Bir fotoğrafı vardı o günün;
Kimi sırtını duvara vermiş, kimi yere oturmuş, kimi ayakta… Kimi daha önce hiç sınır görmemişti, kimi savaşın içinden geçmişti. Ama hepsi bir araya gelmişti. Kobani’ye oyuncak, boya kalemi, kitap, insan selamı götürmeye… O kadar. Bir halkın yıkılmış kütüphanesine kitap taşırken öldüler.
Bugün 10 yıl oldu.
Suruç Katliamı, Türkiye topraklarında sadece bir bomba değil, bir niyet patlamasıydı. Gençlerin bedenlerine değil, bir kuşağın düşlerine, cesaretine, direngenliğine, dayanışma fikrine yapıldı o saldırı. Ve hâlâ açıkta duran bir sorunun cevabı gibi. Barış isteyen neden öldürülür?
Ben hiçbirini tanımıyordum. Ama tanıyor gibiydim. Mahallede aynı duvarlara yazı yazmıştık belki. Aynı yürüyüşlere omuz vermiştik. Aynı kitapları okumuştuk, aynı yoksulluğu, aynı öfkeyi paylaşmıştık. Tanımıyordum ama eksik kalan bir sayfa gibi taşıyorum hepsini. O gün orada olabilirdim. O gün orada olabilirdik.
Katliamın üzerinden on yıl geçti. Ama ne bir yüz hesap verdi, ne bir kişi özür diledi. Bizzat göz yumanların, yolu açanların, sonrasını daha da karanlık yapanların gölgesi hâlâ üzerimizde. Suruç’un ardından gelen Ankara Gar Katliamı, Cizre bodrumları, şehir savaşları, kanlı OHAL süreci… Hepsi bir zincirdi. Ve ilk halkası Suruç’tu.
Bu yazıyı unutmadık demek için yazmıyorum.
Unutturmayacağız da demiyorum.
Çünkü bu memlekette unutmak için önce hakkıyla anlatmak gerekir. Hâlâ anlatılmadı. Katillerin ismi bile mahkeme tutanaklarına kısık sesle girdi. Devletin eli IŞİD’in sırtını ne kadar sıvazladı, hâlâ sorulmuyor. Gençlerin kanı yere aktı, sonra o kanın üstüne bir sistem kuruldu.
Ama biliyorum,
Her yıl temmuz güneşi vurduğunda Suruç’taki o duvar hâlâ orada duruyor. Ve o duvarda o gölgeler hâlâ yaşıyor.
Biri gülümsüyor, biri slogan atıyor, biri defterine bir not düşüyor.
Bir ülke değişsin diye yola çıkan çocukların gölgesi hâlâ gözlerimizin önünde.
O gölgeyle yaşamak, hatırlamak değil sadece.
Direnmek.