Cumartesi Anneleri, baskıya, gözaltına, polis şiddetine rağmen 26 yıldır kayıplarının akıbetini soruyor. İnsan Hakları Derneği Kayıplar Komisyonu Üyesi Sebla Arcan ile Cumartesi Anneleri’nin 26 yıllık mücadelesini konuştuk: “İlk oturmaya başlarken ‘kayıpları sağ aldınız sağ istiyoruz’ sloganı ile başlandı. Ancak süreç içinde bu bir hakikat ve adalet mücadelesine dönüştü.”
Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç’un zorla kaybedilmesinin ardından ilk kez 27 Mayıs 1995’te İstanbul Beyoğlu’ndaki Galatasaray Meydanı’nda bir araya gelerek kayıplarını soran Cumartesi Anneleri, 26 yıldır mücadelelerini sürdürmeye devam ediyor.
Cumartesi Anneleri eylemlerinin 26. yıldönümü vesilesi ile sürecin başından beri takipçilerinden olan İnsan Hakları Derneği Kayıplar Komisyonu Üyesi Sebla Arcan ile konuştuk.
‘Bir vahşet yöntemi aslında’
“Gözaltında kaybetmeler despotik rejimlerin muhaliflerini ortadan kaldırma ve bundan çok daha önemlisi topluma büyük bir suskunluk dalgası yayma amacıyla kullanılan bir yöntem. Bir vahşet yöntemi aslında… Dolayısıyla dünyadaki despotik rejimlerin uyguladığı bir yöntem. Bizim topraklarımızda da Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’e miras olarak aktarılmış bir uygulama. Türkiye’de de 1936 yılında bir işçi önderi olan Salih Bozışık’ın gözaltında kaybedilmesiyle birlikte başlayan bir süreç.”
‘Failler cezasızlık zırhıyla korundu’
“O dönem de 12 Eylül Askeri Darbesi’ne kadar Türkiye’de 5 kişi gözaltında kaybediliyor. 12 Eylül Darbesi bir dönemeç. Bu dönemde çok daha fazla kişi gözaltında kaybediliyor. 15 kişi. Tabii bu İHD’nin kayıtlarına giren rakamlar. 90’lı yıllar gözaltında kaybetmenin sistematik bir devlet politikası olarak uygulandığı döneme tekabül etti. Edirne’den Diyarbakır’a, İzmir’den Hakkari’ye, Artvin’den Adana’ya ülkenin pek çok yerinde yüzlerce insan gözaltına alınarak kaybedildi. Bu insanlar gözaltına alınıp kaybedilirken hakikati kamuoyuna taşımakla görevli olan yaygın medya sustu. Akademi dünyası konuyla ilgili bilgi üretmedi. Ve Türkiye’deki yargı sistemi bu suçu görmezden geldi. Faillerini cezasızlık zırhıyla korudu. Ülkede yüzlerce kişi kaybedilirken bu herkesin bildiği bir sırra dönüştü. Üzerinde konuşulmayan bir sırra dönüştü. Ve ülkenin özellikle batı tarafında da bu hakikat tamamen görmezden gelindi. Çünkü devletin bu suçları gizlemeye yönelik çok aktif bir çalışması vardı. Devletin bu çabasına akademi, medya ve yargı da yardım etmiş oldu.”
‘Devlet suçüstü yakalandı’
O dönem İstanbul’da bir kaybetme merkezi haline gelmişti. İstanbul’da onlarca insan kaybedildi. 42 gözaltında kaybetme vakası İnsan Hakları kayıtlarına girdi. Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç 1995 yılında kaybedildiler. Onların kaybedilmeleriyle birlikte çok büyük kampanyalar yürütüldü. Tabii ki ailelerinin de bunda çok büyük bir payı var. Bu kampanyalarla kamuoyunun gündemine gözaltında kaybetme suçu taşındı. Yani o güne kadar ana akım medyada hiç yer almayan haberler Hasan Ocak’la birlikte ana akım medyaya da taşındı. O dönemde insan haklarından sorumlu devlet bakanı Algan Hacaloğlu bu olayın üzerine gitti. Bir rapor hazırladı ve kamuoyuna taşınmasına katkı sundu. Dolayısıyla bu olayın kamuoyunun gündemine gelmesi Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç’un cansız bedenlerine kimsesizler mezarlığında ulaşılmasıyla devam etti. Cansız bedenlere ulaşıldığı zaman devletin resmi raporlarında yazılı olan işte parmaklarında mürekkep izi olması, pantolonlarının kemersiz olması, ayakkabıların bağcıksız olması, saat, cüzdan ve kimlik gibi kişisel eşyaların bulunmaması ve çok ağır işkence izlerinin vücutlarında bulunması vb şeyler gözaltına alınmış olduklarını işaret ediyordu. Ayrıca Hasan Ocak’ın gözaltına alındığına dair tanıkları da vardı. Devlet suçüstü yakalandı. Ve Diyarbakır’da Mardin’de değil İstanbul’da medyanın merkezinde devlet suçüstü yakalandı. Bunun bir sonuç getirebileceğine inanmak istemiştik. Ama yine ülkenin olağanüstü hal bölgesindeki tablodan farksız bir tablo çıkmadı. Savcılar, “Türk polisi işkence yapmaz insan öldürmez” diyerek bu suçu görmezden geldi.”
‘Kayıpları sağ aldınız sağ istiyoruz’
Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç için aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen hala hukuki bir süreç gerçek anlamda işletilmiyor. Dosyaları hala raflarda. Şimdi Gerçek bu kadar açıkken devlet suç üstünde yakalanmışken, devletin bir bakanı Ocak ailesinden devlet adına özür diliyorum diyerek suçu üstlenmişken biz hiçbir şey yapamamıştık hukuki olarak. Bunun üzerine kayıplar gerçeğini kamuoyuna taşımak, gündemde tutmak, unutturmamak, toplumsal hafızada yer alsın diye 27 Mayıs 1995’de saat tam 12.00’da Galatasaray Meydanı’nda İstanbul’un tam kalbinde sessiz bir eylem yapma kararı alındı. Orası bir dört yol ağzıdır ve İstanbul’da yaşayan her kesimden insanın geliş-geçiş noktasıdır. Bu nedenle görünürlüğü çok yüksek bir mekandır. İlk oturmaya başlarken “kayıpları sağ aldınız sağ istiyoruz” diye başlandı. Ama süreç içinde bu bir hakikat ve adalet mücadelesine dönüştü. Cumartesi oturmaları devletin sistematik kaybetme politikasının önünde set oluşturdu. Cumartesi Anneleri’nin mücadelesi sonucunda devlet artık sistematik olarak insanları kaybedemez hale geldi. Sonrasında bu artık hakikat ve adalet mücadelesine dönüştü. Devletin tarihten ve hafızadan silmek istediği gözaltında kaybedilen kişileri bugüne taşımak, bugünde yaşatmak devletin görmezden geldiği duyulmasını bilinmesini istemediği suçu toplumsal bellekte yer etmesini sağlamak bu mücadelenin ana hedeflerinden biri oldu.
Video röportajın tamamı için videoyu izleyebilirsiniz…