Cumhurbaşkanlığı seçim süreci tüm tartışmaları ile geride kaldı. Her yerinden yolsuzluk, yalan ve kin akan Hükümet’in şefi bu seçimi de kazandı. Devletin tüm imkanlarını kullanarak, “özel” medyasını ve sermaye desteğini arkasına alarak girdiği seçimlerde, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun arkasına dizilen diğer burjuva klikleri alt eden Tayyip Erdoğan’ın bundan sonra daha da pervasızlaşacağından şüphe yok.
Başbakanlığı döneminde zaman içinde adım adım iktidarını sağlamlaştırdığı ölçüde, baştaki müttefiklerini (liberalleri, sağcı siyasal akımları, Gülen Cemaati’ni vb) bir yük olarak görmeye başlayıp ya sessizce çevresinden uzaklaştırdı, ya da Cemaat’e yaptığı gibi ezmeye çalıştı. Güçlendiği ölçüde Erdoğan siyasi liberal, “Müslüman demokrat”, uzlaşmacı ve kapsayıcı görünümlü söylemini terk edip, geleneksel muhafazakar kültürel ve siyasal kodlarını daha fazla açığa vuruyor. Kürtajdan 3-5 çocuk talebine, “kızlı-erkekli” evlerden, içki/ayyaşlık suçlamalarına, “başbakana yuh çeken tokadı yer” tehdidine kadar, hak arayan ve hayat tarzını özgürce yaşamak isteyen herkese saldırmaya yöneldi. “Toplumun babası” rolüne kendini kaptırıp her şeye karışan, ahlak zabıtalığı yapan, herkesin yaşamını en ince noktalarına kadar belirlemeye çalışan bir Erdoğan çıktı ortaya. Şimdi, “milli irade”nin kendisinde tecelli ettiğini düşünen, kendini bütün yasal ve ahlaki
zincirlerden azade gören bir despotla karşı karşıyayız.
Otoriter üslup sermayenin yönelimiyle örtüşüyor.
Ancak bu otoriter dil ve uygulamalara, “Kasımpaşalı üslubu”na bakıp Erdoğan’ın sınıflar-üstü, “istisna” olduğu yanılgısına düşülmemeli. Erdoğan ve ekibi, belirli bir sermaye stoku, teknoloji-organizasyon ve küresel ilişkiler düzeyini yakalayıp artık sermaye çevrimlerini etrafındaki alanlara (lebensraum – yaşam alanı) teşmil etmeye çalışan bir sermaye sınıfının yırtıcı, yayılmacı, tahakkümcü karakterinin cisimleşmiş halidir. Kuşkusuz bu sermaye yayılımı, salt ekonomik ve politik değil, askeri yöntemleri de kapsar: Yani (kendi silahlı güçleri veya el altından desteklediği uydu güçler eliyle) sınır dışı operasyonlar, işgaller, katliamlar, kesilen kelleler, tecavüz edilen ve satılan kadınlar, soykırımlar ve soysürümler vb. Yine kuşkusuz bütün bu “yayılmacılığın” ancak küresel kapitalist merkezlerin/ABD’nin rızasıyla ve onların çizeceği sınırlar içinde uygulanabileceği açıktır.
Cumhurbaşkanlığına seçilen Tayyip Erdoğan, başbakanlık koltuğunu, genel olarak sermaye sınıfının ve TÜSİAD’ın ama özel olarak da “Anadolu Kaplanları”nın, MÜSİAD’ın çıkarlarıyla birebir örtüşen bir yayılmacı, neo-Osmanlıcı, giderek pan-İslamist dış politika stratejisinin mimarı ve uygulayıcısı Ahmet Davutoğlu’na bıraktı. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın da yeni yürütmenin asli unsurlarından biri olacağı anlaşılıyor.
Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki, Ahmet Davutoğlu ve Hakan Fidan’ın başını çektiği AKP kurmaylarının ideolojik-politik taktik hattı uygun adım ilerlemeye devam ediyor. Erdoğan’ın ekonomi alanındaki politikası ve bölgedeki yayılmacılık politikası, esas olarak finans-kapitalin çıkarları doğrultusunda şekilleniyor ve TÜSİAD tarafından da hararetle destekleniyor. Ama aynı zamanda AKP/Erdoğan özel olarak MÜSİAD’çıların önünü açıyor ve devlet olanaklarını sunuyor. Bu durum sermaye içi gerilimlerin de ana eksenini oluşturuyor.
Ekonomide ve dış ilişkilerdeki saldırgan ve yayılmacı politikalar, MÜSİAD burjuvazisinin uluslararası pazarlara açılma ve kapitalist küresel sistemde kendilerine yer açma iştahlılığının bir ifadesi olarak okunabilecek dinsel temelli muhafazakar bir ideolojik söylemin çerçevesine oturuyor.
Neyin restorasyonu?
Davutoğlu’nun “Başbakan atandığı” toplantıda ve AKP Genel Başkanlığına seçildiği Olağanüstü Kongre’de yaptığı konuşmalarda görev rotasını açıklarken altını çizdiği “restorasyon” süreci mevcut burjuva cumhuriyetin yenilenmesinden çok, Osmanlı’nın kimi yönlerden restorasyonuna dayanan sermayenin yeni rejiminin kuruluşunu ifade ediyordu. Erdoğan’ın “sultan”lığında kurulmak istenen yeni rejimin otoriter ve dinsel-muhafazakar bir karakterde olacağını ilan ediyordu.
Tayyip Erdoğan ise, Cumhurbaşkanlığına seçildikten, hatta YSK tarafından seçildiği ilan edildikten sonra bile bütün yaptıkları ve söyledikleriyle, Anayasa’nın açık hükümlerine rağmen, partili bir başkan olacağını, AKP’yi ve Hükümet’i yönetmeye devam edeceğini, “davasının liderliğini” sürdüreceğini ortaya koydu. AKP Olağanüstü Kongresi’ndeki konuşmasında da “bu bir veda değil, başlangıç” diyerek, muhalefet partilerine en ağır suçlamaları yönelterek aynı çizgiyi derinleştirdi.
Erdoğan’ın gözünün engel tanımadığı attığı her adımdan belli oluyor. Hukuki sorumluluk altına girmemek için YSK’nın 15 Ağustos’ta açıkladığı Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarını hile-i şer’iye ile 28 Ağustos’a kadar Resmi Gazete’de yayınlatmayan, yasal boşlukları sonuna kadar istismar eden/edeceğini gösteren bir despotla karşı karşıyayız. Bundan sonraki adım, Anayasa’daki hükümle “devletin başı” olmakla yetinmeyip Erdoğan’ın kendisini “yürütmenin başı” olarak konumlandırmasından doğan siyasal krizin çözümü olarak, -burjuva anlamda bile- hiçbir demokratik denge ve denetleme mekanizması bulunmayan bir “Başkan Baba” modeli dayatılacak ve -güçleri yeterse- halka onaylatılacak.
Kürt sorunu mu, terör sorunu mu?
Sadece Türkiye insanı için değil, bölge halkları için de vahamet arz eden bu tehlikeli gidişi durduracak tek güç, emekçilerin ve halkların örgütlü mücadelesidir. Bu cenahtaki tartışmasız en büyük örgütlü güç ise, bir bölgesel politik aktör durumunda olan, son olarak IŞİD işgal ve soykırımına karşı Rojava ve Güney Kürdistan’da gösterdiği politik ve askeri ustalıkla parlayan, uluslararası meşruiyetini genişleten Kürdistan Özgürlük Hareketidir. Türkiye egemenleri, Erdoğan ve AKP yönetimi, otuz yıldır işkenceler, cezaevleri, sürgünler, katliamlarla ezemediği, tersine bölgesel güç haline gelen ve sürekli etki alanını genişleten Özgürlük Hareketi’yle masaya oturmak zorunda kaldı. Ancak iktidardakiler “Kürt sorununu çözmek”ten değil, “terörizmi sonlandırmak”tan, silahların bırakılmasından söz ediyor.
Şimdi AKP hükümeti sorunun çözülmesi için “büyük bir adım” atılacağı havasını pompalıyor. Ancak bir kez daha ortaya boş bir paketin bırakılması, birkaç hak kırıntısıyla 2015 Haziran seçimlerine kadar zaman kazanılmaya çalışılması olasılığı yüksek. Nitekim KCK yöneticileri de bu olasılığa karşı “boş sözlere karnımız tok, somut adımlar görmek istiyoruz” mesajını güçlü bir vurguyla veriyorlar.
Umudun adresi HDK-HDP
En büyük bileşeni Kürt siyasi hareketi olan ama Türkiye’nin sosyalist ve demokratik güçlerinin önemli bir bölümünü çatısı altında birleştiren, tüm muhalefet dinamikleriyle (kadın, LGBTİ, ekoloji, ezilen halklar ve inançlar…) bağlar kuran Halkların Demokratik Kongresi/Partisi, egemenlerin tüm kanatlarının karşısına, sadece bir muhalefet hareketi olarak çıkmıyor; o, emekçilerin ve ezilenlerin yeni, özgürlükçü toplumunu işaret ediyor, sınırsız-sömürüsüz bir dünyanın yolunu gösteriyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçları, CHP-MHP’nin seçmeninin bile oyunu alamayan İhsanoğlu’nun kaybettiği; AKP/Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçmek için gereken oyun çok gerisinde kaldığı; ama HDK-HDP adayı Selahattin Demirtaş’ın oylarını oransal olarak yüzde 50, sayısal olarak 1 milyon arttırdığı, önyargıları kırdığı, AKP ve CHP tabanından destek bulduğu bir tabloyu ortaya koydu. “Ekmeleddin imkanı”nın, Cumhurbaşkanlığı seçiminin özgül yanlarının, Demirtaş’ın yeteneklerinin kampanyaya kattıklarının payını unutmaksızın denebilir ki, bundan sonra HDK-HDP’nin yolu açıktır. Bu hareket, Cumhurbaşkanlığı seçimine özgü taktik bir ustalıkla oluşturulan “Yeni Yaşam Belgesi” ve buna uygun olarak cesaretle yürütülen kampanya ile hem AKP hem CHP tabanındaki kitlelerle buluşma yeteneğini ve daha fazlasını yapma potansiyelini kanıtlamıştır.
Türkiye’de yeniyi, özgürlüğü, adaleti ve demokrasiyi, yani Gezi İsyanının değerlerini savunan, gerçekleştirme yeteneği bulunan tek toplumsal hareket budur. Bugüne kadar “Kürtlerle yan yana durursak kitlelerle bağ kuramayız” korkusuyla davranan kimi sosyalistler, kitlelerin, doğru bir politik zemin sunulduğunda, hatta bizzat Kürt siyasi hareketinin temsilcisine teveccüh gösterebileceğini görmüştür. Nitekim bu kesimlerden olumlu adımlar atılmaya başlanmıştır; bu, umudumuzu güçlendirmektedir.
Kuşkusuz biz komünistler, basitçe oylarımızı arttırarak veya Meclis’te çoğunluğu kazanarak dünyayı değiştiremeyeceğimizi biliyoruz; gerçek kazanımların sokakta, işyerinde, okulda, kışlada, köyde dişe diş bir sınıf mücadelesi sürdürmekle mümkün olacağını ve ancak böylece parlamenter yöntemleri en yararlı biçimde kullanabileceğimizi aklımızdan çıkarmıyoruz. Elbette özgürlüğe ve demokrasiye doğru yapılan hamlelerin başarısının, bunların devrim ve sosyalizm perspektifine oturmasına bağlı olduğunu unutmuyoruz.
Bunun için de, bir yandan emekçilerin ve ezilenlerin en geniş demokrasi ve özgürlük cephesine (somut olarak HDK-HDP) var gücümüzle omuz verirken; diğer yandan tüm toplumsal mücadelelerin devrim ve sosyalizm perspektifi içinde yürümesini güvence altına alacak, sadece işyerlerindeki işçilerin öncülerini değil, kadın, ekoloji, gençlik, LGBTİ ve tüm diğer dinamiklerin komünist öncülerini birleştirecek, işçi sınıfının kurmaylığını yapacak bir partiyi yaratma görevini yerine getirmek için çalışmaktan bir an geri durmayacağız.