Tarihsel ve güncel pratiklerin deneyiminden süzülüp gelen bir gerçek var. Herkesin bildiği bir gerçek bu: Müzakere masasında güçlüysen kazanırsın. Evet, her türlü müzakere masasında kazanım oranı gücünüzle doğru orantılıdır. Bu güç esas olarak sözün gücü değil, mücadeleyle kazanılmış ve güncel mücadeleyle koruyup geliştirilmekte olan güçtür. Bunun için müzakere-mücadele diyalektiğini mücadeleyi önceleyecek biçimde işletmek yaşamsal önemdedir.
Öz gücüne güvenmek
Her mücadelede olduğu gibi barış ve demokrasi mücadelesinde de asıl olan öz güçtür. Öz gücüne güvenerek mücadele etmektir. Kürt halkı bunu yılların mücadele deneyimiyle defaatle kanıtladı.
Sosyalist hareketin enternasyonalist ve devrimci kanadı da mücadelesini öz gücünü temel alan perspektifle sürdüregeldi.
Ama bu temel doğru hiçbir zaman farklı düzlemlerde farklı hedefler için ittifaklar kurmalarına, geçici veya kalıcı yol arkadaşlıklarına kucak açmalarına, taktik manevraları mücadelenin hizmetine koşmalarına engel olmadı. Bu süreçte ve devamında da engel olmayacaktır.
Bu bağlamda, barış ve demokrasi mücadelesinde sağından medet ummak eleştirileri yapan sekter anlayışlara hatırlatmak gerekir: Kendi öz gücü temelinde faşizme karşı, tüm tutarsızlıklarına rağmen düzen içi antifaşist muhalefetle mücadeleyi ortaklaştırmak başka şey, sağından medet ummak başka şeydir.
Barış ve demokrasi mücadelesi
Diyalektik işleyiş, barış ve demokrasi mücadelesi için de geçerlidir. Sürecin muhatabı/tarafı olanlar defaatle vurguladı: “İstanbul’da faşizm varsa, Diyarbakır’da demokrasi olmaz.” Benzer vurguyu Özgür Özel “Diyarbakır’da demokrasi, İstanbul’da otokrasi olmaz,” ifadeleriyle yaptı. Bu tespitler gerçekliğin ifadeleridir. Barış ve demokrasi mücadelesini bir arada sürdürmek zorunluluğu vardır. Barış olmadan demokrasi, demokrasi olmadan barış olamaz. Demokrasisiz barış, barış değil, “zoraki barış” geçici suskunluk hali olabilir ancak. Bana söz düşmez, ama Kürt halkı ve temsilcileri buna asla rıza göstermezler. Yapılan vurgular da bunu gösteriyor.
Yine barışın toplumsallaşamamasının nedenlerinden biri de, rejimin istibdat uygulamalarının yaygın şekilde sürmekte olmasıdır. Toplumun bir kesiminin kendilerine uygulanan baskıları göğüsleme derdine sıkıştırılması ve yüzlerini tam olarak barış mücadelesine döndürmelerine fırsat verilmemesidir.
Böyle bir rejim baskısı altında, barış ve demokrasi mücadelesinin birlikteliğini zedeleyecek adımlardan titizlikle sakınarak mücadele edilmelidir.
Yanılsamalara neden olmamak için bir parantez açarak, demokrasi kavramını, demokrasinin sınıfsal karakterini belirginleştirecek biçimde açımlamakta yarar var. Zira faşizme karşı demokrasi için en geniş cephe derken, kast edilen emperyalizm koşullarında olabilecek burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin olduğu “burjuva demokrasisidir”. Tırnak içinde ifade ediyorum. Çünkü bu burjuva demokrasisi serbest rekabetçi kapitalizm dönemindeki gibi tüm burjuvalar için demokrasi olamaz. Oligarşik karakterli olacaktır. Sosyalistler bu demokrasiyle yetinmeyeceğine göre mücadeleyi bugünden devrimci demokrasi perspektifiyle sosyalist devrim hedefine yönelik de, kesintisiz sürdürmek durumundadırlar. Bunun için en geniş antifaşist cephe örgütlenmesiyle birlikte üçüncü yol ya da gerçeğin daha doğru ifadesiyle ikinci yol -sermayeye karşı proletarya ve müttefikleri- örgütlenmesi de güncel görevdir. Bu örgütlenme ve mücadele parlamenter ve/veya reform mücadelelerinden öte bağlamları olan devrimci mücadele ve örgütlenme görevidir. Faşizmi alt etme sonrasına bırakılamaz.
Dört koldan barış ve emek için bütçe yürüyüşü
DEMP müzakere sürecine zarar verebileceği kaygısıyla rejimin emek ve demokrasi karşıtı uygulamalarına karşı mücadeledeki duraksamalı halini terk etmeli/ediyor.
DEMP’nin “Emek ve Barış için Bütçe” şiarıyla 12 Aralık 2025 günü 4 koldan (Batman, Hatay, Aydın ve Tekirdağ) Ankara’ya başlattığı kitlesel yürüyüş, emek barış ve demokrasi mücadelesinin birlikte sahiplenildiğinin sahici göstergelerindendir. Devamı gelecektir/gelmelidir.
CHP’ye dönük saldırılara karşı, Gezi tutsaklarının, Kobane tutsaklarının, tutuklu tüm Belediye başkanlarının, gazetecilerin, kısaca tüm siyasi tutsakların salıverilmesi için; yargının demokratik toplumsal ve siyasal muhalefeti sindirme ve yok etmede sopa olarak kullanılmasına karşı sürdürülen mücadeleye yeni yürüyüşlerle öncülük edilmeli.
Türkiye Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum, Bursa Mudanya Üniversitesi’indeki ‘Terörsüz Türkiye’ye Geçiş Süreci’ konulu konferanstaki konuşmasındaki “Terörsüz Türkiye hedefi Kürt sorununun çözümüne ilişkin bir projedir’ bağlantısı kurup, kimlik hakları üzerinden birtakım müzakereler yapmaya çalışanlar, ya bu işin niteliksel farkını görmüyorlar ya da bilinçli bir biçimde karıştırıyorlar… Türkiye, iç Kürt sorununu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönetimlerinde… büyük ölçüde çözdü… iç Kürt sorunu kalmadı,” ifadeleri dikkatle okunmalıdır.
Bu yaklaşımın bertaraf edilmesi ve onurlu bir barışın tesisi için, dört değil, 81 koldan yürüyüşler yapılmalıdır.
Türbülans etkisini gideren adımlar ve çelme takmalar
“Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi” adlı Süreç Komisyonunun İmralı ziyaretine CHP’nin katılmaması sonrası, özellikle DEMP’den gelen bazen dozu kastı aşan açıklamalar ve CHP’nin karşı açıklamaları ile adeta ilişkilerde bir türbülans hali oluşmuştu.
CHP’nin önce Parti Programında “Tüm yurttaşların ana dilini öğrenme, kullanma ve geliştirme hakkına saygı gösterileceği… Avrupa Yerel Yönetimler Şartının hayata geçirileceği… Demokratikleşme, toplumsal sorunların eşit yurttaşlık temelinde çözümü için elzemdir. Kürt sorununda kalıcı çözüm; terörün sona ermesiyle birlikte eşitlikçi, katılımcı, demokratik bir siyasi ve toplumsal düzenin kurulmasıyla sağlanacaktır… Kayyım uygulamaları gibi antidemokratik müdahalelere izin verilmeyecektir,” şeklindeki düzenlemeler kanımca gerginliği azaltan olumlu adımlar olarak görülmelidir.
Özel’in TBMM genel kurulunda yaptığı bütçe konuşmasında, sürece ilişkin dile getirdiği şu başlıklar da öyle:
“Komisyona katkı sunmaya devam edeceğiz. Bu ülkenin barış umutlarının birilerinin çıkar hesaplarına kurban edilmemesi için samimi ve ciddi bir sürecin içinde olacağız. Cumhuriyet Halk Partisi olarak kayyımlara itiraz ediyoruz. Türkiye’de Kürtlerle Türklerin kardeşliğini ve barışını savunuyoruz. Bundan sonra bu bütçelere bu paraları silahlara, savaşa, terörle mücadeleye harcamak yerine Kürt’ün de Türk’ün de ortak geleceği için harcayalım’ diyoruz. Türkiye’de son Kürt ‘Benim sorunum vardır’ demeyene kadar Kürt sorunu vardır. Türkiye’deki Kürtlere de barış, huzur diliyoruz. Suriye’deki Kürtlere de barış ve huzur diliyoruz. Suriye’de birlikte yaşamalarını, hiç birisinin ezilmemesini, katledilmemesini, Suriye’de de demokrasi olmasını ve barış olmasını istiyoruz.”
Bütün bu adımlar, barışın toplumsallaşması ve onurlu bir barış için CHP’nin desteğinin realize olması adına anlamlı.
Ayrıca bu gelişmeler, CHP’nin, sadece barış değil, barış mücadelesinden ayrı düşünülemeyecek faşizme karşı demokrasi mücadelesinde de, yok sayılmaması gerektiğini ve birlikte mücadelenin ortağı bir parti olduğunu gösteriyor.
Elbette tüm sermaye düzeni partileri gibi CHP de, kapitalist düzenin partisidir. Yani kapitalist devletin yürütmesini oluşturmak için kurulmuş bir partidir. Bugün ‘devleti yönetmeye aday birinci parti’ konumundadır. Ancak bu CHP’nin faşist iktidarın düşürülmesinde rolü olamayacağı anlamına gelmez. Anlamına geldiği iddia edilirse, bu iddia, sahibinin iradesinden bağımsız olsa da, sürece ve antifaşist mücadele imkânlarına çelme takmak anlamına gelir.
Yine, CHP’nin faşist bloka karşı yürüttüğü mücadele, AKP’ye karşı yürüttüğü iktidar oyunu olarak değersizleştirilmemeli. Zira antifaşist mücadeleyi iktidar oyunu diyerek değersizleştirmek ilk kez olmuyor. 3. Enternasyonal’de sınıfa karşı sınıf politikasını yürütenlerin, faşizm tehlikesini gelip geçici bir şey, sosyal demokrasiyi ise asıl tehlike olarak görme ve faşizmin yükselme koşullarında da öyle görmeye devam etme tutumları, faşizmin iktidara giden yolunu açmaya hizmet etmişti. Bugün yüz yüze olduğumuz durum, tam aynı olmasa da benzer riskler taşıyor. Bu bağlamda hem CHP’yi faşizmle mücadele ittifakının dışına itmenin, hem de faşizme karşı mücadeleyi “müzakerelerin bozulabileceği” gerekçesiyle ötelemenin faşizmin kurumsallaşmasının yolunu açacağını görmek gerekir. Ve görmeme ihtimaline karşı, ısrarla göstermeye çalışmaktan kaçınılmamalıdır.
Elbette faşizmden söz edildiğinde, önce kapitalizmden söz etmek gerekir. Ama bundan faşizmi yenmek için mutlaka komünist olmak gerektiği sonucu çıkarılamaz. Burjuva demokrasileri faşizmi yenmediler mi? Onların kapitalizmi savunuyor olmaları, Hitler ordularıyla savaşmalarına engel mi oldu? Hayır.
‘Engel olur’ mantığının varacağı yer sınıfa karşı sınıf stratejisidir. Faşizmin kökünü kazımanın başka şey, onu yenmenin bir başka şey olduğunu görmemektir. CHP’nin bir burjuva partisi olarak eleştirilmesi ile antifaşist bir müttefik olması meselesi, birbirinden tümüyle bağımsız değerlendirilmeyecek olsa bile iki ayrı problematiktir. Faşizme karşı mücadelede sınıfa karşı sınıf stratejisini savunmak, 3. Enternasyonal’in büyük hatasının günümüz koşullarında tekrarı edilmesidir.
Faşizm yerine “demokratik” bir burjuva rejimin kurulması için mücadele, antifaşist olmak için yeterlidir. Antifaşist olmak için faşizm yerine, illa ki sosyalist bir rejim kurmayı hedeflemek gerekmez. Antifaşizm, sosyalist mücadeleyle, antikapitalist mücadeleyle örtüşük görülemez. Böylesi iddialarla faşizme karşı mücadele imkânlarını güdükleştirmenin vebali büyük olur.
Rejimin sol merakı
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum, “Terörsüz Türkiye’ye geçiş sürecinde ‘sol’ tartışması“ başlıklı son Pazar yazısında sola akıl veriyor ve yönelim tayin ediyor. Marjinal dedikleri sola ve tarih oldu dedikleri sosyalizme olan ilgi neden acaba? Sosyalizmin hayaletinin bile korku salmasından olabilir mi? Öyle olduğu açık. Bununla birlikte asıl amaç yazının aşağıdaki son paragrafında saklı gibi.
“Halkın iradesini güçlendirecek, ulusal birliği tam güvenceye kavuşturacak demokrasi ve hukuk reformlarını talep etmek ve reform süreçlerine katılmak, bugün yurtsever sol demokrat olmanın temel ölçütlerinden biridir. Bu nedenle, Terörsüz Türkiye hedefine ulaştıktan sonra en geniş sosyal ve siyasi uzlaşmayla hazırlanması istenen ve beklenen yeni anayasa sürecinde yer almak, katkı sunmak, Türkiye’nin tüm yurtsever sol demokrat çevrelerinin tarihsel görevidir.”
Yazının özü olan bu son paragraf; soldan, rejimin inşasına hizmet edecek yeni anayasa yapımına rıza devşirme, yeni bir “yetmez ama evet” tutumu çıkarma gayreti olarak okunmalı. Ama tarih tekerrür etmez. Ettirmeye kalkanlar da tarihte kalırlar.
Şimdi kazanma zamanı
Şimdi, riskleri bertaraf, imkânları realize eden perspektifle hareket etme zamanı!
En başta öz gücüne güvenle ve ezilenlerin tarihsel blokunu inşayla, öz gücünü büyütecek topyekûn mücadele; toplumsal ve siyasal muhalefetin mücadele ortaklığını titizlikle koruyup geliştirerek mücadelenin kapsama alanını genişletme; bu güç ve birleşik enerjiyle demokrasi ve barış mücadelesini birlikte toplumsallaştırma; rejimin yok edemediği solu, bu sefer de kendi hedeflerinin rıza üretme aracı yapma hayallerinin boş olduğunu gösterme ve bu mücadeleyle biriktirilen gücü arkasına alarak müzakere masasında kazanma zamanı!
Müzakere masasında kazandıklarını cebe koyup yola devam zamanı!
