GÜLCE FİTZEK yazdı: “Kadınlar doğumlarına sahip çıkıyor; kadına, kadının bedenine, bebeğine, doğaya ve zamana saygıyla ayağa kalkıyor. Ellerinde pembe gülleriyle…”
GÜLCE FİTZEK
Ben de böyle bir gül olmak istemezdim.
Mutlu, heyecanlı, tutkulu anlara, sevinçli haberlere,
sürprizlere eşlik etmek isterdim. Olmadı.
İlk bakışta göze çarpmayacak kadar aynıydım ötekilerle.
Rosaceae familyasının, rosa omeiensis türünden, küçük katmerli çiçekleri açık pembe tonlarında ve hoş kokan bir bitkiyim. Bilirsiniz beni. Aslında hoş koktuğum söylenir fakat doğrusunu söylemek gerekirse kendi kokumdan sıkılırım bazen. Kendi kendime ağır gelirim. Kendimi ilk kez hareket halindeki bir trenin camında gördüm. Duyduğum yolculuk hikayelerinin hüznünden sandım, beni elinde tutarken, gözlerinin sessizce ve belli belirsiz dolusunu. İncinmiş duruşunu, güzün git gide keskinleşen soğuğundan, gri tonundan sandım. Yanıldım. Dikenlerim kendi eline zarar vermesin diye, dalımı özenle sardı. Madem sözü açıldı, bazen bilerek ve isteyerek parmaklara batan dikenlerim de oldu. Aramızda kalsın bu. Ya da hayır, kalmasın. Nedeni bilinsin. Bugün kasım ayının yirmi beşinci günü ve adıyla soyadının baş harflerini yanıma iliştirdiği nottan bildiğim J. E., yaşadığı şiddeti açığa vurmak için beni bugün o kapının önüne derin bir hüzünle bıraktı.
Ben bugün aşkı, tutkuyu, sevinci, sadakati değil, “şiddeti” simgeledim.
Ben artık sıradan bir gül değilim. Ben “Roses Revolution”un gülüyüm.
-Doğumhanenin önüne usulca bırakılan, hüzünlü, pembe bir gül-
2011 yılında Güney Amerikalı ebe, yazar ve doğum aktivisti Jesusa Ricoy’un girişimiyle başlayan Güller Devrimi (Roses Revolution) fikri, 4 Kasım 2013’te Blankenberg’de (Belçika) üçüncüsü düzenlenen “Doğumda İnsan Hakları Konferansı”nda diğer aktivistlerin de bilgisine sunulmasıyla kısa sürede insan onuruna saygılı doğumlar için dünya çapında barışçıl, sosyal bir kampanyaya dönüştü.
2013 Kasım’ının başıydı ve eylem günü olarak belirlenen tarihe üç hafta vardı. Kampanya, doğumları sırasında şiddete maruz kalan kadınların ve doğum aktivistlerinin duyarlılığı sayesinde inanılmaz bir hızla yayılıyordu.
O gün, yani Kadına Karşı Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü olan 25 Kasım 2013’te Almanya, Fransa, İtalya, İspanya, İngiltere, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Meksika, Brezilya ve Kolombiya başta olmak üzere çok sayıda ülkede bir çok doğumhanenin kapısına, doğumları sırasında şiddete maruz kalmış kadınlar tarafından binlerce pembe gül bırakıldı.
Eylem, doğal, barışçıl ve insan onuruna saygılı doğumlar talebiyle, her geçen yıl daha yoğun bir katılımla büyüyordu.
Almanya genelindeki doğumhanelerin kapılarının 2016 yılında yüzde 22’si, 2017 yılında ise yüzde 25’i “hüzünlü güllerle” doluydu.
“Modern zamanlar”ın ‘medikalize’ doğumları…
“Roses Revolution”, tıpkı “doğum aktivizmi” gibi Avrupa’da artık sosyal bir farkındalık hareketine dönüştü. Doğum deneyimlerini “travma” olarak tanımlayan kadınlar, her yıl 25 Kasım’da, doğurdukları doğumhanenin kapısına pembe güller bırakıyor.
Evrenin en doğal eylemlerinden biri olan doğumun, giderek doğallıktan uzaklaşarak “medikalize” olması, kadınların daha hijyenik, “teknik olarak daha donanımlı”, daha büyük, daha “güvenli”; böyle oldukça da kapitalizmin kendini yeniden ürettiği bir yer haline dönüşen hastanelere yönelmesi günümüzün önemli bir gerçekliği.
Bu gerçekliktir ki, doğuran kadını adeta Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar”ından anımsayacağımız, hızla, duygusuzca akan ve standart çıktılar meydana getiren üretim bandının üzerine yerleştiriyor.
Hastaneler: Sağlık endüstrisinin sahası
“İşleyişi” kolaylaştırmak ve daha fazla “verim” alabilmek için belli klinik standartlara bağlanan “doğum hizmeti”nde, sadece doğum profesyonelleri olan ebeler ve jinekologlar değil, doğurmakta olan kadın da, bebeğiyle birlikte bu standart üretim sistemine dahil oluyor.
Doğallığı içinde doğuran kadın resmi değişiyor.
Doğuran kadın, yaşamın en doğal eylemlerinden biri olan “doğumu”, tek tip kıyafetleriyle, vardiyaları süresince zamana karşı yarışan, personel eksikliği nedeniyle aynı anda birden fazla kadından sorumlu sağlık / doğum çalışanlarının eşliğinde deneyimliyor artık.
Sağlık endüstrisinin “sahası” haline gelen hastanelerin, fetişleştirilmiş “high-tech” ve “sterillik” imkanları eşliğinde; ama “hasta” muamelesi görerek…
“The Farm”ı anımsatırcasına…
Bir deneyim: “The Farm”
“The Farm” (Çiftlik), 1971 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Tennesse Eyaleti’nin Summertown Kasabası yakınlarındaki 550 hektarlık bir alanda kurulmuş, doğaya saygılı ve barışçıl doğumların ilke edinildiği, 300 kadar spiritüel hippinin alternatif doğum arayışlarıyla kurduğu bir komün.
Halen 200’den fazla üyesiyle, dünya çapında modern ebeliğin evi olarak biliniyor.
Bu noktada The Farm’ın kurucularından birisi olmanın yanında “doğal doğumun anası” olarak da bilinen, dünyaca ünlü ebe, doğum aktivisti ve yazar Ina May Gaskin’in büyülü cümlelerini anımsayalım: “Bir kadın, doğumu sırasında tanrıça gibi görünmüyorsa, birileri ona doğru davranmıyor demektir”.
Evet, kadınlar artık doğumları sırasında birer tanrıça gibi görünmüyorlar. Onlar, kablolara, monitörlere, “bip bip” öten aletlere bağlı, hareket özgürlüklerinden yoksun, beden kontrollerini kaybetmiş birer “yoğun bakım hastası” gibi görünüyorlar.
Doğallığıyla doğurma güçlerine olan inançlarını kaybediyorlar.
Doğurtulan kadınlar, kaybolan tılsım
Bir kadının bedenine olan inancını kaybetmesi, aynı zamanda içsel bir tılsımı da kaybetmesi anlamına gelmez mi? Kadınlar artık doğuramıyor ama doğurtulmayı bekliyor… Böylece kapitalizm, bir kez daha kendini kadın bedeni üzerinde yeniden üretiyor.
Yaşamın hemen her alanına doğrudan ya da dolaylı sızan şiddet, bazen öylesine “şiddetli” deneyimleniyor ki, bunun şiddet olup olmadığının ayırdına varmak zorlaşıyor.
Şiddetin “şiddet” gibi “şiddetli” algılanmasının çeşitli bedensel ve ruhsal faktörler nedeniyle çok da kolay olmadığı yerler doğumhaneler.
Doğum deneyimi, kadınlar kadar farklı ve çeşitli. Bu ifade doğru olduğu kadar bir klişe aynı zamanda. Tekrar vurgulamakta fayda var: Hangi koşulların bir doğumda kadını yeniden doğurduğu, bu deneyimin kadının ve bebeğinin gelecekteki yaşamını nasıl etkileyeceği sorusu çok önemli. Bu sorunun cevabı kadının bireysel ve bedensel bütünlüğüyle, kendi tercihini yapma hakkına dayanıyor. Bu, elbette tartışılmaya açık olmayan temel bir insan hakkı ve elbette insan hakları doğururken de geçerli.
Nerede, ne koşullarda ve nasıl doğurduğumuza dair deneyim, hiç kuşkusuz hayatımızın geri kalanında, sadece bedenimizi değil, duygularımızı ve düşüncelerimizi de etkiliyor.
İşte bu yüzden kadınlık halleri içinde vurgusu en yoğun yaşanan annelik, salt bedensel değil, aynı zamanda duygusal ve zihinsel, derin bir yolculuk. Bu yolculuğun tartışmasız en unutulmaz anlarından biri olan doğumun, belleklerde yalnızca “acı veren bir deneyim” olarak kalması, süreçte kadınların yalnız bırakılmalarından ya da taleplerinin sağlık sisteminin verili koşulları dahilinde yerine getirilmemesinden kaynaklanıyor.
Doğuran kadın hasta değil
Kadınlar 25 Kasımlarda kliniklerin önünde daha az pembe gül için, doğumları sırasında kesintisiz “bire bir ebe desteği” talep ediyorlar.
Doğuracakları yere kendileri karar vermek istiyorlar.
Örneğin Almanya’da, ebelerin her yıl inanılmaz bir hızla artan mesleki risk ve kaza sigortaları nedeniyle teker teker ev doğumlarından çekilmesi, kamuya ait küçük doğum kliniklerinin kâr sağlamaması nedeniyle kapanması, kadınları iradeleri dışında büyük hastanelerde doğurmaya yöneltiyor.
Bu da yukarıda bahsedildiği gibi, “tam teşekküllü” hastanede bir hastaya dönüşen kadının, doğal doğum hayalini yerle bir ediyor. Doğal halinden uzaklaşan doğum eylemi, birçok müdahaleyi de beraberinde getiriyor.
Ebelerin tılsımlı ellerinin, derin ve ılık cümlelerinin değmediği kadınlar, ne yazık ki jinekologların ellerinde hasta muamelesi görmeye devam edecekler.
Oysa doğuran kadın, muhtaç bir “hasta”ya değil, ne istediğini bilen, bedeni üzerinde denetime sahip, hormonların da etkisiyle dal dal çiçek açmış bir “anne”ye dönüşmeli.
Bi noktada bir kez daha bilge insan Ina May Gaskin’in kadınları yalnızca büyülü elleriyle değil, sözleriyle de sevgiyle sarmalamasına izin verelim:
“Ebelik mesleğinin yok edilmesi, cerrahlar ve erkek jinekologlar tarafından sağlanması mümkün olmayan bir kadın bilgeliğini de yok eder. Çünkü fizyolojik doğum, cerrahların ve hekimlerin elinde, duygu ve empatiyle orada olan kadınların varlığında olduğu gibi yapılamaz…”
Kadınlar tüm bunların bilinciyle, doğumlarına sahip çıkıyor; kadına, kadının bedenine, bebeğine, doğaya ve zamana saygıyla ayağa kalkıyor.
Ellerinde pembe gülleriyle…