Erdoğan’ın, çözüm sürecine dair “tarihi” bir konuşma yapacağı söylenmişti. Konuşmayı dinleyenler “bunun neresi tarihi?” sorusunu sordular. Ancak burada “tarihi” kavramı, içeriğinin tarihle ilgili olması anlamında da olabilir. Zira konuşma, Erdoğan’ın pek çok tarih mitini art arda sıralamasıyla örülmüştü. Anlaşılan Kemalist resmi tarihe karşı politik İslamcı bir yeni resmi tarih denemesiyle karşı karşıyayız. Konuşmanın bütün temel unsurlarının Necip Fazıl’dan alınmış olması ise tabii ki bir rastlantı değil.
Türk – Kürt – Arap ittifakının geçmişte tarihe yön verdiği ve gelecekte de yön vereceği savı, doğrudan doğruya Necip Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” kitabına dayanıyordu. Bu kitap okunduğunda, Necip Fazıl’ın, Türk milliyetçiliği ile İslamcılık arasındaki çelişkiyi bu yolla çözmeye çalıştığı görülecektir. Türkler, özellikle Selçuklulardan itibaren İslam’ın kılıcı olmuşlardır, dolayısıyla Türk milliyetçiliği ile ümmetçilik arasında bir çelişki yoktur, Necip Fazıl’a göre.
Ancak Necip Fazıl’ın, Erdoğan tarafından güncellenen tarih mitleri bir yana, acaba tarihte gerçekten “Türk – Arap ittifakı” söz konusu olmuş mudur?
Türk – Arap ilişkileri Halife Ömer döneminden Abbasilerin geç dönemine (10. yüzyıla) değin “Mücadele Dönemi” olarak nitelenir. Arap – İslam orduları bu dönemde Orta Asya’ya doğru ilerlemiş ve Türk kavimleriyle sürekli savaşmışlardır. Yüzbinlerce Türkün katledilmesi, [gerek] Türk kadın ve çocuklarının Abbasi hanedanınca köle-asker yapılması, gerekse batıya doğru göç eden Türk aşiretlerinin İslamlaşması sonucunda Türkler Arapların hizmetine girmeye başlamıştır, ki bu döneme “Hizmet Dönemi” denir. Abbasi orduları içinde Türk asker sayısı o denli çoğalmıştır ki, Türk askeri komutanları yer yer kimin halife olacağına dahi etki eder hale gelmiştir. Neticede Selçukluların (Tuğrul Bey’in) Bağdat’a girmesi (1058) ve Abbasi Halifesi üzerinde denetim kurması ile Türk – Arap ilişkilerinde “Hakimiyet Dönemi” başlar ve 20. Yüzyıla kadar sürer. Bu egemenlik, kılıç zoruyla kurulmuştur. Osmanlı padişahı 3. (Yavuz) Selim’in Suriye, Mısır ve Arabistan’ı fethi örneğinde görüleceği üzere, kılıçla da sürdürülmüştür. Arap halkları hiçbir dönem Selçuklu veya Osmanlı hakimiyetini kabul etmemiş, sürekli isyanlarla imparatorluktan bağımsızlaşmaya çalışmışlardır. Özellikle, Osmanlı’yı daha 17. yüzyılda Yemen’den atan (bugünkü Husilerin ataları olan) Zeydi İsyanı’nı; 1750’lerde Necid’de (Orta Arabistan) ortaya çıkıp 1800’lerin başlarında Osmanlı’yı Mekke’den atan Vahhabi İsyanı’nı; Lübnan’da sürekli isyan çıkaran (Dürzi) Maanoğlu sülalesini; Mısır’ın hiçbir dönem tam Osmanlı hakimiyetine alınamamasını ve Mısır’da sürekli ortaya çıkan bağımsızlık eğilimlerini vb. anmak gerekir. Osmanlı, Arap coğrafyasını silah zoruyla zapt edebileceği sürece yönetmiştir. Avrupa topraklarını yitirdikten sonra ise Arap coğrafyasını da kaybetmiştir. Ayrıca, özellikle vurgulanmalıdır ki, Vahhabi İsyanı’nda en açık biçimde görüldüğü üzere; Arabistan’da, Osmanlı padişahı, bırakın halife (yani dinsel mürşid) olarak tanınmayı, Müslüman bile sayılmıyordu! “Kâfir Türk”ü Mekke’den atmak, Vahhabilerin en büyük motivasyonuydu. 1774’te Küçük Kaynarca Anlaşması’ndan itibaren, jeopolitik gerekçelerle öne sürülen, Osmanlı padişahının “tüm Müslümanların halifesi olduğu” savı, özellikle Arabistan’da hiçbir zaman karşılık bulmamıştır. Bunun en açık ve kesin ifadesi, 1. Dünya Savaşı’na katılırken “Cihad-ı Ekber” ilan eden Sultan Reşat’ın çağrısının aksine, Mekke Şerifi’nin İngiltere ile birlikte hareket ederek, savaştan bağımsızlık için faydalanmasıydı.
Kısacası, “Türk – Arap ittifakı” bir tarih mitinden ibarettir. Bugün yeniden gündeme getirilmesi, Erdoğan yönetiminin bölgesel planlarıyla ilgilidir. Türkiye’nin en önemli meselesi olan Kürt sorununun çözümü, tarihsel efsanelerle sağlanamaz.
Not: Yazım aşamasında olduğum yeni kitabım benden tüm zamanımı ve zihinsel enerjimi aldığından ötürü, sizlerden 1 aylığına müsaade istiyorum. Eylül’de yeniden görüşmek üzere!..