SEÇTİKLERİMİZ – Henry A. Giroux ile röportaj: Neoliberal faşizm güçlerini yenme şansımız var mı? Henry A. Giroux, neyle karşı karşıya olduğumuzu anlamak için neden faşizmin tarihsel ve güncel bağlamını anlamamız gerektiğini açıklıyor
Mark Karlin: Trump çağına ışık tutmak için tarihsel bir faşizm anlayışına sahip olmak neden önemlidir?
Henry A. Giroux: Faşizme yol açan koşullar, tarihin dışında, birtakım uhrevi mekânlarda yaşanmazlar. Ne de geçmişte statik bir anda sabitlenmişlerdir. Hannah Arendt’in bize hatırlattığı gibi, faşizmin değişken unsurları daima yeni biçimlerde belirginleşme riski taşır. Tarihsel bellek, Amerika Birleşik Devletleri’nde günümüzde büyüyen faşizme başarılı bir şekilde karşı koymak için gerekli olan siyasi ve ahlaki tanıklığın ön şartıdır. Modern Almanya’nın ünlü tarihçisi Richard Evans’ın gözlemlediği gibi, Trump yönetimi 1930’lardaki Almanya ve İtalya’nın tüm özelliklerini tekrarlamayabilir; ancak faşizmin mirası önemlidir çünkü ciddiye alınmaması mümkün olmayan “tarihten bir uyarı” yankılar. Evans, Tiitemothy Snyder ve diğer tarihçiler, tiranlık ve otoriterliğin neye benzediğini ve bu güçlere karşı savaşmak için geçmişi nasıl kullanabileceğimizi anlamak için tarihi incelemenin elzem olduğunu ileri sürmektedirler. Trump yönetimindeki ABD, Hitler Almanya’sının birebir kopyası olmasa da; saf ırk, ultra-milliyetçilik ve militarizm söylemlerine ve bayrağa sarılmış seferber edilen fikirler, politikalar, tutkular ve faşizmin acımasız toplumsal pratikleri Trump yönetiminde iktidarın merkezindedir. Tarihin seçilmiş unsurları bastırıldığında ve tarihsel bilinç ve bellek, baskı, sömürü ve direnişin işleyişinin anlaşılmasını artık sağlamadığında; insanlar kolayca iktidarın nasıl işlediğini ve faşizm unsurlarının farklı uygulamalarda kendilerini nasıl sürdürdüğünü kavrama ve öngörü yeteneklerini sınırlayan tarihsel ve toplumsal bellek kaybı biçimleri içinde sıkışırlar. Faşizm değişmez değildir ve demokrasiye yönelik en temel saldırılarını farklı düzenlemelerle gerçekleştirir; bu da Trump yönetimindeki ABD gibi otoriter rejimlerle ilişkilerin normalleşmesini önlemek amacıyla insanların, Timothy Snyder’ın “tarihle aktif bir ilişki” olarak tanımladığı şeyi geliştirmesi için ayrıca bir nedendir. Kuşkusuz, eleştirel tarih anlayışı, Amerikan halkının, Trump’ın ırkçı tweetleri, konuşmaları ve politikalarının çoğundaki faşist söylemin unsurlarını tanımasını sağlamak için çok yararlı olacaktır.
Sansürlenmemiş bir tarih; Trump’ın dezenformasyon, bölme, saptırma ve parçalama politikalarına karşı bir antidot; direniş için ahlaki zemin ilamına yardımcı, hayati bir kaynak sağlar. Dahası, tarih bize, otoriter rejimlerin yeni gelişen biçimleri karşısında dayanışmanın zorunlu olduğunu hatırlatır. Eğer George Orwell gibi yazarların çalışmalarındaki tarihin önemli derslerinin bize öğrettiği bir şey varsa, o da gerçeğin maskaralığında suç ortağı olmayı reddetmemiz gerektiğidir. Bu, mecvut tarihsel zamanlarda, Trump yönetiminin; Infowars, Sinclair Broadcast Group, Fox News ve Breitbart News Network gibi aşırı sağ medya devleri ile birlikte muazzam bir “düşsüzleştirme mekanizması”nı (Giroux’un geçmişi silerek ya da çarpıtarak bugünü yeniden üretme anlamında türettiği disimagination machine kavramını bu şekilde çevirdik; -editörün notu) agresif bir şekilde yaymaya çalıştığı göz önünde tutulduğunda özellikle önemlidir. Tarihsel belleğin ölümü ile birlikte, yeniden tanık olmamızın artık mümkün olmadığını düşündüğümüz kabus geri geliyor. Tarihten dersler hayati öneme sahiptir çünkü günümüz iktidar suistimallerini ve yolsuzluğu tespit etmek için rahatça kullanılabilirler. Tarih, yalnızca demokratik kurumların geçmişte nasıl yükselip düştüğünü göstermez; aynı zamanda, faşist ve otoriter bir sistem için riskli bir tehdit oluşturan direnişlerin anıları ve anlatıları ile de doludur. Bu, Trump’ın ucuz şatafat, baskı, şiddet ve suçları cezasız bırakma ile karışık ve ultra-milliyetçiliği ve ırksal ajitasyonu sürekli canlandırarak; intikam, hoşgörüsüzlük ve şeytanlaştırma söyleminde derinlemesine örülü faşizmin ideolojik özellikleri ve kalıtları düşünüldüğünde günümüzde özellikle doğrudur. Bellek, suç olmasa bile menfur davranışları karşısında herhangi bir ahlaki sorumluluktan kaçınananları sorumlu tutarak; ölülere ve mevcut mağdurlara karşı sorumluluğumuzu ödemek için tarihsel bilincin bir biçimi olarak gereklidir. Zamanımızda sağ popülizm tehlikesi ve faşizmin kışkırtıcı yükselişi dikkate alındığında, Hannah Arendt, düşünme ve yargılamanın eylemlerimize bağlı olması gerektiğini hatırlatmakta haklıdır. Dahası, böyle bir düşünce, neoliberal faşizmi ve neoliberal faşizmin beyazların üstünlüğünü, toplumsal ve ekonomik eşitsizliği sahiplenmesiyle ve demokrasi düşmanlığı ile mücadele etmek için kolektif olarak hareket ederken ekonomik ve toplumsal krizlerin temel nedenlerini kavramalıdır. Bu nedenle eleştirel düşüncenin bir kaydı olarak tarihsel hafıza Trump ve yardımcıları için çok tehlikelidir.
Devlet şiddeti ve beyaz milliyetçilik arasında nasıl bir bağlantı var?
Trump rejimi altında, devlet şiddeti ve beyaz milliyetçilik, beyaz üstünlük ve iç terörle aynı kaydın iki yanıdır. Trump’ın “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” çağrısı, “İlk önce Amerika” sloganı ve güçlü “kanun ve düzen” rejimi çağrısı; siyah halka, Müslümanlara, kaçak göçmenlere ve ırkçı ultra-milliyetçilik inancına uymayan “ötekilere” karşı devlet şiddetini meşrulaştırmak ve Amerikan beyaz üstünlüğünün simgesi olarak beyaz bir kamusal alanı yeniden canlandırmaya yönelik stenografidir. Ta-Nehisi Coates, Trump’ın ideolojisinin “beyaz üstünlüğü” olduğunu söylerken haklıdır. Devlet tarafından onaylanmış ırkçılık ile devlet şiddetinin birleşimi; Trump’ın yobazlardan, beyaz ırkın üstünlüğüne inananlardan, şovenlerden, kıyamet popülistlerinden ve militaristlerden oluşan geniş bir koalisyonu bir araya getirmesine olanak sağlayan beyaz Hristiyan milliyetçiliği görüşünü ilam eden ideolojik bir işaret direğidir. Trump yönetiminde kimlik politikaları, Cumhuriyetçi Parti kendisini utanmadan beyaz halkın partisi olarak kabul ettiğinden kinle ortaya çıktı. Bu koşullar altında, Trump’ın Virginia Charlottesville’deki beyaz üstünlükçülerin yaptığı şiddet olaylarını desteklemesi; genel olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde ve özellikle de Cumhuriyetçi Parti’de (ve Demokrat Parti’de de) ırkçılık tarihi düşünüldüğünde kimseyi şaşırtmamalıdır. Bu, Nixon’un “Güney Stratejisinden” ve George W. Bush’un Katrina Kasırgası’nın siyah kurbanlarına yaklaşımından, Clinton’ın refah ve “kanun ve düzen” politikalarına, Cumhuriyetçilerin hapishane devletini genişletmeye ve siyah Amerikalıların oy haklarına engel olmaya yönelik mevcut çabalarına uzanan ırkçı bir mirastır.
Trump beyaz üstünlüğü düşüncesini sahiplenmekle kalmıyor, onu yüceltiyor da. Trump yönetiminin artık “Amerika’da şiddet içeren nefret suçlarının büyük bir kısmından sorumlu olan beyaz milliyetçileri soruşturmayacaklarını” açıklamasını başka nasıl açıklayabiliriz? Obama yönetiminin, yerel polis departmanlarının silahlı araçlar, kurşungeçirmez yelekler ve bomba atarlar gibi askeri ekipman fazlasını ele geçirmesine karşı getirdiği kısıtlamaları kaldırma konusundaki istekliliğini başka nasıl açıklarız? Neşeli bir hazla acımasızca yayımladığı ırkçı tweet ve yorumların bitmeyen tsunamisini nasıl açıklarız? Açıkça görülüyor ki, bu tür eylemler Trump’ın “kanun ve düzene” yönelik Jacksonyan (ABD’nin kayırmacılık ve ayrımcılıkla meşhur eski başkanlarından Anrew Jackson’a atıfla türetilmiş bir kavram; -editörün notu) yaklaşımını yerine ulaştırıyor; genellikle savaş alanı olarak görülen şehirlerde ırksal tansiyonu yükseltiyor ve polislerin arasında topluluk inşası yerine militarizm kavramını ve savaş kültürünü güçlendiriyor.
Bu tarz davranışlar, Trump’ın beyaz milliyetçiliğe desteğini pekiştirmekten fazlasını yapıyor; iç terör eylemlerine varan bir şiddet sistemine açık destek mesajı gönderiyor. Dahası, hukukun üstünlüğüne karşı saygısızlığın ve yalnızca ırkçı ideolojinin değil, aynı zamanda kurumsal ırkçılığın ve ırkçılığa dayalı hapsetme devletinin üstünlüğünün de onaylandığını gösteriyorlar. Trump’ın “kanun ve düzen” rejimi, bir tür yerli terörizmi temsil ediyor çünkü bu, belirli toplulukları sindirmek, onlara gözdağı vermek, zarar vermek ve korku uyandırmak için tasarlanmış bir devlet şiddeti politikasıdır. Bağnaz, ırkçı söylemleri ve seçili grupları şeytanlaştırması sadece beyaz milliyetçi temelini vurgulamıyor; aynı zamanda devlet şiddetine desteği normalleştiriyor ve göçmenlere özellikle Latin Amerikalılara yönelik ırkçı saldırılarla ilgili resmi bir tutumu işaret ediyor. Buna ek olarak, Trump’ın tutumu, aşırı sağcılara, hoşgörüsüz yasa ve ideolojileri ciddi olarak savunmak ve bazı durumlarda onların ırkçı görüşlerine karşı çıkanlara yönelik şiddet eylemlerine kalkışmak suretiyle yeşil ışık yakarak onları cesaretlendiriyor. Trump’ın açık ırkçılığı ve militan görüşleri, birtakım aleni beyaz üstünlükçü ve neo-Naziye devlet kurumlarına aday olmak için ilham da verdi. Trump’ın aşırı sağcıları ve neo-Nazileri alenen onaylaması; sınırdışı etme politikalarında, çocukları göçmen ebeveynlerinden ayıran zalim “kanun ve düzen” politikalarında, yasaların ırk/etnik köken bazında uygulanması için yinelediği çağrısında, bir dizi eyalette seçmenlerin baskı altına alınması karşısında sessizliğinde ve aday olan açık ırkçılara ve beyaz milliyetçilere verdiği destekte açıkça ortadadır.
Kentli bir cehalet ulusuna nasıl dönüştük?
Donald Trump’ın Amerikan siyasetindeki egemenliği; kökleşmiş kentli cehalet vebasını, yozlaşmış siyasi sistemi ve onlarca yıldır aklın küçümsenişini görünür kıldı. Bu aynı zamanda yurttaşlık bağlarının kaybolmasına, medeni kültürün bozulmasına, kamusal yaşamın tükenişine ve paylaşılan her tür vatandaşlık duygusunun aşınmasına da işaret ediyor. Piyasa zihniyeti ve ahlakı, toplumun her alanında hâkimiyetini arttırdıkça, demokratik kurumlar ve kamusal alanlar tamamen ortadan kaldırılmasa da küçültülüyor. Bu kurumlar -devlet okulları ve alternatif medyadan sağlık merkezlerine- ortadan kalktıkça; toplum, adalet, eşitlik, kamu değerleri ve ortak iyilik söylemleri de ciddi bir aşınmaya uğruyor. Bununla beraber, akıl ve gerçeklik sadece tartışılmıyor ya da olması gerektiği gibi bilinçli argümanların konusu olmuyor; fakat haksız bir şekilde kötüleniyor, Trump’ın zehirli “sahte haber” dünyasına sürgün ediliyorlar. Trump iktidarında, Trump’ın bitmeyen Twitter saldırıları prodüksiyonu ve Fox News’in süregelen palyaço gösterisi aracılığıyla, dil yağmalanıyor, hakikat ve akıl küçümseniyor, kelimelerin ve ifadelerin herhangi bir anlamdan içleri boşaltılıyor ya da karşıt anlamlarına dönüştürülüyor. Bu acımasız gerçek, kentsel hayal gücü, siyasi irade ve açık demokrasinin gücünde başarısızlığa işaret ediyor. Bu ayrıca, toplumsalı herhangi bir demokratik idealden mahrum eden ve eğitimin kamu yararına olduğuna dair her fikrin altını oyan bir siyasetin parçasıdır. Tanık olduğumuz şey, basitçe gücün, şirket ve finans elitlerinin ellerinde toplanmasına yönelik siyasi bir proje değildir; aynı zamanda bilinçli vatandaşlar ve demokratik bir toplum yaratmak için hayati olan eğitim ve okuryazarlığın mutlak anlamının yeniden işlenmesidir. Okuryazarlık ve düşünme, ABD’deki tüm etkili ekonomik ve kültürel kurumları yöneten anti-demokratik güçler için tehlikeli hale geldiği bir çağda, gerçek bir engel olarak görülüyor, cehalet bir erdem haline geliyor ve bilinçli hükümler ve eleştirel düşünme küçük düşürülüyor, moloz ve küllere dönüştürülüyor. Bu sözde sağduyunun normalleştirilmiş mimarisinin hükümdarlığında, okuryazarlık hor görülüyor, kelimeler dataya indirgeniyor ve bilim sahte bilimle karıştırılıyor. Cehalet, Amerikan toplumunun temel örgütlenme ilkesi haline geldikçe, eleştirel düşüncenin izleri giderek daha çok kültürün kenarlarında ortaya çıkıyor.
Neoliberalizmin 40 yıllık saltanatı süresince, yurttaşlık kültürü metalaştırıldı; müşterek vatandaşlık yıpratıldı; kişisel çıkarlar ve güçlü olanın hayatta kalması inancı ulusal bir ideale yükseltildi. Bunun yanı sıra, dil militarize edildi, reklamcılara teslim edildi ve siyasi ve kültürel açıdan utanç verici bir anti-entelektüelizm Beyaz Saray tarafından onaylandı. Bunu, boş laf, şok ve basitlikten oluşan bir ekosistem üreten şöhret kültürü ile birleştirin. Kurumların ve siyasetin her ne tutarlı anlamı varsa yok ederken; eşitsizliği ve erilliğin çocuksu biçimlerini savunan ve cehaleti ve savaşçı zihniyetini doğal düzenin bir parçası olarak savunan Jordan Peterson gibi zalim ve soytarı, kamu düşmanı entellektüelleri ekleyin.
Üretilen cehalet kültürü, bir de illüzyon ve şiddet gösterileri ticareti yapan medya aygıtı aracılığıyla yeniden üretiliyor. Bu koşullar altında, cehalet norm haline gelir ve eğitim büyük oranda, siyasetten, ideolojiden ve şu an Amerikan toplumunu kontrol eden etkili kurumlardan; demokratik değerleri, toplumsal ilişkileri ve merhameti kaldırmaya çalışan bir çeşit neoliberal zombi politikasının merkezine yerleşir. Üretilmiş cehalet çağında, basitçe bir öğrenim, fikir ya da bilgi yokluğundan daha fazlası vardır. Üretilmiş cehalet hükümdarlığı sadece yeni sosyal medyanın yükselişine, dolaysız kültüre ve anlık hazda başarılı olan bir topluma da bağlanamaz. Aksine, üretilmiş cehalet, sağcı korporatist ideoloji için merkezi olan siyasi ve eğitsel bir projedir. İnsanları apolitikleştirmek ve yaşamlarına sefalet ve eziyet getiren neoliberal ve ırkçı siyasi ve ekonomik güçlerle suç ortağı yapmak için saldırganca çalışan politikalar bütünüdür. Ayrıca etik hayal gücüne ve ortak iyilik kavramına acımasız bir saldırı yürütürken, dilin şiddete hizmet etmeye zorlandığı bir zulüm kültürünün ve 21. Yüzyıl faşizminin çok kötü niyetli bir biçiminin çalışmaları da var. Güncel tarihi aralıkta, bilgisizlik ve cehalet, ABD’ye inen faşizm bulutuna bir armağan olarak sağ popülizm formatında bir cemaat rolü sunuyor.
Kapitalizm, güçlü bir demokrasiyi besleyen bir eğitim sistemini nasıl ortadan kaldırır?
Giderek daha çok, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki neoliberal rejimler; yükseköğrenime ve güçlü ve sağlıklı bir demokrasi mücadelesinde gerekli olan biçimlendirici kültürü ve öğrenme şekillerini üretmek için yükseköğrenimi elzem gören öğretim üyelerine ve öğrencilere büyük bir saldırı başlattılar. Örneğin, ABD’de, işçi sınıfı ve alt-orta sınıftan öğrencilerin yükseköğrenime erişimi kısıtlanırken; yükseköğrenimin mali kaynakları kesildi, değersizleştirildi ve özelleştirildi. Bazı lise sonrası eğitim olanaklarına erişimi olan, imkânları az olan öğrenciler çok sık finansal borçlarla karşı karşıya kalıyor. Gitgide üniversiteler, kumarhane kapitalizminin değerlerini taklit etmek için tasarlanan mesuliyet fabrikalarına dönüştürülüyor. Piyasa prensiplerine göre oluşturulmamış disiplinler ve dersler, ya mali olarak yeterince desteklenmiyor, bitiriliyor ya da piyasa değerlerine hizmet etmek için yeniden şekillendiriliyor. Sosyal bilimler giderek ortadan kalkar ya da marjinalleşirken; aynı zamanda Kadın Çalışmaları, Afro-Amerikan Çalışmaları, Emek Çalışmaları ve Latin Amerika Çalışmaları gibi disiplinler fonlarının çoğunu kaybediyor, kapatılıyor ya da marjinalleştiriliyor. Yükseköğrenime saldırı uzun bir süredir devam ediyor. 1980’lerden itibaren, üniversitenin demokratik ilkeleri, Koch kardeşler gibi seçkin finansal elit ve büyük firmalardan oluşan sağcı milyarderlerin saldırısına uğruyor; bu da “üniversite ve iş dünyası arasındaki çizgilerin bulanıklaşmasına neden oldu”. Giderek, yükseköğrenimin hedefi kamu yararı yerine bireysel tüketici oluyor.
Bu koşullar altında güç, eğitimi genellikle basitçe; yönetim, öğretme ve öğrenme meselelerini, ekonominin araçsal ihtiyaçlarına koşan piyasa odaklı kültürün gözüyle gören yönetici sınıfın elinde toplanıyor. Şirketlerin yüksek öğrenimi ele geçirdiğinin kanıtı, neredeyse tamamen girişimci terimlerle tanımlanan iş kültürü ve liderlik biçimlerini taklit eden yönetim yapısının ortaya çıkışında aşikârdır. Bu yapılar sadece hiyerarşik ve öğretim üyeleri ve öğrencileri yetkisiz kılıcı değiller, aynı zamanda farklı öğretim üyeleri, personel ve öğrenciler arasında maaşlar, kaynaklar ve seçenekler açısından muazzam bir eşitsizlik üretiyorlar. Eğitim ile ilgili önemi olan her şeyin iş, ölçü ve indirgemeci bir verimlilik kavramı söylemine çekildiği görülüyor. Araştırmalar gittikçe daha fazla şirket çıkarlarını yansıtmasına ve ölçülebilir terimlerle tanımlanmasına göre şekilleniyor, değerlendiriliyor ve ödüllendiriliyor. Akademik ödüller, terfiler ve güce erişim artık burs almaya bağlı. Sayısal göstergeler ve ticari değerler, neredeyse üniversite yaşamının tüm düzeylerinde politikaları ve uygulamaları şekillendiriyor. Örneğin, üniversite hizmetleri gittikçe daha fazla taşeronlaştırılıyor, öğrenciler girişimciler olarak tanımlanıyor ve eğitim kültürü iş kültürüne dönüşüyor. Bu sefer, bilgi ve ilim, fikirler ve veri arasındaki fark; bilgiyi araçsal terimlerle değerlendiren ve kamu yararına hizmet eden fikirleri değersizleştiren ekonomik zorunluluk gereğince azalıyor.
Buna ek olarak, devlet üniversitelerindeki öğretim üyeleri güçlerinin ve özerkliklerinin çoğunu kaybettiler; yarı zamanlı işçilere dönüştürüldüler ve büyük ölçüde Walmart ve diğer hizmet sektörlerini karakterize eden işyeri mantığıyla tanımlanıyorlar. Bu işyeri tipi, Noam Chomsky’nin işaret ettiği gibi “emek maliyetini azaltmak ve emek itaatkârlığını arttırmak” için tasarlanıyor. Öğretim üyelerinin geçici personel statüsünde çalıştırılması aynı zamanda akademik özgürlüğün ve özgür ifadenin de altını oyma işlevi görüyor, çünkü pek çok yarı zamanlı ve misafir öğretim üyesi, kovulma korkusuyla, sınıflarında ya da dışarıda önemli sosyal meseleleri konuşmak ve irdelemekten haklı olarak korkuyorlar. Judith Butler, öğretim üyelerinin “özgürlüğün (hem akademik özgürlük hem de politik ifade özgürlüğünün) dayandığı güvence ve koşullarla birlikte ekonomik ve kurumsal desteği” büyük oranda kaybettiğini belirtirken haklıdır. Birçok yardımcı öğretim üyesi, bu tür güvencesiz bir ortamda sadece düşük bir iş güvencesine sahip olmakla kalmıyor, aynı zamanda bazı durumlarda yoksulluk ve yiyecek yardımı aramak zorunda bırakan ücretlere de mecbur ediliyorlar. Üniversiteler, denetim kültürüne yenik düştükçe, geçerli bir düşünce ayrılığı anlayışı şöyle dursun; gerçek bir eleştirel eğitimi baskılayan, piyasa odaklı müşteri memnuniyeti, ölçüm bilimi ve performans ölçümleri anlayışı ile gittikçe bütünleşiyorlar. Eleştirel eğitim şirket düzenini yeniden üretme ve bu düzene fayda sağlama görevine tabi kılındıkça, eğitim kursa dönüşüyor ve öğretim görevlilerinin rolü araçsallaştırılıyor ve herhangi bir demokratik öngörüden mahrum bırakılıyor. ABD’de demokratik kamu yararı için var olan yükseköğretime, öğretim görevlilerine ve bağlı entelektüellere saldırının uzun bir tarihi var.
Yönetimin bu piyasa odaklı tasarımında, öğretim görevlileri hem güçlerini hem de özerkliklerini kaybediyorlar. Neoliberalizm egemenliği altında, öğrencilerin sırtlarına genellikle yüksek okul harçları ile süregiden belirsizlik, ekonomik istikrarsızlık ve ekolojik tehlike üzerine kurulmuş bir gelecek yükleniyor. Buna ek olarak, demokratik öngörüler yükseköğretimden çıkarıldıkça, bunların yerine dar bir işe hazırlama kavramı ve maliyet muhasebesi araçsal rasyonalitesi geçiyor. Bu, hem öğretim görevlilerini hem de öğrencileri yıldırmaya ve apolitize etmeye hizmet eden ve genellikle onları kendi kişisel çıkarlarını güçlendirmek dışında herhangi daha büyük bir değerden kurtaran ve herhangi bir ahlaki ve sosyal sorumluluktan geri tutan, Stuart Hall gibi teorisyenlerin “denetim” ya da “şirket” kültürü olarak adlandırdıkları şeyin yükselişine işaret ediyor. Daha belirgin olarak, yükseköğretim demokratik kamusal alan rolünü hem reddedip hem de aktif olarak terk ettiği için; özelleştirme çemberinde ikamet eden ve çevrelerindeki despotik gücün büyümesine kayıtsız bencil öznelerin gelişimi için temel atan, vatandaşın müşteriye dönüştüğü bir eğitim sağlama eğilimindedir. Bu koşullar altında, eğitim kursa dönüşür ve değer verilen tek öğrenme ölçülebilir olana indirgenir.
Şimdiki nesil eğitimcilerin, öğrencilerin ve diğerlerinin karşılaştığı zorluklardan biri, tiranlık zamanında eğitimin rolü ve misyonunun ne olduğu problemini ele alma ihtiyacıdır. Toplumun faşizm uçurumuna kaydığı bir tarihsel anda neyi başarmaya çalışmalı? Böyle bir meydan okumada merkezi olan, eğitimin demokraside neleri başarması gerektiği sorusudur. Yükseköğretimin demokratik kamusal alan rolünü terk etmemesi neye mal olur? Eğitimciler, gençleri ve halkı düşünme, sorgulama, şüphe etme, düşünülemezi hayal etme ve güçlü bir demokrasinin varlığı için vatandaşlara ilham ve güç verici olarak eğitimi elzem olarak savunma yetenekleri sağlamaya dönük ekonomik, siyasal ve etik koşulları yaratmak için ne yapmak zorundadır? Yükseköğretimin, öğretim görevlileri ve öğrencilerin mevcut olanı tekrarlamak yerine farklı bir gelecek için çalışmalarını; korkunç olana karşı çıkmalarını; kendilerini kurban değil özne olarak kabul etmelerini ve sağlam ve kapsayıcı bir demokrasinin hizmetinde hareket etmek için cesaret toplamalarını mümkün kılmak adına görevini yeniden tanımlaması için nasıl bir dil gereklidir? Eşitlikçi ve demokratik değer ve dürtülerin gittikçe terk edildiği bir dünyada, otoriteye meydan okumak ve iktidarı sorumlu tutmak amacıyla gençleri ve daha geniş toplumu eğitmek için ne gerekir?
“Trump Amerika’sında zulüm kültürü” nedir ve analiz edilmesi neden önemlidir?
ABD, zulüm kültürünün, sözde demokratik eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri iddialarını zayıflattığı ve hiçe saydığı uzun bir tarihe sahiptir. Son 40 yıldır, kültürün sertleşmesi, ahlakın çöküşüyle sürüklenen bir sosyal düzenin ortaya çıkışı, bireysel çıkarın denetimsiz kutsanışı ve Hobbesçu herkesin herkese savaşı neoliberal bir gangster kapitalizm biçiminin ya da daha doğru bir ifadeyle neoliberal faşizmin yükselişiyle artarak beslendi. Yine de, bu zulüm tarihi Trump yönetimine özgü değildir. Refah devletine yönelik saldırı, hissiz bir toplumsal atomizasyon, hayatta kalma odaklı ahlakın yükselişi ve insan ıstırabına artan duyarsızlık uzun süredir her iki büyük siyasi parti tarafından desteklenmektedir. Trump’ın seçilmesinden önce, [ABD’nin] zulüm kültürü; zenginlerin çıkarlarını ve kendi güçlerini daha çok arttırmak için güvencesizleri sömürmekten faydalanan liberal ve muhafazakâr politikacıların yalan konuşmaları ardına saklanarak, iktidarın sınırlarında belagatli bir şekilde yaşadı.
Fakat bu tür saldırılar, Trump’ın başkanlığı altında daha saldırgan ve örgütlü bir rol üstlendi. Bu durum, Trump’ın, piyasanın ve devlet şiddetinin tüm toplumsal sorunlara ana çözüm olduğu ve yönetimin tek yasal dayanakları olduğu görüşüne ölçüsüz bir zorba kuvveti tahsis etmesinde aşikârdır. Zalim iktidar, zulüm ve barbarlık pratiğine bu geçiş artık gölgelerde saklanmıyor ve seçildiğinden bu yana Trump’ın faaliyetlerinin çoğunda mazeretsiz uygulanıyor. Trump kabadayı söyleminden zevk alıyor. Kendini eleştirenlere “kaybedenler” diyor; dünya liderlerine aşağılayıcı bir dil ile hakaret ediyor ve beyaz üstünlükçülerin şiddet eylemlerini örtülü olarak destekliyor. Devlet işkencesini onaylıyor, polisi yeniden silahlandırıyor, şiddet temsillerinden zevk alıyor. Bir defa da edit edilmiş bir videoda, bir güreş maçında kendisini, başına CNN logosu yerleştirilmiş bir erkeğe künde atarken ve yumruklarken gösteren bir videoyu tweet attı. Kısmen göçmen aileleri parçalar ve küçük çocukları ebeveynlerinden ayırırken, “yasa ve düzen” çağrısı uyarınca, hapishane devletinin ırkçılıkla yüklü alanını genişleten, iç terörün ağırlığını taşıyan politikalar icra ediyor. Latinleri “hayvanlar”, Meksikalıları “tecavüzcüler” ve “uyuşturucu satıcıları” ve bazı Afrika uluslarını “boktan ülkeler” olarak adlandırdı ve bunların hepsi 1930’larda Nazilerin tehlikeli, ırkçılıkla yüklü söylemlerini hatırlatıyor.
Trump’ın zulüm kültürünü benimsemesi, aynı zamanda, merhamet, empati ve diğerlerini umursamak gibi temel insani duyguları hor gören; süregiden bir insanlıktan çıkarma, kin ve ırkçılıktan esinlenen nefret sürecine dayalı politikaları da yönlendirmektedir. Ultra zengin ve büyük şirketler için 1.3 trilyon dolarlık vergi indirimi ile askeri harcamalarda muazzam bir artışı başka nasıl açıklayabiliriz? Bu korkunç ve zararlı yasalar, düşük gelirli konutlarda eşi görülmemiş kesintiler üreten, resmi yardım alanları ceza niteliğinde çalışma koşullarına zorlayan, meslek eğitim programlarını kaldıran, yoksullar için yiyecek yardım programlarında kesinti yapan, en yoksullar için kaliteli sağlık hizmetlerini azaltan, yeni doğum yapmış anneler ve bebeklerin beslenme programlarını kesen ve milyarları Çocuk Sağlık Sigortası Programı (CHIP) gibi çaresizce ihtiyaç duyulan programlardan çıkaran politikalara eşlik ediyor. Tüm bu politikalar zenginliği yukarı doğru dağıtmaya hizmet ederken, Amerikan ailelerinin endişe verici yüzde 43’ü konut, çocuk bakımı, yiyecek ve hatta cep telefonu gibi temel ihtiyaçları karşılayamıyor ve Medicaid’den (yoksullar için sağlık yardımı) faydalanan en savunmasız durumdaki milyonlarca kişi sağlık hizmetini kaybetme riskiyle karşı karşıya. Birleşmiş Milletler Aşırı Yoksulluk ve İnsan Hakları Özel Raportörü Philip Alston, Guardian ile yaptığı bir röportajda Trump’ın sadece ultra-zenginleri ödüllendiren politikalar üretmediği; aynı zamanda “sosyal güvenlik ağının altını oyan Amerikan refah programına sistematik saldırı” sonucu, yoksulları ve en savunmasızları cezalandırdığı uyarısında bulundu. Alston ayrıca “hükümet yükümlülük anlayışını ortadan kaldırarak, hızla zulme geçersiniz” diye belirtti.
Daha da kötüleşiyor. Yeni bir nefret düzeyi, gaddarlık gösterisi ve devlet destekli zulüm, Trump’ın Dreamers (Hayalciler) programını sonlandırma istekliliğinde tam gösterimde ki bu ülkeye çocukken getirilen 700 binden fazla göçmenin sınır dışı edilmesi riski taşıyor. Dahası Trump, birçoğu onyıllardır ABD’de yaşamış olan 86 bin Honduraslı ve 200 bin El Salvadorlu dahil olmak üzere 425 binden fazla göçmen için geçici koruma statüsünü sona erdiren başkanlık kararnamesi çıkardı. Burada, Trump’ın ırksal saflık, beyaz milliyetçilik ve “temizlenmiş” kamusal alan sevgisine uymayanlar için tiksintiyi telkin eden nefretle güçlendirilmiş bir soykırım zihniyeti geçerli.
Bu zulüm kültürünün ABD’de uzun bir tarihi var ve bu, insanlığa ya da gezegenin kendisine toplumsal maliyetini düşünmeden sermaye ve kâr birikimi için zalim bir güç uygulamaya fazlasıyla hevesli neoliberal faşizm pratiklerinin yoğunlaşması ve artmasıyla bağlantılı olmalı. Zulüm kültürü sadece karakterle ilgili değildir… Tam tersine, finansal elitin hizmetindeki yapısal ve ideolojik güçlerle bağlantılı. Zulüm kültürü, basitçe ahlaki öfke üretmekten ziyade, zalim oldukları kadar adaletsiz olan gücün, siyasetin ve yeni oluşan tahakküm yapılarının birleşimine işaret ediyor. Gangster kapitalizmi, kuvvetler birliği, demokratik değerlerin sürekli tahribatı ve nihai dışlanma, kullanılabilirlik, toplumsal terk ve toplumsal ölüm makinasının sürekli üretimi ile böyle bir zulmün temel nedenidir.
Neoliberalizm faşizm, bir aşırı kapitalizm biçimi olarak; demokrasiyi düşman, piyasayı özgürlüğün belirleyicisi ve ahlaki imgelemi horgörü nesnesi olarak görür. Neoliberalizm faşizm, yürüyen ölülerin 21. Yüzyıl versiyonunu temsil eden yönetici elit kesimi üreten bir zombi siyaseti biçimidir. New York Times film eleştirmeni A.O. Scott’tan alıntılarsak, bu zombi politikacılar ve kudret simsarları “sadece korkularımızı değil, fakat (aynı zamanda) neye dönüştüğümüzü hatırlatan” distopya olarak hizmet ediyorlar. Amerikan kültürü ve toplumunun kabalaşması, otoriter zombiler tiranlığının normalleştirilmese bile evcilleştirildiği devlet destekli bir dilde pekişti. Şu anda tanık olduğumuz şey, merhametin ölümü, en savunmasız olana karşı yükümlülüklerimizin reddi, toplumsalın ölümü ve demokrasinin yükümlülüklerinden onursuz bir kurtuluştur. Neoliberalizmin gangster kapitalizmi biçiminde, ABD, ahlak duygusunu yitirmiş ve bir hukuksuzluk ve ahlaki kayıtsızlık toplumuna dönüşmüştür. Trump, Pankaj Mishra’nın yazdığı gibi, “insan ıstırabının girift nedenlerinin anlaşılmasına yönelmeyen, yaygın biçimde desteklenen zalimliği yücelten kriminal bir topluma” dönüşen bir ülkenin son noktasıdır. Mevcut zulüm kültürü, hem demokrasiye karşı savaşın bir belirtisi hem de ABD’nin faşizm uçurumuna düşüşünü gösteren bir aynadır.
Yeni kitabınız “Amerikan Kâbusu: Faşizmin Meydan Okuyuşuyla Yüzleşme”de neoliberalizm ile faşizm arasında bir bağlantı olduğunu savunuyorsunuz. Bu bağlantıya değinebilir misiniz?
Aslında, iki terimi, hem bir proje hem de hareket olarak tanımladığım “neoliberal faşizm” tabirinde bir araya getiriyorum. Neoliberalizm, demokrasinin en değerli ilkelerinin altını oyarken, etkili kurumlarını yok etmese bile zayıflatan kolaylaştırıcı güçtür. Bu, Sheldon Wolin’in, demokrasiden devrimci bir kopuş teşkil eden totaliter hayal olarak adlandırdığı şeyin bir parçasıdır. Bu, devlet egemenliğinin yerini şirket egemenliğinin ve korku kültürünün aldığı; güvensizliğin ve güvencesizliğin yürütme yetkisini ve cezalandırıcı devletin yükselişini harekete geçirdiği bir faşizm biçimidir. Sonuç olarak, neoliberalizm, gangster kapitalizmin bir biçimi olarak, faşizm altında onaylanan ve üretilen ideolojik mimarinin, zehirli değerlerin ve ırkçı toplumsal ilişkilerin açığa çıkması için verimli bir zemin sağlar. Neoliberalizm ve faşizm, kapitalizmin en kötü aşırılıklarını faşist ideallerle birleştiren, rahat ve karşılıklı olarak uyumlu bir proje ve harekette bağlanır ve ilerler: Savaşa saygı, akıl ve gerçekten nefret; aşırı milliyetçilik ve ırksal saflığın popülist kutsanışı; özgürlüğün ve fikir ayrılığının baskılanması; yalanları teşvik eden bir kültür; aşağılama gösterisi ve diğerlerinin şeytanlaştırılması; bir çöküş söylemi; vahşi sömürü ve nihayetinde heterojen biçimlerde devlet şiddeti. Toplumsalın tüm izlerinin yerini bireyciliğin idealleştirilmesi alıyor ve her türlü sorumluluk bireysel aktörlere indirgeniyor. Neoliberalizm, başarısız bir demokrasi yaratıyor ve bunu yaparken istisnai bir durumu olağanüstü hale dönüştürmek için faşistlerin korku ve terör söylemini geliştiriyor. Bir proje olarak, demokrasinin tüm ana kurumlarını yok ediyor ve iktidarı finansal elitin ellerinde topluyor. Bir hareket olarak, kitlesel ekonomik eşitsizlik ve ıstırap üretiyor ve bunu meşrulaştırıyor; kamu mallarını özelleştiriyor; temel devlet kurumlarını ortadan kaldırıyor ve tüm toplumsal sorunları bireyselleştiriyor. Buna ek olarak, siyasal devleti şirket devletine dönüştürüyor ve eleştirmenleri sansürler ve onlarla alay ederken eleştirel basını ve medyayı itibarsızlaştırmak ve sivil özgürlükleri zayıflatmak için denetim, militarizm ve “yasa ve düzen” araçlarını kullanıyor. Dahası, neoliberal faşizme oldukça özgün olan şey, gençlere yönelik agresif savaşı, özellikle siyah gençlere, kadınlara karşı savaşı ve gezegeni yağmalaması.
Ayrıca, kültürel aygıtların kurumsal denetimi; halka şiddetin, toksik ve banal illüzyonların, piyasa odaklı değerlerin kutsanışının ve şöhret kültürüne fos bir saplantı ve tapınmanın sonsuz gösterisini sunuyor. Sosyal devletin çöküşüyle, cezalandırıcı neoliberal faşist devlet, aslında, evsizlik ve yoksulluk gibi toplumsal sorunların ifadesi olan bir dizi davranışı suç haline getirerek tam güç ortaya çıkıyor. Hapishane modeli ve devlet destekli şiddet ve hukuksuzluk; gençlik, renkli insanlar, kayıtsız göçmenler ve elden çıkarılabilir tüm diğerlerine karşı şimdi fütursuzca uygulanıyor. Temel sosyal hizmetleri, ihtiyaç duyulan altyapıyı ve temel kamu mallarını yok eden neoliberal politikaların, korkunç bir şekilde ortaya çıkardığı muazzam eşitsizlik; beyaz üstünlük ideolojisini, devlet şiddetini ve otoriter inançları kucaklamaya gönüllü yakın zamanda uyarılmış popülizme açık kolektif öfke ve kine kötü bir dönüşü hızlandırmak için verimli bir zemin sağlıyor. Neoliberalizm yeni bir faşizmin yüzüdür. Hem ABD’de hem de yurtdışında onlarca yıllık neoliberal kâbustan sonra faşizmin harekete geçirici tutkuları açığa çıktı ki bu 1930’lardan ve 1940’lardan beri gördüğümüz her şeyden farklı. İleri kapitalizm, gerçek demokrasinin tüm izlerini yok etti, kitlesel ekonomik sıkıntılar üretti, korku ve katartik zalimliğin birleşiminden faydalandı ve “elden çıkarılabilir” olarak düşünülenleri amaçlayan vahşi kanunsuzluğu teşvik etti. Kapitalizm ve demokrasinin aynı şey olduğunu reddetme, demokratik sosyalizmin vaatlerine inancı yenileme, farklı toplumsal hareketlerin birliği etrafında yeni politik oluşumlar yaratma ve eğitimi politikanın kendisinin merkezine koyma ihtiyacını ciddiye alma zamanıdır. Walter Benjamin’in bize hatırlattığı gibi, faşizm genellikle başarısız demokrasilerin ürünüdür ve neoliberalizmin egemenliği altında, sadece işlevsiz bir demokrasinin tam ortasında değiliz. Fakat refah ve iktidar anlamında muazzam eşitsizlikler üreten ve canlı bir demokratik toplum için hayati olan her şeye saldırganca savaş açan tekelci iktidarın küstah modellerine kendini adamış gangster kapitalizmin aşırı bir biçiminin pençesindeyiz.
[truthout.org’daki İngilizce orijinalinden Banu Servetoğlu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
(Kaynak: Sendika.org)