Boşaltılmış köylerin belleği üzerine bir kısa film: Welat
Gülşah Köksal
Mekanların bellekleri vardır. Bir de gözün, kulağın, ağıza üstün geldiği coğrafyalar. Acının izlenebildiği, duyulabildiği, ama anlatılamadığı, tarif edilemediği zamanlar. Bazı coğrafyaların belleği kanla doludur; ölüm sessizliği ya da acı dolu çığlıklarla. Ne ağız, ne sözler, ne ağıtlar tarif edebilir oralarda yaşanılan kederin, çaresizliğin boyutunu. Hem zaten dilin yasal bir şekilde prangalıdır oralarda; doğduktan üç beş sene sonra anlarsın ki, ağzın senin mücadele alanındır; hem içte, hem dış dünyada. Konuşursan yok edilirsin; konuşmazsan da… Yaşamda kalmanın en güvenli yolu, gözlerini ve kulaklarını keskin bir bıçak gibi bilemektir. Duymak, daha iyi fark etmek, daha hızlı anlamak ve öğrenmek; budur senden beklenilen. Egemenin tahammülü yoktur başka türlüsüne.
Onun gibi konuşmayanların dünyasında kendini var etmenin yolunu bulanlar, egemen ve uyruklarının niyetini okumaktan, sessizliğin içindeki sesleri, görünenin içindeki görünmeyeni fark edebilecek kadar, duyularını keskinleştirmeyi başarırlar zaman içerisinde.
Acının ardında bıraktığı gözle görünmeyen izleri, acıyı, tanıyanlar bilip toplayabilir. Gözle görünenler zaten herkesindir.
Terk edilmiş bir ev ile bir otel odası hep aynı şeyi çağrıştırır insana; burada benden önce kimler vardı, buralarda neler yaşandı? Bu duvarlar, tavanlar, eşyalar nelere şahit oldu; neler gördü, duydu?
Peki ya, yıllar önce yüzlerce insanın birlikte, gündelik hayatlarını sürdürdüğü, doğumların, düğünlerin, bayramların kutlandığı, ölümlerin yaşandığı, hep birlikte acıların yasının tutulduğu köylerin bomboş haliyle karşı karşıya gelindiğinde?
1985 Adıyaman Dilikan doğumlu genç sinemacı Nazif Coşkun, 1990 yılında boşaltılmış Mardin’in Dargeçit’ine düştüğünde yolu, bu hayalet köyün karşında durup tam olarak bunları düşünmüş olsa gerek; burada kimler vardı? Şurada, şu evde; her şey kendi dinginliği ve rutini içinde akıp giderken, bir doğum, bir ölüm, bir ekmek yapma telaşı, çocukların hayvan peşine gidişi, ablaların annelere yardım edişi, babaların para kazanma ve geçim sıkıntısı, en olağan şekliyle devam ederken, ve herkes kendi küçük dünyasının başrolünde, kendi mutluluk sıkalasının ortalarında bir yerlerde, gündelik telaşlarıyla yaşayıp giderken; bin bir emekle kurdukları dünyalarını, zar zor inşa ettikleri birkaç gözlü evlerini, el birliği ile ekmeklerin yapıldığı tandır fırınlarını nasıl bir anda terk etmek zorunda bırakıldılar?
Bir ‘’öteki’’ yaratıldığında, ilk önce, onun da herkes gibi, biz gibi bir insan olduğunu unutturulmaya çalışılır. Onun bir düşman kisvesine bürünebilmesi, dahası yok edilebilmesinin kolaylaşması için, bambaşka şeylerle ilgilenen, işini gücünü bırakmış bir şekilde sadece seni yok etme planları yapıp duran bir insan ya da topluluk tahayyül edilmesi için çalışılır. Geçenlerde duyduğum bir söz vardı; çok etkilenmiştim; ‘’Oturup bir çay içme fırsatı bulsanız aşık olacağınız kadınları, terörist diye gözünüzü kırpmadan vuruyor olduğunuzu bir fark edebilseniz…’’
Evet; bir fark edebilseler… Bir fark ettirebilsek….
Bu acıların yakın/ uzak tanığı olmuş isimlerden biri olan Nazif Coşkun, bize tam da bunu göstermeye çalışıyor ‘’hayalet kamerasıyla’’. Dargeçit’in boşaltılmış bir köyüne gidip, bize, oradaki, ‘’öteki’’ diye kabul ettirilmeye çalışılan insanların dünyasını, seslerini, telaşlarını toplamaya çalışıyor duvarlardan, pencere pervazlarından, bir zamanlar yüzlerce karnın doyurulduğu tandır ocağından. Edip Cansever’in şiirini kameraya alıyor bir nevi, bir zamanlar gürül gürül akan kurumuş derenin sesini bulup veriyor bize; ağlayan bir bebeğin annesi tarafından pışpışlanışını; otlamaya giden hayvanların melemesini; bir zamanlarki yaşama ve canlılığa işaret eden her ne varsa, onu yakalayıp koyuyor önümüze…
O boş köy, bir anda sesine, nefesine kavuşuyor Coşkun’un kamerası sayesinde; O, sanki o evlere, odalara, ağaçlara, otlara, bir süreliğine de olsa ait oldukları şeyleri iade ediyor. Hayat veriyor, düşüncesiyle. Belki de o odaların artık tek ihtiyaç duyduğu şeylerin iadesi bu; biz de bir zamanlar ‘’evdik’’, insanlarımız vardı; akşam yemeklerimiz, sabah kahvaltılarımız, düğün, bayram, cenaze telaşlarımız vardı; buradaki insanlarla bunları biz birlikte yaşardık. Bizi severlerdi; böyle virane, terk edilmiş halde bırakmazlardı bizi ya… O gün….’’, dercesine bakan duvarları yeniden görünür ve dahası anlaşılmış olmanın kederle karışık sevincine boğuyor.
Kadraja giren tek bir insan yüzü yok. Ama biz o seslerden tanıyoruz onları. Kamerasının ucuna ruhunu iliştiren Coşkun, çığlığını da sessizliğin gücüyle ulaştırıyor yüreklerimize. Kalbimizin doğusu hala, bugün, şu an bile çığlık çığlığa. Her gün bir köy daha ölüyor terkedilişlerle; insanlar evlerinden, ocaklarından sürülüyor bilinmezlere, hatta ölümlere doğru.
Ve biz, o boşaltılmış köylerin evleri, meydanları kadar bellek sahibi varlıklar olmadığımızı görüyoruz ‘’Welat’’la.
İnsanlar… ölüyor… Her gün, bir evlat kadar yetim kalıyor evler, mahalleler, köyler. Hatta artık ilçelerin boşaltılıyor oluşuna şahit oluyoruz.
Çığlıklar yükseliyor Cizre’den, Nusaybin’den, Silopi’den.
Duyuyor musunuz!