Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 2025 itibarıyla 102 yaşına bastı ve kuruluşundan bugüne kan, gözyaşı, ölüm ve kayıp gibi kelimelerin toplumsal hafızada yer etmesinde büyük bir pay sahibi oldu.
1915 Ermeni, Süryani, Ezidi Soykırımı’nda, 1921’de Mustafa Suphilerin katledilmesinde, 1919-1923 arası gerçekleştirilen Pontos Rum Soykırımı’nda cumhuriyeti kuran kadroların oynadıkları rollere, aldıkları tutumlara baktığımızda imha siyasetini savunduklarını ve uyguladıklarını söylemek yanlış olmaz.
Nitekim Türk-Yunan ve Türk-Ermeni savaşları sırasında çeşitli sözler alan Kürtler, savaşın bitişi ve cumhuriyetin ilanının ardından, 1924 Anayasası’nın da kanunen oturttuğu şekilde Türk ulusu içinde erimeye zorlanmış, kabul etmeyenler sürgün ve toplu ölümle karşılaşmıştı. Kürtlerin önemli bir kısmının cumhuriyetin resmî mezhebinden, yani Sünni olması yetmeyecek, Kürtler ulusal benliklerinden vazgeçecek, Türk olacaktı. Düşünülen, hayata geçirilmeye çalışılan buydu. Alevi Kürtler ise zaten Sünni kimliğinin dışında kaldığı için Dersim’de olduğu gibi doğrudan imha ile karşılaşacaktı.
TKP gibi Türkiye solunun ulusalcılıktan kopamamış belli fraksiyonlarının da destek verdiği anlatının aksine Ankara’nın imha siyasetinin dokunduğu Kürtler toprak ağası ya da şeyh oldukları için değil başka bir ulus içinde erimeyi reddettikleri için yani ulusal benliklerini kaybetmek istemedikleri için imha siyasetiyle yüz yüze getirildiler.
Ağalara, şeyhlere karşı “çok katı” olduğu ileri sürülen Meclis’in mebusları içinde, aralarında ağa, şeyh ve hoca olan pek çok kişi vardı. Vanlı İbrahim Arvas, Diyarbakır Mebusu Zülfü Tigrel, Siirt Mebusu Şeyh Halil Hulki; Kürdistan illerinden mebus olan şeyhlerden sadece üçü.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomi politikası: Sermaye sahibine teşvik, işçiye yasak
İzmir İktisat Kongresi’nin kâğıda döktüğü ekonomi politikaları ise 102 yıllık cumhuriyetin resmî ekonomi politikası oldu: Devlet, sermaye sahipleri için var.
Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne toprak ağası, burjuva zenginleşiyor, “milletin efendisi” olan köylü ise efendiliğinden habersiz şekilde Hitit zamanından kalma yöntemlerle üretim yapmaya çalışıyordu.
1929’daki ekonomik buhranla başlayan kısmî devletçi politikalarla amaçlanan da yine sermaye sınıfını zenginleştirmek, sermaye sınıfını riskli alanlardan çıkartarak yatırımını kurtarmasına olanak sağlamaktı.
Devlet, o denli sermayenin devletiydi ki grev, sendikalaşma, işçi örgütlenmelerini yasaklamak bir tarafa; 1927’de Adana’da demiryolu işçilerinin başlattığı greve ateş açmış, pek çok işçinin ölümüne neden olmuştu. Osmanlı’da, merkezî iktidar boşluğundan da yararlanarak grev yapabilen işçiler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla beraber 1963 yılına kadar resmen grev yapamadı. 1925’te yürürlüğe giren Takrir-i Sükûn Kanunu’yla beraber işçi örgütlenmeleri
kesintiye uğradı. 1936 tarihli 3008 sayılı İş Kanunu’nun 72. maddesiyle birlikte grev, Türkiye’de resmî olarak yasaklandı. 1963’te çıkan Sendikalar Kanunu’yla birlikte Türkiye’de işçilere ilk defa grev hakkı tanındı. Ancak bu hak 12 Eylül darbesiyle beraber bir süre rafa kaldırıldı. Erdoğan ise iktidara geldiği günden 2024 yılına kadar “milli güvenliği”, “genel
sağlığı”, “finansal istikrarı” ve “şehir içi toplu taşıma hizmetlerini bozucu” nitelikte olması nedeniyle 21 grevi yasakladı.
Yani kuruluşundan itibaren Türkiye Cumhuriyeti, uzun yıllar boyunca fiilî ya da resmî grev ve sendika yasaklarıyla yönetilmiş, işçi sınıfı “Yeter” dediğinde ise, elbette pek çok bedel ödeyerek, sendikalarıyla, siyasî partileriyle siyaset sahnesine çıkmıştı. Kürtler de ilerleyen yıllarda “Yeter” diyecek ve siyaset sahnesine kendi partileri ve siyasetleriyle çıkacaktı. Tabii ki bedel ödeyerek ve ödeyeceğini bilerek…
Zaman ilerliyor, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu birkaç on yıl olmaya başlıyordu. Kan, gözyaşı ve ölüm emekçi sınıfların, komünistlerin, Kürtlerin, Ermenilerin ve Rumların üzerinden eksik olmuyordu.
Darbeler gelip geçiyor, hükümetler kuruluyor ya da kurulamıyor, siyasette pek çok şey hareket ediyor ama halk nezdinde pek de bir şey değişmiyordu. İlk yıllarında “özgürlükçü” diye sunulan AKP’nin 20 yılın sonunda geldiği nokta, fiilî ya da resmî grev yasakları, azınlıkları hakaret ya da kolluk aracılığıyla baskılama, parti kapatma davaları, seçim hileleri…
Bu haliyle bakıldığında ortada yıkılın bir Türkiye Cumhuriyeti’nden ziyade reflekslerini koruyan, 1923’ten bugüne devamlılık sağlayan ve belki de şu sıralar “altın yıllarını” yaşayan bir Türkiye Cumhuriyeti var.
Türkiye Cumhuriyeti 102 yaşında.
102 yıldır makus talih diye sunulan; CHP’den DP’ye, Genelkurmay’dan AP’ye, oradan AKP’ye kadar pek çok kurumun kontrol ettiği antidemokratik, tekçi ve sermaye yanlısı anlayıştan kurtulmanın yolu demokratik cumhuriyeti düşünmekten, demokratik cumhuriyeti tartışmaktan geçiyor. Yeniyi kurma iradesi demek ise çoğu zaman geçmişle hesaplaşma gerekliliğini önümüze koyuyor.
Demokratik bir cumhuriyetin yolu, antidemokratik olanla hesaplaşmaktan, onun yaşattığı acıları gün yüzüne çıkartmaktan geçiyor. Türkiye halkı, özellikle bunca acının ardından toplumsal barışı, gerçek bir demokrasiyi,
eşitlikçi ve özgürlükçü bir sistemi hak ediyor. Hak ettiği sistemin yolu çoğulcu, eşitlikçi, özgürlükçü bir cumhuriyetten, yani demokratik cumhuriyetten geçiyor.
Türkiye Cumhuriyeti 102 yaşında.
100 yılı aşkın sürenin ardından, Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılında demokratik cumhuriyeti daha fazla düşünmek, konuşmak ve tartışmak gerekiyor. Aynı acıları tekrar tekrar yaşamamak için…
