Baran Dönmez/Kocaeli – İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, Avukat, Selüloz-İş Sendikası Hukuk Müşaviri aynı zamanda Çalışma ve Toplum dergisi yayın yönetmeni olan ve Kocaeli Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Öğretim Görevlisi Dr. Murat Özveri ile İş Güvenliği ve Sağlığı hakkında bir röportaj gerçekleştirdik.
Hem torba yasaya konulan düzenleme hem de Hükümet’in İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği’ne olan yaklaşımındaki ters bakış ne yazık ki devam ediyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliğinde kural koymak önemlidir, bu kuralları yaratmak için organizasyon yaratmak da çok önemlidir. Ama konulan kuralları uygulayarak işçinin sağlığını ve güvenliğini denetleyecek mekanizmalar için yaptırım ayağı hepsinden önemlidir. Buradaki sorun, denetim aşamasında görev alacak olanların güvenceleri yok.Soma dahil, bu güvenceleri sağlamaya yönelik Hükümet, asla adım atmamakta direniyor. Oysa, denetimin de 2 boyutu çok rahat formülize edilebilir. Kişisel denetim boyutu var; denetim sorumluluğu olanların güvencesi üzerinden yapılabilir. Bunlara mutlak anlamda bir meslek karşı korunma hakkı tanınırsa, Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartın 24. maddesi, ILO 158 sayılı maddenin sözleşmedeki güvence gibi daha somut olarak gelirse, haklı bir sebep olmadan iş verenin, işçinin sözleşmelerinin sona erdirmesi halinde işe başlatılana kadar ücret ve diğer sosyal haklarını ödeyecek, ücretlerinin ise işverenden bağımsız bir kurum tarafından belirleneceği bir yapı kurulmadığı sürece işveren otoritesine bağlı kalacaklardır. Aynı zamanda kendilerini de koruyabilecek İş Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) önlemlerini kağıt üzerinde alıyormuş gibi gösteren bir sistemin üreticisi olacaklardır. Dışsal denetimin de 2 ayağı var. İlki çalışma yaşamının tamamına denetlemekle görevli bakanlık müfettişleri… Bu müfettişlerin ne sayısı artıyor, ne de onlara yeterli güvence veriliyor. İkincisi ise sendikaların denetimidir. Dünya’da birçok örneği olmasına rağmen biz de ağıza dahi alınmıyor. Mutlaka bir sendikanın toplu sözleşme yetkisi almış olması gerekiyor. Yetki almanın da 2 yolu var. İş yeri, kamu iş yeri ise, kamu otoritesinin izni, özel sektör ise, işverenin izni olmaksızın istisnaları vardır. Ama ağırlıklı olarak bir sendikanın yetki alın toplu pazar tarafı olması hususi değildir. Özellikle ABD’de hiçbir koşul aranmaksızın örneği vardır. Bir sendikacı ve sendikanın atadığı uzman, herhangi bir iş yerine gelip İSİG açısından iş yerini denetleyebilir. İşverenin onu içeri almaması hapis cezasıdır. İşçilerle temas kurması yasaktır ama denetim yaparken yüksek sesle işçilere duyurarak, var olan tüm eksiklikleri sıralayarak, bunlar üzerinden işçi de kabul ediyorsa; gizli-açık oy esasına göre tarafsız kurullar da olduğunda oylama yapılır, kabul edilirse grev başlar. Bunların hiçbirini sağlamadan getirilen düzenlemeler göz boyamaya yöneliktir. Hükümet’in ısrarla yani İSİG’in etkin bir şekilde uygulanmasını sağlayacak önlemler almamaktaki kararlılığı aslında 1980 yılının 24 Ocak’ındaki ekonomik politikaları sürdürme kararlılığıdır. Bunun özü de, işçileri güçsüz sendikalara mahkum ederek, iş gücünü ucuzlatmak ve ucuzlatılmış iş gücü üzerinden de küresel piyasalarda rekabet üstünü sağlamaya yönelik bir modeldir.
Orada da başka bir tartışma var. Bunlar işveren vekili mi, değil mi? Klasik iş kanunu açısından bakıldığında işveren adına vardiya amiri, ustabaşı da, CEO’su da işveren vekilidir vs. ama İSİG uzmanları, teknisyenleri için işveren vekili denilebilir mi? Bence denilmemesi gerekiyor. Tam tersine, o, işverenin kullandığı otoriteyi denetlemekle görevli olan kişidir. Ceza yargılamalarında ise bu kişiler, yaptıkları veya yapmadıkları üzerinden değil, işveren vekili konumu ile yargılanıyorlar. Burada da bir çarpıklık var, buna da kimse itiraz etmiyor. Onlara talimat vermeleri, emir vermeleri yeterli değil. İşçilere işin doğası gereği ”şöyle” yapacaksın denildiği gibi işverene de ”şu” önlemleri alacaksın; ”almazsan olası iş kazaların da sorumlususun” denilmeli, yetmedi gerekiyorsa, üretimi durdurmaya doğru gidecek bir dizi yetkilerle güçlendirilmesi gerekiyor.
İsterseniz şu kamu spotlarından başlayalım. Benim çok moralimi bozuyor. Çünkü o spotlara baktığınız zaman hep sakar, olası bir kazayı ciddiye almayan bir çalışan tipini görüyoruz. Oysa İSİG’in amacı en sakar, en dikkatsiz, en acemi, belirtilen en basit şeyi anlamayan işçinin dahi kazaya uğramayacağı bir iş ortamını yaratmayı hedefler. Kamu spotlarının vurgu yaptığı nokta, kazaların sistemden daha çok çalışanların kişisel yetersizliklerine, dikkatsizliklerine bağlı olduğu ya da konuyu önemsememelerinden kaynaklandığı gibi bir algı yaratılıyor. İşveren temsilcilerinin sık dile getirdikleri anlayış ”Biz her şeyi yapıyoruz ama işçiler bu önlemlere uymuyor” diye özetlenebilecek bir yaklaşımdır. 6331 sayılı yasa, kurumsal anlamda benim söylediklerimi de içerecek şekilde bir yasal çerçeve çiziyor. Her türlü önlemler almak, her türlü teknolojiyi kullanarak, iş kazalarını ve meslek hastalıklarını ortadan kaldırmak görevlerini, işveren öznesine yüklüyor. Bu anlamda bir eksiklik yok. Ama soruyu tersten sormak lazım. İşveren bu yükümlülüklerini yerine getirmez ise yasanın işverenin bu görevlerini yerine getirmeye zorlayacak yaptırımı nedir, diğer soru da işverenin yerine getiriyormuş gibi yapıp gerçekte getirmediği zaman net olarak açığa çıkacak maddi gerçekliğin sonucunda 6331 sayılı yasadaki yaptırım nedir diye sorulması gereklidir. Örneğin işveren, işçiyi işe aldığında bir dizi belge imzalattırıyor. Bu belgeleri okuduğunuzda görüyorsunuz ki, işçi daha işe girerken her türlü eğitimi aldığı, her türlü güvenlik önlemlerinin ve malzemesinin kendisine verildiği kabul ediliyor, ancak verilip verilmediği belli bile değil. Diyelim ki, işveren böyle bir taahhüttü aldı ve işçi de böyle yaptı. Bunu bilebilmemiz için işçiyi denetleyen işverenden hatta işçiden de bağımsız İSİG elemanlarının olması lazım. Yasa açısından söyleyecek olursak, iş güvenliği teknisyenleri, uzmanları ve iş yeri hekimlerinin güvenceye donatılmamaları yasanın en önemli eksikliğidir. 6331 sayılı yasada denetim kurumsallaştırılmamıştır, denetimde görevli olanlar güvencesiz bırakılmıştır. 6356 sayılı sendikalar yasasının hâlâ 12 Eylül rejiminin dikte ettirdiği sendikal yapıyı devam ettirecek hükümleri barındırıyor olması da bir diğer önemli sorundur.
ILO uygun iş diye bir tanım yapıyor. Ayrıca İnsan Hakları Evrensellik Bildirgesi’nin 24. maddesi çalışma hakkını tanımlayan, yeteneklerine uygun, kendisi ve ailesiyle birlikte örgütlenme hakkının güvenceli olduğu bir işi tanımlıyor. Bu niteliklere sahip olmayan bir işte çalışan bir kişi ILO standartlarına göre eksik istihdam olarak kabul ediliyor. Esneklik ise, küreselleşmenin dayattığı Uluslararası iş bölümüne bağlı, işçilerin belki de 100 yıldır elde ettiği kazanımları ortadan kaldıran ve pozitif anlamlar olarak yüklenen bir truva atıdır. Ben bunu çarpım işlemindeki sıfıra benzetiyorum. Ne kadar işçinin korunmasına ya da uygun işe vurgu yaparsanız yapın, esnekliği getirirseniz işçi açısından sıfır olur. Esneklik, güvencesizliği getirir.
Bu bir tesadüf değil. Baktığınızda Türkiye’de sermaye birikimi hangi alana kaydırılmışsa, hangi alanda hızlı büyüme varsa o alanda da artan ölümlü iş kazalarıyla karşılaşıyoruz. İnşaat, sıcak para dahil hızla analize edilip hızla sermaye birikimi yaşanıyor. Dün Tuzla’da gemi sanayi aynı işlemi görüyordu, bugün inşaat sanayi işlev görüyor. Madenlerin ise şöyle bir özelliği var; biliyorsunuz ki, madenlerde rödovans sistemi hızla yaygınlaştı. Birde alt işveren, taşeron, taşeronun taşeronu gibi iş gücü piyasasını parçalayan başka bir örgütlenme modelleri çıktı. İşçilerin aylık ücretlerini düşürür ama yaşayabilmeleri için yasal çalışma sürelerinin çok üzerinde çalışmaya bırakırsanız ve bunların üzerine işçilerden prim alacak, biz bunlara ”hadi hadiciler” diyoruz, ve bunun sonucunda kazanın olmaması kaçınılmazdır. Madenlerde bu kadar yaygınlaşmasının temel nedeni, rödovansa bağlı madenlerin sürekli alt işverenlere devredilmesi ve prim almak için üretimin arttırılıp, kömür maliyetinin düşürülmesinden kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Sendikalara da girdiğin zaman bambaşka bir şey. Her şeyden önce sendikaların dışsal denetimi hayata geçirecek bir etkinlikte bulunmaları lazım.Yasaların dar sınırlarını zorlayan bir sendikacılık, bugünkü sendikaların yarın da olmalarının koşulu haline gelmiştir, bunun farkındalar mı bilmiyorum.
Her şey birbirine bağlı aslında. Son 15 yılda 8 milyon insan, köylerden sanayi bölgelerine gelmişse, iş gücü fazla olduğu yerde de eğer işçiler örgütlü olarak işverenlerin hükmünü dengeleyemiyorsa piyasa koşullarında çalışma şartları belirlenir. Bu piyasa da iş gücünün talebi fazla, arz sınırlı ise hem güvencesizleşecek hem de en çok gereksinim duyan kesimin ücretleri en alta düşecektir.
Hiç ama demeden Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi (OSGB)’nin lafı açıldığında kapatılmasını savunmak gerekir. OSGB’ler İSİG gibi bir kamusal hizmetin piyasaya açılması demektir. OSGB’ler kalitenin düştüğü aynı zamanda kar ettiği bir yapı olmuşlardır. O nedenle OSGB’lerin tasarımı da kuruluşu da İSİG alanında kabul edilebilir bir şey değildir. OSGB’lerin ürettiği hizmetin talep elastikiyeti sıfırdır. İnsan yaşamının pazarlığı olmaz. Böyle firmalar, parayı kimden alıyorsa, onun çıkarlarını korumak, ne kadar kar ettiysem ettim başımıza bir şey gelirse o zaman bakarız anlayışı hakim olmasını getirir. Aynı zamanda çalıştırdıkları hekimlerin, iş güvenliği uzmanlarının paralarını vermiyorlar, onları köle gibi çalıştırıyorlar. Kendi çalıştırdıkları, istihdam ettikleri elemanları İSİG’i korumuyorlar ki, gidip iş yerlerini korusunlar.