavisi neredeyse imkânsızdır. İkinci ve üçüncü basamak fark etmeksizin günde 100-150 hasta muayene etmek zorunda bırakılan hekim, kişi başına ortalama 3-5 dk. ayırabilmektedir.
Hakikat, hakikatin içerisinden kurulur ve anlaşılır. Ezilenin bedeninin sorunlarıyla gerçekliğin alanında karşılaşan kesim, sağlık emekçileridir. “Görünmeyen el” konseptiyle sistemi yönlendiren ve mücadele etmeye niyeti olmayan ezilen ile bütünleşen devlet, elbet ezik olmayan ezilenin ve emekçinin duvarına çarpacaktır. Sermaye düzeninin bilimsel pratikleri hangi açılardan etkilediği meselesi ise TV ekranlarında boy gösteren kişilere bırakılamayacak kadar ciddi bir konudur.
[1] http://www.hurriyet.com.tr/ercan-kesal-hepimizin-sirttan-dugmeli-ceketler-giymesi-gerekiyor-40215057
[2] http://www.ozelokmeydani.com/hakkimizda.html
[3] http://onedio.com/haber/yasli-ve-engelli-hastaya-bagirip-azarlayan-doktor-sosyal-medyanin-gundeminde-717654
[4] http://istiraki.blogspot.com.tr/2016/06/alnn-teri.html
[5] http://www.saglikpersonel.net/kamu-hastanelerinde-taseron-personele-kadro-artiyor-edremit-ajans-gunlugu-h681.html
[6] https://www.ttb.org.tr/kutuphane/tr_saglik/finansman.pdf
[7] https://www.ttb.org.tr/kutuphane/yalanlargercekler2015.pdf