Ekim 2024’te başlayan yeni çözüm süreci dokuz ayını geride bırakmak üzere. Bu kısa ama yoğun dönemde çok sayıda gelişmeye tanıklık ettik; analizler, yorumlar, tartışmalar ile süreci anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştık. Pozisyonlarımız kısmen netleşmiş olsa bile sürecin kendisini anlamaya ve adlandırmaya dönük çabalar hala önemini koruyor. Ne olduğu, ne olmadığı, nereye gittiği konusundaki belirsizlikler bitmiş değil.
Ortaya çıkan bu dokuz aylık tablo, bu süreci “postmodern bir barış” olarak tanımlamayı mümkün kılıyor. Nedenlerini açalım…
Postmodernlik ve barış
“Postmodern” kavramı, sosyal bilimlerde bir dönem neredeyse sürekli başvurulan, bugün o parlaklığını yitirmiş ama yeniden hatırlanmaya değer bir kavramdır. 1970’lerin sonlarında Fransız sosyolog Jean-François Lyotard’ın bilgi toplumu üzerine çalışmalarıyla popülerlik kazanan bu kavram, 80’lerden itibaren dünyada ve 90’ların ortalarından itibaren ise Türkiye’de kullanılmaya başlandı ve modernliğin epistemolojik, kültürel ve siyasal hegemonyasına bir başkaldırıyı ifade etti. Sanayileşme, aydınlanma, akılcılık, pozitivizm, ilerleme gibi, “büyük anlatıların” sorgulanması, büyük anlatıların sonu, evrenselcilik eleştirisi, hakikatlerin çokluğu, belirsizlik, öngörülemezlik, esneklik, kesinliklerin sonu, açıklık, imkansızlıkların aşınması, eski ve yeninin bir aradalığı gibi bakış açıları, postmodern yaklaşımın siyasette, sanatta, mimaride, edebiyatta ve sosyal bilimlerde temel tartışmalarını oluşturdu.
Yeni çözüm süreci de tıpkı bu kavramsal çerçevede olduğu gibi öngörülemez, karmaşık, belirsiz, kırılgan, tekil, esnek ve çok katmanlı bir barış ve çözüm süreciyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Modern barış teori ve tahayyüllerinin dışında, çok daha belirsiz, çok daha esnek, çok daha “şekilsiz”, kuralsız ve güvencesiz bir çözüm sürecine tanıklık ediyoruz.
Son on ayda bu sürece bir ad vermek, çok da mümkün olmadı. Resmi yetkililer, “terörsüz Türkiye” demeyi; Kürt tarafı ise “Barış ve Demokratik Toplum” demeyi tercih etti. Kimi kamusal tartışmalarda, “demokrasisiz barış”, “otoriter barış” gibi ifadelerle de tanımlanmaya çalışıldı. Tam da bu belirsizliği ve tanımlama güçlüğünü ifade etmesi bakımından “postmodern barış” tanımı, sürecin ruhu ve içeriğini doğru biçimde karşılama potansiyeline sahip.
Belirsizlik: Sürecin doğası mı?
Yeni süreç, başından beri belirsizlik ve öngörülemezliklerle örülü. Kimileri bu sürecin başarı şansının yüksek olduğunu söylese de ne başlangıcı net, ne amacı ne de geleceği. Kimsenin bu sürecin neden başladığını tam olarak söyleyememesi bir yana, nasıl işleyeceği, nereye evrileceği, Kürt meselesini çözüp çözemeyeceği gibi soru işaretleri ile dolu. Demokratikleşmeyi beraberinde getirip getirmeyeceği ise ayrı bir muamma.
Bu belirsizlik durumu, sadece yasal, yapısal değil, aynı zamanda öznelerden de kaynaklı. Öznelerin niyetleri açık değil; süreç şeffaf değil; bölgesel gelişmeler ise Türkiye’deki barış süreci gibi oldukça belirsiz ve karmaşık. Tüm bunlar bir araya geldiğinde elimizde, yönü, ilkesi, sınırları belli olmayan bir “postmodern barış” tablosu kalıyor.
Büyük anlatının yokluğu
Modern olarak tanımlanan barış ve çözüm arayışlarının pek çoğu, toplumun karşısına büyük bir anlatı ile çıkardı. (Kant) Ebedi ve kutsal bir barış anlatısı: “Artık silahlar susacak, her şey çok güzel olacak, halklar kardeşleşecek, haklar tanınacak ve güvence altına alınacak, geçmişle yüzleşilecek, yeni bir demokratik toplum inşa edilecek…” Özetle erken modern dönem filozoflarının (Hobbes, Locke vb), çokça tartıştığı “doğa durumundan” (savaş durumu) çıkıp, “sivil toplum” durumuna (barış durumu), demokratik kural ve kurumların hüküm sürdüğü bir düzene bir geçiş yapılacak. Fakat mevcut çözüm sürecinde böyle bir barış anlatısı yok. Ne halklar arası gerçek bir yüzleşme, ne kalıcı barış vaadi, ne demokratikleşmeye dair ortak bir vizyon, ne de kurum ve normlar… Tersine toplum, bu sürecin sonunda ne elde edeceğini, nasıl bir barış olacağını henüz kestiremiyor. En kötü barış, savaştan yeğdir diyerek idare ediyor.
Büyük anlatının yokluğu, süreçten doğrudan etkilenen kesimlerin, barışa duygusal ya da siyasal olarak bağlanmalarını da zorlaştırıyor. Çünkü ortada onları ikna edecek, onaracak, dönüştürecek bir hikâye yok. Bu tabloya bakınca insanlar, ‘öyleyse neden bu kadar acı yıllarca yaşanmak zorundaydı’ diye soruyor.
Süreci açıklamaya çalışan bazı “orta büyüklükte” anlatılar var elbette: Mesela Ortadoğu’daki gelişmelerin zorunlu kıldığı bir “devlet siyaseti” olduğu tezi… Ya da Türkiye’nin bölgesel hesaplarıyla ilgili gerekçelendirmeler. Fakat bunlar ne yeterince güçlü ne de kolektif bir inanç yaratmaya muktedir. Bu yüzden de ikna edici bir “büyük anlatı” olarak işlev görmüyor. PKK’nin tarihsel görev ve misyonunu tamamladığı ve kendini tekrar etmeye başladığı söylemi de bu minvalde benzer bir yere oturuyor. Silah ve şiddetin Kürt meselesinin çözümünde gerçekten işlevsiz bir araç olduğu bir gerçek olmasına rağmen, bu aracın devre dışı bırakılmasının neden bu kadar geç olduğu ve neden şimdi olduğu sorusuna yeterli cevaplar bulunamıyor.
Sürecin “tarihsel Türk-Kürt” kardeşliği ya da “ümmet birliği” ve ittifakını yeniden tesis etmeye dönük olduğu yönündeki açıklamalar da bir “büyük anlatı” işlevini göremiyor. Çünkü bu anlatı, bin yıl önceki bir geçmişin, bugünü ve yarını kurtaracağına dair nasıl bir referans olacağına dair bir öngörü oluşturmuyor. Kaldı ki Kürt halkının kardeşliğin ötesine geçen somut beklenti ve hassasiyetleri bu anlatıda gereken önemde vurgulanmadığı için hassasiyetler arasında bir hiyerarşinin oluşmasına da neden oluyor ve etki gücünü iyice yitiriyor.
Kuralsızlık: Kişisel irade, kurumsal yokluk
Modern barış teorileri ve süreçleri, belirli ilkelere ve kurumsal mekanizmalara dayanır. Ortak akıl, ilke, arabulucular, protokoller, garantör devletler veya uluslararası kurumlar, yasal ve hukuki garantiler, iktidar ve yetki paylaşımı gibi… Bu sürece baktığımızda ise neredeyse hiçbir norm, kural ya da mekanizmanın olmadığını görüyoruz. TBMM’de kurulması beklenen bir komisyon bu bahsettiğim mekanizmalardan biri değil. Barışı kalıcı kılacak, çatışmaların yeniden başlamasını önleyecek işlevsel kurumsal mekanizmaların varlığından bahsediyorum. Örneğin Alman Barış araştırmacısı Dieter Senghaas bu mekanizmalara “uygarlık altıgeni” adını veriyor. Dolayısıyla bu süreç, siyasetçilerin ve müzakereleri yürütenlerin kişisel tutum ve istekleri üzerinden yürüyor; kurumsal yapılar, kanunlar ya yok ya sadece vitrinde ya da potansiyel bir yakın gelecekte var olacak.
Süreç, hukuki ya da siyasal bir çerçeveye değil, aktörlerin jestlerine, susmalarına, bazen konuşmalarına bağlı liderlerin iradesi üzerinden yürüyor. Bu nedenle de her an, her şeyin yeniden başlayabileceği, ya da bitebileceği bir tekinsizlik hâkim. Muhalefet partileri sürece bir gün muhatap, ertesi gün “suçlu” ilan edilebiliyor. Kurallar sadece işe yaradığı ölçüde ve keyfi biçimde uygulanıyor, gerektiğinde rafa kaldırılıyor.
Esneklik: “Katı olan her şey buharlaşıyor”
Postmodernliğin alamet-i farikası olan esneklik, bu sürecin en görünür karakteri. Eskiden “asla” denilen ne varsa, şimdi “Aa! bu da mı mümkün?” halini almış durumda. Söylemler yer değiştirdi, pozisyonlar yeniden kuruldu, tabular yıkıldı. Dost ve Düşmanlar yer değiştirdi, yeniden tanımlandı ya da öyle gösterilmek isteniyor.
Bu minvalde iki özne öne çıkıyor: Devlet Bahçeli ve Abdullah Öcalan. Bahçeli, bir zamanlar “bölücübaşı” dediği Öcalan için artık “çözümün kilidi” diyebiliyor; Öcalan’ı PKK’nin “kurucu önderi” olarak anıyor, hatta özgür kalmasından söz edebiliyor. Öcalan ise daha önce “en son adım” dediği silah bırakmayı şimdi sürecin başına çekiyor. Özerklik, federasyon gibi kavramlardan neredeyse söz etmiyor. Kürt meselesinin resmi anlamda üçüncü çözüm ve müzakere girişiminde katı olan her şey buharlaşıyor ve bu yönüyle bir “postmodern barış” sürecine şahitlik ediyoruz.
Rasyonel seçim: Özneler hesap yapıyor
Yeni çözüm sürecini postmodern kılan yönlerinden biri de aktörlerin modern dönem barış anlayışlarından değil, yani ilkesel, idealist ve ahlaki güdülerle değil; fayda-maliyet hesabıyla hareket ediyor olması. Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan… Ortak bir barış ilkesinde buluşmasalar da, her biri tanımladıkları siyasal çıkarları doğrultusunda bu sürecin bir öznesi olmayı sürdürüyor ve sürece bu maliyet hesapları üzerinden yön ve şekil veriyor.
Örneğin Öcalan artık sadece bir halk önderi değil; aynı zamanda strateji yapan, taktik üreten, rasyonel bir siyasal aktör olarak, yirmi altı yıl sonra ilk kez yeniden konumlanıyor ve Türkiye siyasetine yeniden dahil oluyor. Bu rasyonel akılcılık, son on ayda Kürt siyasetine ne kaybettirdi ne kazandırdı diye sorduğumuzda ise, kazancın bol, kaybın ise neredeyse olmadığını söylemek hiç güç değil. Fakat bu temelde işleyen bir rasyonalizm, Kürt meselesinin gerçekten çözülüp çözülmeyeceğini bize henüz söylemiyor. Çünkü bu rasyonalizmde Kürt halkının bir kollektif varlık olmaktan doğan hak, hukuk ve özgürlüğünü nasıl elde edeceği sorusu, belki de uzun bir toplumsal zamana yayılmış biçimde bir parantezde bekliyor.
Sonuç olarak yeni çözüm süreci, modern dönemlerin barış ve çözüm süreçlerine hiç benzemiyor. Bu süreç, belirsizlik ve kuralsızlıklar içeriyor, büyük bir barış vaadinde bulunmuyor, aktörlerin esnekliği ve rasyonel faydacılığıyla şekilleniyor. Bu yönleriyle tam anlamıyla postmodern bir barış denemesi. Ve tıpkı postmodernizmin kendisi gibi: Ne tam umut verici, ne de bütünüyle umutsuz… Ama kesin olan bir şey varsa, o da bu sürecin melez, muğlak ve çelişkili bir barış deneyimi sunduğudur.