Liberal demokratik siyasi düzenin temel ölçütleri açısından bakıldığında bugün tam demokrasi olarak nitelendirilebilecek çok az ülke var. Dahası, bu ülkelerde bile insan onuruna yaraşır bir toplumsal düzenin kurulmasını engelleyen yapısal sorunlar söz konusu. Diğer bir deyişle, kapitalist düzenlerde demokrasi adına görüp görebileceğimiz düzelme ve iyileşmelerin ciddi, hatta aşılamaz sınırlılıkları var. Bu nedenle demokrasiyi ideal ve değerlerden çok mevcut kapitalist sosyo-ekonomik kuruluşların elverdiği ölçüde yaşanabilen göreli bir iyilik durumu olarak ele alırsak, içinde yaşadığımız çağda durum şu: Liberal demokratik düzen(ler), belki de modern tarih boyunca görülmemiş boyutlarda derin bir kriz içinde ve bu kriz, basitçe bir siyasal rejim krizi değil; bizatihi kapitalist devlet formunun çok boyutlu bir ‘‘artık kriz yönetememe’’ krizi. Öyle ki, 1940’lardan bu yana ilk defa dünya üzerinde otoriterleşmekte olan devlet sayısı, demokratikleşmekte olanları geçmiş durumda ve otoriterleşmenin durdurulabildiği ya da geri döndürülebildiği örnek de çok az.
Yaygın olarak 90’ların ortalarında başladığı düşünülen ve zirve noktasına 2017-2018 yıllarında ulaşan son otoriterleşme dalgası içinde Türkiye, otoriter işleyişin tam olarak kurumsallaştığı başkanlık rejimine 2018’de geçişiyle, oldukça tipik bir örnek. Ancak parçası olduğu Batı ittifakındaki ya da dünyanın başka yerlerindeki demokrasilerde yaşananlardan çok daha derin ve sarsıcı bir otoriterleşme deneyimini, ülke tarihinin en derin ekonomik ve toplumsal değerler krizi ile birlikte yaşamakta. Özellikle 2024 sonbaharından itibaren mevcut iktidar koalisyonunun attığı adımlar, aslında yirmi yılı aşan AKP iktidarı boyunca istikrarlı bir şekilde devam eden bu süreci, yüzyıllık Türkiye Cumhuriyetini tam otokrasiye sürükleyebilecek benzersiz bir aşamaya taşıdı.[1] İşte tam da bu ‘‘tam otokrasiye geçiş’’ ya da ‘‘otoriter konsolidasyon’’ aşamasında, yüz yıllık cumhuriyetin en temel demokrasi meselesi olan Kürt meselesinde yeni ve öncekilerden farklı bir barış süreci başlatıldı. Aynı anda birlikte sürüdürülemeyecek bu iki siyaset bir şekilde ilerletilirken, doğal olarak şunu tartışıyoruz: Otokrasi içinde demokratik bir barış mümkün olabilir mi? Bir şekilde sağlanabilecek hatta sağlanmış görünen barış, mevcut otoriter kuruluşun yönünü demokrasiye döndürebilir mi? Kürt siyasi hareketinin mevcut iktidar koalisyonuyla yürüttüğü pazarlık -bu nahoş kelimeyi, aşağıda açıklayacağım nedenlerle özellikle kullanıyorum- en azından bu otoriter konsolidasyon sürecini durdurabilir mi?
Türkiye’deki otoriterleşmeyi küresel ölçekteki benzerleriyle ortaklaştıran unsurlardan biri, hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı ilkelerini işlemez hale getiren anti-demokratik yasa ve pratiklerle yargının iktidarın tam kontrolü altına alınması ve denetlenemez hale getirilmesi. Bu sayede, bugün iktidar koalisyonu partileriyle yakın bağlar içindeki hakim ve savcılar her düzeydeki mahkemelerde, bu antidemokratik yasalara dayanarak başlattıkları soruşturma ve davalarla muhalefetin etkisizleştirilmesinde, otoriter rejimin konsolidasyonunda başat rolü oynuyorlar. Yine diğer otoriterleşme örneklerine benzer bir biçimde Türkiye’de siyasi güç yürütme elinde oldukça yavaş ve istikrarlı bir şekilde yoğunlaştı. Siyasi düzen, seçilmiş bir iktidar tarafından, yasal, kurumsal ve kültürel pratiklerle otoriterliğe doğru yavaş yavaş dönüştürüldü; temel hak ve özgürlüklerin sürekli gerileyişine toplum ve siyasi aktörler alıştırıldı. Otoriterleşmenin uzun bir zamana yayılması, sürece itiraz edebilecek veya durdurabilecek aktör ve yapıların rıza üreten mekanizmalarla otoriter pratik, kurum ve işleyişlere entegre edilmesini mümkün kıldı. Dolayısıyla Türkiye’deki ve benzeri pek çok ülkedeki otoriterleşmenin anlaşılması, tam da bu ‘‘toplumun ve muhalefetin entegrasyonu’’ meselesinin anlaşılmasına bağlı. Seçimle iktidara gelen liderler, kendi anayasalarını ihlal ederek iktidarlarını güçlendirirken, muhalefet partileri, sermaye, bürokrasi, sivil toplum örgütleri ve örgütlü emek güçleri neden etkili itirazlarda bulunamadı ya da bulunduklarında da bu itirazlar nasıl bertaraf edildi? Temel hak ve özgürlükler sürekli daraltılırken, ancak bu hak ve özgürlüklerle var olabilecek toplumsal güçlerin etkisizleştirilmesi nasıl mümkün olabildi? Gerçekten de Türkiye, Brezilya, Macaristan, Polonya, Venezuela gibi ülkelerin otokratlarının en büyük başarısı iktidarlarını garantileyen anti-demokratik adımları maharetle atarken, rejimin demokratik görünümünü korumaları. Bu çerçevede Türkiye’nin özgünlüğü şu: Bu uzun otoriterleşme süreci, sadece iktidara destek veren değil, muhalif olan ya da olması gereken aktörlerin de farklı stratejilerle sürece entegre edildiği ‘‘otoriter pazarlıklarla’’ interaktif bir şekilde yürütüldü. Otoriter pazarlık, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özellikle 2015 genel seçimlerinin ardından kurulan İslamcı ve ultra milliyetçi ittifakın lideri olarak, giderek şiddetlenen ekonomik krize ve oy kaybına rağmen muhalif kesimleri etkisizleştirebildiği, hem kendi iktidarını koruduğu hem de otoriter rejim inşasını adım adım ilerletebildiği ve halen de kullandığı çok etkili bir iktidar stratejisi.
Otoriter pazarlık siyaset biliminde özel bir kavram. Ortadoğu, Afrika ve Güney/Doğu Asya ülkelerindeki uzun tek kişi/tek parti yönetimlerinin, refah dağıtımı karşılığında, yönetilenlerin sivil ve siyasal haklarından vazgeçmelerini, otokratların baskı ve şiddetine rıza göstermelerini ifade ediyor. İleri düzeyde kapitalistleşmelerine rağmen (için?) tam demokrasiye geçemeyen, kusurlu-hibrid demokrasi kategorileri arasında gidip gelen Meksika, Güney Kore, Brezilya, Polonya, Macaristan, Venezuela ve Türkiye gibi ülkelerde ise daha karmaşık bir süreç. Rejim henüz tam otoriterleşmediği için, hala yapılabilen serbest seçimlerin kazanılması ve aynı zamanda da otoriterleşmeye dur diyebilecek muhalif aktörlerin, siyasi partilerin, sermaye aktörlerinin, bürokrasi ve sivil toplum örgütlerinin, hatta oylarına ihtiyaç duyulan aşırı/köktenci kesimlerin dahi entegre edilmesi gerekiyor. Bu nedenle tüm bu aktörlerle demokratik pazarlık görüntüsü yaratan, ancak aslında hem rejimi dönüştüren hem de otoriter liderin iktidarını güvence altına alan pazarlıklar kurgulanıyor. Bu pazarlıkları gelişmiş demokrasilerdeki toplumsal müzakerelerle karıştırmamak gerekiyor. Çünkü bu pazarlıklar tek kişi yönetimlerini iktidarda tutarken, pazarlığın diğer tarafını etkisizleştirerek otoriterleşmenin derinleşmesine neden oluyor. Demokratik alanı açmadığı gibi mevcut otoriter rejimi meşrulaştırarak alternatifsizleştiriyor.
AKP iktidarı 2011’den itibaren farklı aktör ve kesimlerle yürüttüğü otoriter pazarlık stratejilerine dayanmaya başladı: İlk olarak geniş vatandaş kesimleriyle popülist yeniden dağıtım üzerinden yürütülen Orta Doğu tipi geleneksel otoriter pazarlık yoluyla, kendisine bağımlı bir seçmen tabanını adeta kemikleştirdi. Sadece kamu kaynaklarını değil, ihalelerde ayrıcalıklar, avantajlı sözleşmeler, ucuz kredi ve vergi avantajları ile yarattığı bağımlı bir sermaye kesiminin kaynaklarını da belediyeler, dini vakıflar, tarikatlar ve sivil toplum örgütlerinden oluşan bir dağıtım ağı aracılığıyla bu kesimlere kesintisiz bir şekilde aktardı. Ekonomik krizin etkilerinden korunan bu kesimler gittikçe otoriterleşen pratiklerine rağmen iktidara bağlı kalmaya devam ettiler ve etmekteler. İkinci olarak rant dağıtımı üzerinden farklı sermaye gruplarıyla yürütülen otoriter pazarlık, sadece yukarıda sözü edilen yeni bağımlı sermaye aktörlerinin değil, geleneksel büyük sermayenin de iktidara desteğini sürekli kıldı. Bu kesim muazzam ekonomik gücünü asla iktidara karşı kullanmadı; tersine sopa-havuç taktikleri ile kontrol altında tutuldu. Büyük vergi cezaları, kamu bankalarından sağlanan kredilerle iktidara yakın gruplara servet transferi ve muhalif iş insanlarına yapılan ağır baskılar bu kesimi otoriter pazarlık içinde tuttu. Sermaye, ekonomi yönetiminin keyfileşmesine, hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığının tahrip edilmesine karşı etki yaratacak, caydırıcı eylemlerde bulunmadı. 2018-19’da uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye’nin kredi notunu ekonomi yönetiminin şeffaflıktan uzaklaşması ve hukukun üstünlüğü ilkesinin zarar görmesi nedeniyle düşürdüklerinde ülkenin en güçlü iş örgütleri açıklamalarla yetindiler. 2018’den itibaren ekonomik kriz giderek derinleşirken, faiz ve kur politikalarının kuralsızlaşmasına, seçim odaklı politikalara itiraz edilmediği gibi, vergi aflarından, arazi rantlarından, ihale ayrıcalıklarından faydalanmaya devam ettiler. Ne güçler ayrılığının ortadan kalktığı başkanlık rejimine, ne de temel hak ve özgürlüklerin sürekli daraltıldığı güvenlikçi politikalara etkin bir şekilde karşı çıkıldı.
İktidarın en etkin otoriter pazarlık stratejisi ise, özellikle 2015’den itibaren ‘‘milli güvenlik’’ üzerinden kurguladığı geniş çaplı ve çok taraflı otoriter pazarlık oldu. Başta muhalefet partileri olmak üzere, iktidarı sınırlayabilecek tüm aktör ve yapılarla milli güvenlik/ devlet bekası zemininde kurgulanan otoriter pazarlıklar, 2015 genel seçimlerinden sonra yükselen siyasal şiddet döneminde ön plana çıktı; darbe girişimi ve OHAL döneminde olgunlaştı ve o dönemden bu yana iktidar koalisyonunun ana yönetim stratejisi haline geldi. Milli güvenlik temelli otoriter pazarlıklar başta Kürtler olmak üzere, tüm muhalif kesimler üzerinde kurulan ağır baskınının da kapılarını açtı. 2012- 2015 Çözüm Sürecinin başarısızlığa uğramasının ardından milli güvenlik söylemiyle meşrulaştırılan olağanüstü yasa ve pratiklere karşı ana akım muhalefet iktidara itiraz etmeyen, zaman zaman destek veren bir tutum sergiledi. Mayıs 2015’de güçler ayrılığına dayalı anayasal düzeni doğrudan hedef alan ve Türkiye’nin fiili olağanüstülüğe geçişinde bir dönüm noktası oluşturan İç Güvenlik Yasası’na ana muhalefet partisinin itiraz etmek ve Anayasa Mahkemesine götürmek gibi normal siyaset çerçevesinde kalan tepkiler vermesi otoriterleşme sürecinde kritik bir dönüm noktasının aşılmasına olanak verdi. Halbuki anayasal düzenin asgari ölçüde korunabilmesi için böyle bir yasanın parlamentodan geçmesinin mutlaka engellenmesi gerekirdi. 7 Haziran seçimlerinin ardından iktidarı kaybeden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hükümeti kurma görevini anayasaya aykırı bir şekilde ana muhalefet partisine vermemesi ve yükselen şiddet ortamında ana muhalefet liderinin yine bu duruma itiraz etmemesi, iktidarla milli güvenlik temelinde kurulan ortaklığın başka bir tezahürü olarak görülebilir. Darbe girişiminin ardından iki yıl süren OHAL boyunca başta ana muhalefet ve sermaye olmak üzere iktidarı sınırlama gücü olan toplumsal aktörler, iktidarın güvenlik politikalarını geniş ölçüde benimseyerek, otoriter rejim inşasını mümkün kılan bir pazarlığın tarafları haline geldiler. Tüm parametrelerini iktidarın tanımladığı milli güvenliğin/devlet bekasının sağlanması karşılığında ülkenin siyasi düzeni kalıcı bir şekilde olağanüstüleştirilirken, normal siyaset içinde eleştiri ve eylemlerde bulunarak aslında hareketsiz kaldılar. OHAL ve sonrasında dahi ülkenin anayasaya aykırı KHK’larla yönetilmesi, tüm kurumsal ve toplumsal fren-denge mekanizmalarının yasaklayıcı yasalar ve aşırı siyasal baskı ile saf dışı bırakılması ve en nihayet OHAL koşulları altında tek kişi yönetimini kurumsallaştıran Başkanlık rejimine geçilmesi, toplum güvenliğinden çok iktidarın güvenliğini garantiledi.
Tüm bu süreç boyunca muhalefeti ve muhalif düşünceyi yoğun bir siyasal baskı altına alan çok sayıda anti-demokratik uygulama hiçbir engelle karşılaşılmadan yaşama geçirilebildi. OHAL ilanından hemen sonra iktidarın en temel insan hakkı olan adil yargılanma hakkının da dahil olduğu çok sayıda hak ve özgürlüğü askıya alıp Avrupa Konseyine bildirmesine muhalefet itiraz etmedi. Bu durum terörle mücadele söylemi altında muhalif kişi ve kurumların kriminalize edilmesinin ve cezalandırıcı pratiklerin önünü açtı. CHP’nin Kürt vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına imkan tanıyan anayasaya aykırı değişiklik teklifine destek vermesi, güvenlik temelli otoriter pazarlık içinde nasıl etkisizleştirildiğini gösteren en önemli örnektir. Bu yasa ilerleyen dönemde CHP’li vekilleri de hedef aldı ve CHP rejimin güvenlikçi siyaset perspektifinin mağdurlarından biri haline geldi. Bugün Ekrem İmamoğlu dahil yüzlerce seçilmiş yerel yöneticinin bir gecede görevden alınmasını sağlayan kayyum yasasına, 2016’da muhalefetin etkin bir şekilde karşı çıkmaması, yasayı Anayasaya Mahkemesine dahi götürmemesi de güvenlik temelli otoriter pazarlığın iktidar tarafından ne kadar etkin bir şekilde kullanıldığını gösteren diğer çarpıcı bir örnektir. Otoriter rejim inşasının en kritik aşaması olan başkanlık referandumunda mühürsüz oy pusulalarının kabul edilmesine yine başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinin etkili eylemlerle karşı çıkmaması, seçim güvenliğinin bu denli zedelenmesinin kabullenilmesi de, otoriter rejim inşasını durdurabilecek son bir adımın dahi nasıl atılmadığını, muhalefetin bu şekilde etkisizleştirilmesinin otoriterleşmenin adım adım ilerletilmesinde nasıl rol oynadığını gösteren başka bir örnektir.
Bu örnekler süreç içindeki kişi ve kurumların oynadıkları rolden ziyade bize şunu göstermeli: 2015’den itibaren otoriter pazarlık mevcut koalisyonu iktidarda tutan temel mekanizma olarak adeta yapısal bir nitelik kazandı; devletin anayasal düzenini, kurumları ve demokratik kültürü derinlemesine tahrip etti ve toplumun farklı kesimlerini otoriterliğe alıştırdı. Bu dönem elbette muhalefetin büyük bir siyasal baskı altına alındığı da bir dönemdi; ancak milli güvenlik söz konusu olduğunda ana akım muhalefet iktidarla ortak bir zeminde hareket etmişti. Bu ortaklık, rejim giderek olağanüstüleşirken muhalefetin neden olağan siyaset içinde kaldığını, otoriterleşmeye şiddetle itiraz eden kesimlerle birlikte hareket etmediğini, zaten büyük ölçüde iktidarın kontrolü altındaki yargı mekanizmalarını kullanmakla yetindiğini açıklar. Tüm bir süreç boyunca CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti ve Yeniden Refah Partisi gibi belirli bir seçmen kitlesi olan tüm partiler Kürt Meselesinin güvenlikçi bir anlayışla yönetilmesine uyum gösterdiler; Suriye ve Irak’ta gerçekleştirilen sınır ötesi operasyonlar konusunda veya terörle mücadele gerekçeli yasa ihlallerinde hükümeti zorlamaktan kaçındılar. İktidarın değişmesi yönünde büyük bir toplumsal beklentinin oluştuğu Mayıs 2023 seçimlerinde dahi, Kürt meselesinde iktidarın güvenlikçi perspektifinin seçim sonuçlarını belirlemesi mümkün oldu.
Bu arka plan üzerinden Ekim 2024’te iktidar koalisyonunun Kürt meselesinde başlattığı yeni sürece bakıldığında, bu sürecin iktidarın kurgulamaya çalıştığı yeni bir otoriter pazarlık olup olmadığı sorusu karşımıza çıkar. Bu soru meşru bir sorudur; çünkü Cumhurbaşkanı’nın ilerleyen dönemlerde de -hatta olabilirse mevcut iktidar ortağından kurtularak- iktidarda kalmak istediği bir sır değildir. Yeni pazarlığın otoriter mi yoksa demokratik mi olacağı sorusuna iktidar yönünden bakıldığında yanıtı bellidir. Hatta çeşitli yöntemlerle bu pazarlığa demokratik bir görünüm vermeyi öncekilerde olduğu gibi başarabilir ki, sürecin parlamentoya taşınması gibi söylemler bu yönde çabalardır. Peki Kürtler bu otoriter pazarlığa girerler mi? Esas belirleyici soru budur. Bu soruya olumsuz yanıt vermek için birçok neden var. Öncelikle Kürt siyasi hareketinin Türkiye’nin uzun otoriterleşme sürecinde iktidarla herhangi bir otoriter pazarlığa girmeyen tek aktör olduğunu görmek gerekir. Tersine, Kürtler bugüne kadar iktidarın başarıyla yürüttüğü güvenlik temelli otoriter pazarlıkların öznesi değil nesnesiydiler. 2009’dan itibaren tüm çözüm süreçlerindeki açık ya da örtük müzakerelerde bununla itham edilmelerine rağmen -halen mevcut süreçte de kendilerine kuşkuyla yaklaşılıyor- Kürtleri temsil eden siyasi parti ve oluşumların hiçbiri bugüne kadar iktidarı güçlendiren, mevcut demokrasi düzeyine zarar veren ve otoriterleşmeyi derinleştiren bir sürecin parçası olmadılar. Tam tersi bir tutum içinde oldukları için barış süreçleri akamete uğradı, partileri kapatıldı, Selahattin Demirtaş başta olmak üzere yüzlerce Kürt siyasetçi iktidarın hedefi oldu. Tam da bu nedenle, artık iktidarla ters düşmeyeceklerini, Cumhurbaşkanı’nın yeniden seçilme ve yeni anayasa ile ilgili beklentilerine destek vererek aynı hatayı yapmayacaklarını iddia edenler olabilir. Taraflar arasındaki uyum şu anda böyle bir izlenim verse dahi, esas görülmesi gereken şudur: DEM Parti, sürekli oy kaybı yaşayan AKP liderinin karar ve eylemlerini etkileme gücü olan bir konumdadır. Diğer otoriter pazarlık süreçlerinin tersine, iktidarla milli güvenlik gibi bir ortak zeminde, görece zayıf ve kabullenici bir konumda değildir. Dahası, iktidarın 2015’ten bu yana yürüttüğü tüm otoriter pazarlıklar çözülmektedir; ana muhalefetin ve büyük sermayenin yoğun baskı altına alınmaları bunun göstergesidir.
Sonuç olarak Türkiye’nin uzun otoriterleşme süreci, siyasete etki etme kapasitesine sahip tüm muhalefet aktörleri ve toplumsal güçler için derslerle doludur. Kürt siyasetçilerin bu uzun süreçte yaşadıkları deneyimler, ödenen ağır bedellere paralel olarak içselleştirilmiş deneyimlerdir. En önemlisi, liderini değiştirmiş ve Ekim 2024’den bu yana – bir dönem DEM’in maruz kaldığı- aşırı siyasal baskı altına alınmış, adeta bir varlık/yokluk mücadelesi veren CHP de, bundan sonra iktidarla herhangi bir otoriter pazarlığın tarafı olamayacak bir noktaya evrilmektedir. Diğer yandan bu süreç devam ettiği müddetçe iktidar koalisyonu milli güvenlik gibi çok güçlü bir otoriter pazarlık zemininden mahrum kalacaktır. Kürt siyasi oluşum ve aktörlerinin ulusal ve uluslararası düzeyde meşrulaşmaları, terörle ilişkilendirilmekten kurtulmaları, gerek kendileri açısından, gerekse rejimin otoriter pazarlık stratejisinin tamamen elimine edilebilmesi bakımından önemli bir kazanım olacaktır. Bu noktada sürecin gidişatını belirleyecek dinamik, iktidar-DEM Parti ve Kürt siyasetinin diğer bileşenleri olduğu kadar, iktidar karşıtı tüm siyasal aktörlerin ve toplumsal güçlerin oluşturması gereken ortaklık zeminidir. Daha sade bir şekilde ifade etmek gerekirse muhalefetin giderek güçlenen aktörleri olarak CHP ve DEM’in bu süreçte sürekli ve kalıcı iletişim kanallarının olması, yeni anayasa süreci başlatıldığında gerek parlamentoda gerekse toplumsal alanda ortak bir zeminde hareket etmeleri elzemdir. İktidar koalisyonunun yeni anayasa sürecinde muhalefeti bölecek yeni bir otoriter pazarlık kurabilmek için milli güvenlik zemininden yoksun olması çok önemli bir değişimdir ve bunun Türkiye’deki tüm iktidar karşıtı kesimler tarafından değerlendirilip değerlendirilemeyeceği önümüzdeki en temel meseledir.
[1] AKP iktidarının özellikle 2007 seçimlerine kadar olan dönemini AB sürecinin yönlendirdiği bir demokratikleşme dönemi olarak görenlerin aksine, Türkiye’nin neoliberal geçişin tam anlamıyla başlatıldığı ve derinleştirildiği tüm bir AKP iktidarı dönemini farklı toplumsal kesimler üzerindeki siyasal denetimin sürekli arttırıldığı ve hukuk devleti formunun sürekli aşındırıldığı bir otoriterleşme süreci olarak ele almak gerekir.