Türkiye halklarının isyanı bir kez daha tarih sahnesindeki yerini aldı. Tahrir’de, Wall Street’te, Sintagma’da olduğu gibi dünya devrim mücadelesine dersler bırakacak günler yaşıyoruz.
Sadece sokaklar değil, düşünme biçimleri, alışkanlıklar, uyuşukluklar da alt üst oluyor. Bir hafta önce hayatın rutinini kolay kolay bozulmaz gören pozitivist akıllar, şimdi olup bitenin peşinden sürükleniyor. Toplumsal gelişmelerin matematik probleminin çözümü gibi ilerleyeceğini düşünen rasyonalistler, evrim-devrim diyalektiğinin sıçrama anlarını gözden kaçırmanın şaşkınlığını yaşıyorlar.
Toplumsal mücadeleler yavaş yavaş biriktirerek ilerlediği gibi, kimi anlarda sıçramalarla büyük yollar da kat ederler. Ve bu duruma hazırlıklı, açık olmayan örgütsel paradigmalar bu sıçrama anlarında akıl tutulması yaşayıp donup kalırlar. Biz bunu yakın zamanda Tunus’ta, Mısır’da, ABD’de gördük.
Elbette bu kendiliğinden hareketleri bir politik devrim hamlesinin yerine koymuyoruz. Bu hareketlerin öyle bir noktaya gelebilmesi için en başta bu dönemin ruhuna uygun birleştirici, kapsayıcı, taşıyıcı bir önderliğin ortaya çıkabilmiş olması gerekir. Her ne kadar bu hareketler henüz ciddi dönüşümlere yol aç(a)mamış olsalar da ezilenlerin ve emekçilerin zihninde büyük sıçramalara, yeni konumlanmalara imkan tanımıştır.
12 Eylül’den bu yana her geçen gün daha fazla köşeye sıkıştırılan halk, devletin Taksim Gezi Parkı’na sert müdahalesiyle korku duvarını yıktı ve sokaklara aktı. Mutlaka vurgulamak gerekir ki bu korku duvarının yıkılmasında 1 Mayıs’tan bu yana süren devlet tehdidine ve polis şiddetine rağmen Taksim sokaklarını terk etmeyen devrimcilerin özel bir yeri vardır. Devletin polis gücünün vahşice saldırılarını cesaret ve ustalıkla püskürten devrimciler kitlenin korku duvarlarının yıkılmasında en önemli darbeyi vurmuştur. Ve bu ilk andan sonra, üç gün öncesine kadar belki de hiçbir politik gündemi olmayan binlerce genç barikatların ön saflarında yerlerini almıştır.
Devrimci bir özne, devrimi ileride bir vakit olacak bir şeymiş gibi değil de güncel olarak algılayan bir siyasal özne, bu gelişmelerden ancak heyecan duyabilir! Gelişmeleri, örgütsüz kitlelerin sokağa yansıyan lümpenliğini “kaygı verici gelişmeler” olarak algılayıp kenarda bir an önce bu sürecin bitmesi için bekleyen bir anlayışın devrim yürüyüşünde yeri olmayacaktır. Devrimcilerin bu süreçte yapması gereken şey boylu boyunca hareketin içine girip, kitlenin ideolojik, pratik öncülüğünü bileğinin hakkıyla kazanmasıdır. Nitekim Taksim’de durum tam da böyle olmuştur. Polis püskürtüldükten sonra alanları dolduran yüzbinlerin CHP’li, TGB’li hatta MHP’li oluşu çok da önemli değildir. Alanın hakimiyeti devrimcilerin elindedir. Bu, tüm alanı yönetebildiğimiz, koordine edebildiğimiz anlamına gelmiyor elbette. Ancak Taksim Meydanı kazanılırken devrimcilerin gösterdiği cüret kitle üzerinde hak ettiği hegemonyayı sağlamıştır.
Bundan sonrası ağır bedeller verilerek ve büyük bir mücadeleyle elde edilen kazanımları korumak, bu isyanda elde eden birikimleri bir sonraki hamlenin cephanesi yapabilmektir. İşte bu da başka bir ustalık gerektirmektedir. Sadece “an”a ve bulunduğu mekana kilitlenmiş bir bakış, gelişmeleri, güçler dengesini doğru değerlendiremeyecektir. Şimdi yapılması gereken bu direnişi somut kazanımla yeni biçimlere aktarabilmektir. Yerellerdeki mücadeleleri, bir kazanım atmosferi oluşturacak eylem ve etkinliklerle tarihsel birikim yatağına akıtabilmektir.
Durum analizinde dört çizgiyle aramıza mesafe koyarak kendi konumlanışımızı daha da netleştirelim.
Birinci yaklaşım, yitirilmiş yaşamlar, binlerce yaralı ve gözaltıyla kazanılmış bu siyasal atmosferi hızla bir eğlence, festival, karnaval havasına çevirme eğilimidir. Evet, elbette vuruşanlar, zaferlerini kutlayacaklardır da. Ancak bu katlamalar siyasal içeriği boşaltılmış, ülke genelinde süren direnişlerden, hatta yanı başındaki barikatlarda devam eden çatışmalardan bihaber kutlamalar olamaz!
İkinci yaklaşım, kazanımı abartan ve en keskin, en radikal hedefi işaret ederek alanın en devrimcisi olduğunu sanan yaklaşımdır. Kimi siyasal yapılar mevcut durumun İstanbul’un idaresini ele alma imkanı sunduğunu bile iddia edebilmiştir. Başta da belirttiğimiz gibi mücadele birikimler ve sıçramalarla iç içe gidecektir. Her ikisine de hazır olmak, ikisinden birine takılıp kalmamak gerekmektedir.
Üçüncü yaklaşım ise direnişin içerisinde ulusalcılar, milliyetçiler var diyerek mücadele alanından uzak duran, yarım ayak katılan, hızla uzaklaşan eğilimlerdir. Elbette tamamen ulusalcıların başlattığı, organize ettiği, hakim olduğu alanlarda işimiz olmaz. Ama başta sosyalistler olmak üzere, ekolojistlerin, anarşistlerin, feministlerin öncülüğünü yaptığı bir alanda ulusalcı, cinsiyetçi hatta ırkçı nüveler var diye alanlardan uzak durmak en hafif deyimle gelişmeleri doğru okuyamamak olacaktır.
Son olarak ise kimi demokratik kitle örgütlerindeki temsilcilerine, direnişin koordinasyonundaki bağlantılarına güvenerek kolektif bir isyan olan bu süreci tek başına kendi hanesine yazdırma beyhude çabasıdır. İradesini kapsayıcı, kolektif bir pratikle değil de yaptım oldu uyanıklıkları, ayak oyunları, el çabukluklarıyla kabul ettirmeye çalışanlar kaybedeceklerdir.
SYKP olarak direnişin örüldüğü ve isyanın başladığı andan itibaren en ön saflarda yer aldık. Bu süreçte ne gücümüzü abarttık ne de “gerçekçiliğin” imkansızlıklarında boğulup kaldık. Hep bir adım ilerisine odaklandık ve bulunduğumuz her alanda siyasal etkimizi daha da arttırmaya odaklandık.
Belli ki önümüzdeki günler daha da yoğun mücadeleler bizi beklemekte. SYKP’yi tam bir isyan şafağında kuruyoruz. Şimdi “çapulcuların” söz, yetki, karar ve iktidarı ele alması için mücadeleyi yükseltme dönemindeyiz. Ya isyanla birlikte büyüyecek ve hep birlikte bu karanlık dünyayı aydınlatacağız, ya da daha yoğun bir baskı, zulüm ve sömürüyle yüz yüze kalacağız.
Direniş alanlarında hep söylediğimiz gibi: Yorulanlar, yaralananlar, gazlananlar arkaya, dinlenenler, iyileşenler, enerjikler ön saflara!