1 Ocak 1994’te Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın (NAFTA) uygulamaya girdiği gün, Meksika’nın Chiapas eyaletindeki Zapatista hareketi, küreselleşmeye karşı bir bildirge yayınlayarak isyana başlamıştı. Zapatistalar, NAFTA’nın getireceği ekonomik entegrasyonun eleştirisi ile yola çıkmış; ancak kendileri dahil kimse, küreselleşmeyi simgeleyen bu anlaşmanın, 30 yıl sonra bir ABD başkanının tek taraflı gümrük vergisi politikalarıyla sonlanacağını tahmin etmemişti.
Hafta başından itibaren ABD Başkanı Donald Trump’ın Çin, Meksika ve Kanada’ya yönelik olarak açıkladığı ek gümrük vergileri, yalnızca ulusal ekonomiyi korumaya yönelik yüzeysel bir müdahale olarak görülmemelidir. Bu vergiler (her ne kadar Kanada ve Meksika’ya getirilen vergiler 1 ay ertelense de), uluslararası değer zincirleri ve üretim ilişkilerindeki derin yapısal çelişkilerin açığa çıkış biçimlerinden biri olarak görülebilir. Daha açık bir ifadeyle, ABD’nin askeri ve finansal hegemonyasının aksine, üretim alanındaki üstünlüğünü Çin’e kaptırması sonucu ortaya çıkan sanayisizleşme sorununu telafi etme çabasının bir uzantısı olarak yorumlanabilir.
Aynı zamanda, uygulanan bu tek taraflı politikalar, Trump’ın ülke içindeki oligarşik yönetimini güçlendirirken, dış politikanın emperyalist bir söylemle desteklenmesi yoluyla küresel arenada agresif güç projeksiyonlarına da zemin hazırlamaktadır. Kısacası, üretim alanındaki üstünlüğünü kaybeden bir hegemonik gücün bunu yeniden kazanmak için gözünü kararttığı bir dönemden geçiyoruz. Bu yazıda günümüzde ticaret savaşının ortaya çıktığı bağlamı kısaca ele alacağım.
Finansal ve askeri üstünlük, sanayisizleşme ve hegemonya sorunu
Geçtiğimiz yazılarda Çin-ABD arasındaki gerilimi Giovanni Arrighi’nin kapitalist dünya ekonomisi analizine göre tartışmanın elverişli olacağını ileri sürmüştüm. Arrighi’ye göre kapitalizmin tarihi, farklı dönemlerde hegemonik güçlerin şekillendirdiği ve birbirini izleyen “sistemik birikim döngüleri”nden oluşur. Her birikim döngüsü, maddi genişleme ve finansal genişleme olmak üzere iki aşamadan geçer. Maddi genişleme dönemlerinde üretim ve ticaret artarken, finansal genişleme dönemlerinde sermaye, üretimden finansal araçlara kayar. Bu döngüler, hegemonik güçlerin yükselişi ve düşüşüyle yakından ilişkilidir.
Arrighi’nin analizine göre, hegemonik güçler, finansal genişleme dönemlerinde sermayeyi üretimden finansal araçlara yönlendirirken, bu süreç aynı zamanda hegemonik güçlerin zayıflama dönemine işaret eder. ABD’nin günümüzde yaşadığı finansallaşma süreci ve üretim üstünlüğünü kaybetmesi, hegemonik döngünün sonuna yaklaşıldığını ima etmektedir.
Gerçekten de ABD, 20. yüzyılın ortalarından itibaren hegemonik bir güç olarak maddi ve finansal genişleme süreçlerini yönlendirmiştir. Ancak, 1970’lerdeki kriz sonrasında uygulanan neoliberal politikalar ve sonrasında gelen küreselleşme ile pek çok Batılı ülkede olduğu gibi ABD’de de sanayisizleşme temel ekonomik doğrultu haline gelmiştir.
Görünürde ABD, askeri ve finansal alanlarda hegemonik bir güç konumunda olsa da, üretim sektöründe yaşadığı üstünlük kaybı, uzun yıllardır devam eden sanayisizleşme sorununu derinleştirmiştir. ABD’deki sanayisizleşmenin simetrik karşılığı, üretim alanındaki üstünlüğün Çin’e geçmesiydi. Bu ise ABD’nin hegemonik konumunu tehdit etmektedir. Bu bağlamda, Trump yönetiminin uyguladığı gümrük vergileri, ABD’nin üretim alanındaki hegemonyasını yeniden tesis etme çabası olarak değerlendirilebilir.
1930’ların Smoot-Hawley Tarife Yasası ve bugün için dersler
Trump yönetiminin uygulamaya koyduğu gümrük tarifeleri için sıklıkla verilen tarihsel örnek, 1930’lu yıllarda ABD’nin uygulamaya koyduğu Smoot-Hawley Tarife Yasası’dır. Özellikle Trump’ı eleştirmek için sıklıkla ve yanlış bir analoji kurularak verilen bu örnekte, Büyük Buhran döneminde ABD’de yerli üreticileri korumak amacıyla çıkarılan Smoot-Hawley Tarife Yasası sonrasında, diğer ülkelerin misilleme hamleleriyle zincirleme bir reaksiyon oluşmuş ve bu ticaret savaşı, küresel ticaretin daralmasına ve ekonomik bunalımın derinleşmesine yol açmıştır.
Ancak Michael Pettis’in belirttiği gibi, 1930’ların örneğini günümüze getirmek hatalı olur. Bunun temel nedeni, bu iki dönemde ABD ekonomisinin büyüme modelinin farklı olmasıdır. 1930’larda ABD’de ticaret fazlası söz konusuyken, şu anda durum tam tersi yani ticaret açığı söz konusudur. İlk durumda gümrük vergileri yurt içindeki üretimi olumsuz etkilerken ikinci durumda teşvik etmesi beklenebilir. Dolayısıyla gümrük vergilerinin ‘işe yaraması’ olasılığını konuşurken 1930’ları örnek vermek açıklayıcı değildir.
Uluslararası misillemeler ve emperyalist politikalar
Tarihsel örneklerden günümüze dönersek, Trump’ın gümrük vergilerini sadece ekonomik amaçlı değil, aynı zamanda çeşitli dış politika hedeflerine ulaşmak için bir araç olarak kullandığını savunan yorumcular da var.
Özellikle Kanada ve Meksika’ya konulan vergilerin bir ay ertelenmesi, gümrük tarifelerinin karşılıklı pazarlıklarda kullanılan bir yaptırım gücü olarak kullanıldığını gösteriyor. Gümrük vergilerinin bu tip bir ‘aktif kullanımı’, 1945 sonrası oluşan ‘kural-temelli’ uluslararası sistemin de sonu anlamına geliyor. Bundan sonra diğer ülkelerden (özellikle de Çin’den ve AB’den) göreceğimiz misilleme hamleleri, ABD’nin dış politikasında daha zorlayıcı ve agresif politikaları beraberinde getirebilir.
Kısacası ABD bu yeni gümrük politikasıyla, üretim alanındaki gerilemesini telafi etmeye çalışırken, uluslararası güç projeksiyonunu askeri ve finansal üstünlüğünün ötesinde, üretim ve ticaret alanına yayarak, yeniden hegemonik güç olma özelliğini onarmaya çalışıyor.
İleriki yazılarda bu politikanın enflasyon, faizler ve genel olarak dünya ekonomisinde farklı büyüme modellerinin birbiriyle etkileşimi ile ilgili yansımalarını izlemeye ve yorumlamaya devam edeceğim.