O zamanlar Kanal D’de çalışan Fatih Altaylı’nın 1997’de Lübnan’da PKK Lideri Abdullah Öcalan’la gerçekleştirdiği söyleşi, Hareket tarafından kurulan “Özgür Düşünceler” isimli internet sitesinde, söyleşinin üzerinden 28 yıl geçtikten sonra yayımlandı. Terörle Mücadele Kanunu’nun 8. ve 30. maddeleri gerekçe gösterilerek söyleşinin o günlerde yayımlanması engellenmişti.
Dört bölüm halinde yayımlanan söyleşi, o dönemin yanı sıra bugüne dair de önemli noktaları aydınlatıyor.
Türkiye medyasının büyük bir kısmı bir klasik olarak sürece rağmen çok vurucu bölümler içeren söyleşiyi görmedi. Özgür basın geleneğinden gelen kurumların yanı sıra Medyascope da risk alarak söyleşiyi Youtube kanalından yayımladı.
Bu söyleşinin en önemli yanlarından biri, PKK tarafından beslendiği düşünülen savaşın, aslında PKK tarafından beslenmediğini yalın ve net bir şekilde ifade etmiş olması. Çünkü Öcalan, bu söyleşide, özellikle onu yakından takip etmeyenler tarafından, “savaş yanlısı” bir figür olarak bilinmesine karşın, öyle olmadığını sözlerinin yanı sıra mimikleriyle de gösteriyor. Savaştan bahsederken yüzü ekşiyor, Türkiye’nin demokratikleşmesi konusu açılınca ise tebessüm ediyor.
“Güzel bir Türkiye için yanıp tutuşuyorum.”
“Ben iddia ediyorum. Halis muhlis, ben bir Türkiye Anadolu’sunun çocuğuyum.” diyor Öcalan ve ekliyor: “Ben şu anda güzel bir Türkiye için yanıp tutuşuyorum ve çok açıkça söyleyeceğim yani: Bu işi artık ben çözeceğim.”
Abdullah Öcalan, 13 askerin hayatını kaybettiği, 8 askerin kaçırıldığı 1995 Şemdinli baskınına da değiniyor, kaçırılan askerler hakkında şunları söylüyor: “Aç kaldık, susuz kaldık fakat bu Anadolu çocuklarına tek fiske vurmadık. Bunu bir siyasi diyalog sürecine çevirmek için bilinçli olarak uzattım. Türk halkı bunu böyle anlayabilmeli. Birkaç askeri bıraktık, insan hakları gününe denk getirdik. Basın huzurunda halkın kardeşlik talebini göstermek istedik. Son yılların en acı sahnesi, o ana ile o askerin kucaklaşmasıdır. Bu çok önemli. Yürekleri paramparça gittiler. PKK’nin asker vurma gibi bir sorunu yok. Biz çok doğal, insani, demokratik talepler peşindeyiz. Biz bunun yolunun açılmasını istiyoruz.”
Öcalan, yine aynı söyleşinin ilerleyen bölümlerinde savaşın uzamasını dış güçlerin istediğini ve Türkiye’yi tehlikeli durumlara getirmek isteyen bazı çevrelerin olduğunu söylüyor, savaşın Türkiye’yi bataklığa sürüklemek anlamına geldiğini ifade ediyor.
Söyleşinin dördüncü ve son bölümünde ise Öcalan savaş karşıtlığını hiç olmadığı kadar yalın anlatıyor. Türkiye’yi düşman olarak göremediklerini, 1997 yılı içinde gerçekleşecek bir siyasî çözüm ihtimali için umutlu olduklarını ve en önemlisi de devleti demokratikleştirmek gerektiğini, “devlet baba” felsefesini yenmek gerektiğini söylüyor.
Bu söyleşinin gerçekleştiği 1997 yılından önce devlet ve PKK arasında 1993 yılında bir ateşkes olmuş, bu ateşkesin çözüm yolunda atılan adımlardan biri olduğu söylenmişti. Ancak Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yaşamını yitirmesi ve sürecin provoke edilmesiyle çatışmalı süreç tekrar başlamıştı.
Öcalan, bu söyleşide “Koşulsuz ateşkese varız, barış temsilcileri nereden, kimden gelirse gelsin, sağdan olur, İslamcılardan olur, gelirlerse büyük saygıyla karşılayacağım.” diyor.
Aynı bölümün ilerleyen kısımlarında Öcalan “Devlet küçülsün, insanlar büyüsün.” diyor ve “Devleti fetişleştirmişsiniz; devleti demokratikleştirmek lazım, ‘devlet baba’ felsefesini bırakmak lazım.” diye konuşuyor.
Bu söyleşiye nereden bakılırsa bakılsın, savaşı değil barışı büyütmek isteyen bir Abdullah Öcalan olduğu görülür. Kimilerinin söylediği gibi Öcalan’ın hapse girince fikirlerinin değiştiği, korktuğu için barış dediği iddiaları sadece bu söyleşiyle bile çürütülebilir.
On yıllardır binlerce insanın canına mal olmuş bu savaşı Ankara’yı Diyarbakır’dan, Diyarbakır’ı Ankara’dan koparmadan çözme önerisi yeni bir öneri değil. Demokratik cumhuriyet, yeni bir hedef değil. 1997’de Öcalan’ın Libya’da Altaylı’ya söyledikleriyle, bugün İmralı Cezaevi’nden dünya kamuoyuna söyledikleri arasında pek az fark var.
1997’nin Öcalan’ı, savaştan nefret eden bir gerilla lideri portresi çiziyor. Sadece sözleriyle değil mimikleriyle de. Bugün ise 1997 yılında söylediklerini daha da derinleştiriyor ve kendisini dinletiyor.
Öcalan’ın siyasî çözümlemeleri, pratikleri ve fikirleri eleştiriden muaf değil. Ancak eğer Türkiye’de toplumsal barış isteniyorsa, bir kulağın da İmralı Cezaevi’nde olması şart, geçmişi öğrenmek isteyenler ise mutlaka zamanını 1997’ye ayarlamalı, Lübnan’a gitmeli, geçmişten bugüne gelen o sese kulak vermeli.
