Nurettin Demirtaş yazdı: Toplumsal direniş rengarenk (Seçtiklerimiz)
Tüm yerel ve evrensel hakların reddi için yaşam hakkını ortadan kaldırmaları yetiyor. Bunlar faşizmin karakterinde vardır, ne kadar vahşi de olsa bunların doğasına göre garip değil.
Garip olan şey faşizmin saldırıları değil, bu saldırılara karşı toplumun yeterli tavrı göstermemesidir; ama yeterliliğe ulaşması için var olanı doğru değerlendirmek gerekir.
Muktedir sıklıkla bu tabloya dikkat çekiyor: “Ne kadar diktatörlüğümüzü konuştursak da halkı ayaklandıramıyorsunuz” diyor. Ayaklanmadan anladığı nedir bilinmiyor ama galiba korktuğunun başına geldiğinden habersiz görünüyor.
Yeryüzünün en soğukkanlı yalancısının bir an için doğru söylediğini farz edelim. Nedenleri sorgulandığında ilkin militarizmin toplum üzerindeki baskısı ve militarizmin içselleştirilme düzeyinden bahsedilebilir. Buna karşı bilinç, örgütlülük ve eylem geliştirmekten, yani öncülükten sorumlu olan kadroların yaşadığı yetersizlikler de sıralanabilir. Daha başka nedenlerden de bahsedilebilir. Fakat hiçbir neden Davutoğlu’nu ve yaptıkları zulmü zere kadar haklı çıkarmaz.
Hitler, Almanya’daki taban örgütlenmelerine dayanmıştı ki her zaman “oyların tümü” onundu; Saddam her seçim sandığından yüzde 99 oy alıyordu; Kenan Evren’in Anayasası bile oy rekoru kırmıştı. Bunları bilmek sonucu değiştirmese de darbe gölgesindeki seçim sandıklarının ya da zayıf toplumsal tepkilerin faşizmi güçlendirdiğini göstermeleri bakımından önemlidir.
Şimdi gelelim esas soruna: Toplum gerçekten sessiz midir veya bu sessizlik hükümetin yaptıklarına onay vermek anlamına mı geliyor? Davutoğlu böyle olduğunu iddia ediyor.
Öyle midir değil midir? Buna kim karar verecek? Kim kazanırsa o mu?
Göründüğü kadarıyla tarihin tüm savaşlarında kazananların hükmü geçerli olmuştur. Peki, hakikat öyle midir?
Kerbela katliamını yapanların hükmünün geçerli olduğunu hangi vicdan-ahlak sahibi insan iddia edebilir?
Kim Babek’in unutulduğunu, Şeyh Bedreddin’in hayallerinin bittiğini söyleyebilir?
Hz İsa çarmıha giderken Roma kazanmış görünüyordu ama öyle olmadı; Hz İsa’nın inancı tüm Roma’nın ve dünyanın büyük çoğunluğunun dini haline geldi. Böylesi örnekler çoktur.
Faşizmin “Kazan-kazan” tarzında bir amacı olmaz, hiçbir zaman olmamıştır. Hesaplarına göre ömürleri yettiğince saldıracaklar yoksa bir anda devrilip gidecekler.
Hitler yenilgiye uğrayıp intihar etmeden sadece 3 gün önce, iktidarının bin yıl süreceğini söylemiş.
Faşizmin kazanması olası mıdır? Teorik olarak mümkündür ancak günümüz dünyasında en büyük zaferleri de elde etse, en güçlü faşizmin ömrü en fazla Hitler’in ömrü kadar olabilir.
Faşizmin en güçlüsü toplum karşısında en zayıf olanıdır.
Faşizm ne kadar katılaşmışsa toplumla alakası o kadar kalmamış demektir. Faşizm ve toplum diyalektiği de böyledir. Şimdi “toplum sessiz midir?” sorusunu bir kez daha soralım.
Faşizm toplumdan destek görmüyor, sadece toplumu bastırıyor.
“Fırtına öncesi sessizlik” sözü mevcut gerçekliği kısmen açıklayabilir; “dipten gelen dalga” sözü de gerçeğin bir başka şekilde ifadesi sayılabilir fakat sosyoloji bilimi çağımızı demokrasi çağı olarak tarif etmektedir. Bu pencereden bakalım.
Demokrasinin evrensel kabul görmüş tek tanımı, toplumun kendini yönetmesidir. Toplumun kendini yönetme hakkı, yani demokrasi ortadan kaldırıldığında toplum asla tepkisiz kalmaz çünkü o an artık varlık-yokluk anıdır.
Toplum sessiz değildir, ne denli zorlansa da faşizmin araç ve yöntemlerini kullanmadan, en demokratik şekilde direnmektedir. Mutlak sessizlik yoktur. Zulme karşı her yerde mutlaka direniş vardır.
Üstelik sadece güncel değerler değil, tarih ve doğa hep beraber direniyorlar. Tüm yitikler harabelerinden çıkmış, geleneğin gücüyle direniyorlar.
Herkes aynı şekilde, aynı yöntemle direnmez; çünkü toplum, seslerin her renginin çiçeklendiği bir demokrasi bahçesidir. Hepsinin görünür kılınması gerekir.
Direnişin toplumsallaşması demek nicelik kazanmasından çok toplumun her kesiminin direnişe katılması demektir:
Öz yönetim kentlerinde cansiperane direnenler;
Okulda, evde, iş yerinde, yolda, meydanda, yürüyüşte, hücrede direnenler;
“Bu suça ortak olmayacağız” diyerek direnenler;
Müzikle, resimle, edebiyatla, sinemayla, tiyatroyla, sporla direnenler;
Aklıyla, diliyle, kalemiyle, yüreğiyle, inancıyla, azmiyle, emeğiyle, eylemiyle direnenler;
Gülüşüyle hatta “heyecanıyla” direnenler…
Tüm renkler ve sesler aynı denize akan nehirler gibidirler!
Ve kışın karları eridiğinde coşarlar,
8 Mart kutlamalarının müjdelediği gibi
(Nurettin Demirtaş'ın bu yazısı 14 Mart tarihinde Yeni Özgür Politika'da yayınlanmıştır.)