KÜRESEL KAPİTALİST KRİZDE SON DURUM (2)
Krizde yeni aşama: Kriz azgelişmiş ülkelere yıkılıyor!
2012 yılının ortalarından bu yana küresel kapitalizm uzun dönemli bir iktisadi yavaşlama sürecine girdi. 2013 yılından itibaren ise üretken yatırımlar, verimlilik ve küresel ticaret anlamında reel ekonomideki bu yavaşlamaya paralel bir biçimde, daha önce de vurgulandığı gibi, uygulanan parasal genişleme ya da miktarsal kolaylaştırma politikalarıyla, yeni bir finansal istikrarsızlığın koşulları oluşuyor ve yeni bir küresel finansal kriz giderek gelişiyor. Ancak küresel krizin gelişim çizgisinin azgelişmiş ülkeleri ilgilendiren asıl yönü, krizin giderek azgelişmiş ülkelere, özellikle de bunların içinde bir süredir büyüme performansları ile dikkatleri çeken ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, “yükselen ekonomiler” olarak da adlandırılan bazı ülkelere yıkılmakta olmasıdır. Yani metropol kapitalist ülkeler 2013’ten bu yana ekonomik sıkıntılarını, bunların maliyetlerini azgelişmiş ülkelere ödettirerek aşamaya çalışıyorlar.
Böyle bir kriz ihraç süreci çeşitli aşamalardan oluşuyor. İlk aşama metropol kapitalist ülkelerdeki finansal kriz ve 2009’a kadar süren reel ekonomik daralma aşaması idi. 2010-2013 başı arasını kapsayan ikinci aşamada ikili bir durum söz konusu oldu. Kapitalist metropoller durgunluk ya da çoklu resesyonların içinde kalırken, 2010-2012 döneminde reel ekonomilerini mali teşviklerle destekleyen, iç ve dış kaynaklara zorlanmadan ulaşabilen başta Çin olmak üzere bazı yükselen ekonomiler hızla toparlandılar ve yüzde 5’ten başlayarak çift haneli rakamlarda büyüdüler. Bu dönemde Avrupa ve Japonya ikili- üçlü resesyonlar yaşarken, ABD çeşitli kereler tökezlese de, zayıf da olsa bir toparlanma içine girebildi. Kısaca 2008 krizi bu aşamada aslında yeni bir biçime dönüştü. Metropollerde uzun dönemli ekonomik durgunluk devam ederken, Çin ve diğer yükselen ekonomilerde canlı bir büyüme gerçekleşti.
2013 yılı ortalarından itibaren yaşanmakta olan üçüncü aşamada yukarıda sözü edilen ikili durum tersine dönmeye başladı. Ortalama yüzde 1-3 büyüme hızı sağlayan Avrupa, Japonya ve ABD resesyondan tedrici olarak çıkarken, Çin’in büyüme hızı yarıya indi, diğer yükselen ekonomilerin büyümesi reel olarak yavaşladı, hatta G. Afrika ve Rusya ılımlı bir resesyona doğru sürüklendiler. Toplamdaki sonuç ise küresel kapitalizmin bir bütün olarak hala yavaşlamakta olduğudur.
2010-2013 döneminin ikili karakterli gelişiminin neden tersine döndüğü ve bunun sonuçlarının neler olacağı sorularına verilecek yanıtlar hem krizin azgelişmişlere yıkılma mekanizmalarını, hem de küresel kapitalizmin ve krizin geleceğini anlamak konusunda yardımcı olacaktır.
2008 krizi sonrasında başta Fed olmak üzere metropol merkez bankaları derin bir çöküşü önleyebilmek için onlarca trilyon dolarlık bir likiditeyi küresel bankacılık sistemine enjekte ettiler. Bu enjeksiyon, kapitalist devletlerin merkez bankaları aracılığıyla, ticari bankaların ve özel yatırım fonlarının batık kredilerini, değersizleşmiş toksik kağıtlarını, miktarsal kolaylaştırma adı altında satın alması, merkez bankalarından borçlanma faizlerini neredeyse sıfıra kadar düşürmesi gibi para politikası biçimlerinde gerçekleşti. İlave olarak vergi indirimleri, mali teşvikler ve diğer önlemlerle zor durumdaki finans dışı şirketlere de destekler sağlandı. Parasal genişletme paketlerinin hedefi bankaların, reel ekonominin canlandırılabilmesi için reel sektöre yatırım ve işletme kredisi vermeye teşvik etmekti[1].
Ancak bu amaç gerçekleşmedi, çünkü bu devasa boyuttaki likidite, hem ülke içinde yeni finansal balonlar şişirebilmek için metropol ülkelerin bankalarında istiflendi, hem de daha fazla getiri için, yükselen ekonomilerin borsa, tahvil, döviz ve diğer menkul kıymetler gibi sermaye piyasalarına, mal piyasalarına, bankalarına, büyük alt yapı ve üst yapı projelerine, konut-emlak ve inşaat sektörüne yönlendirildi.
Yani bu enjeksiyonlar gelişmiş ülkelerdeki reel ekonomiyi canlandırmaktan ziyade yükselen ekonomi piyasalarına yöneldi. Bu arada Çin GSYH’sinin yüzde15’i oranında devasa büyüklükte bir mali teşvik paketi uygulayarak büyümesini iki haneli rakamlara çıkartabildi. Bu da Çin’in diğer azgelişmiş ülkelerin ürettiğine olan talebini artırarak, bu ülkelerdeki ihracat yönlü büyümeyi de 2010-2013 döneminde iki haneli rakamlara yükseltti. 2010 öncesinde gelişmiş ülkelerden yükselen ekonomilere akan sermaye toplamda hiçbir zaman 400 milyar ABD dolarını aşmazken, bu rakam 2011 yılında 1,5 trilyon ABD doları ve 2013 yılında 2,5 trilyon ABD doları oldu. Yükselen ekonomiler bu politikalardan geçici de olsa iki türlü fayda sağladılar. Gelişmiş ülke merkez bankalarından özel bankalara ve fonlara yapılan enjeksiyonlardan yararlandıkları gibi, Çin’in teşvik uygulamalarıyla artan ithalat talebini karşılamaya dönük olarak bu ülkeye olan ihracatlarını artırdılar.[2]
Ancak 2013 yılında bu durum esastan değişmeye başladı. Metropollerde finansal sisteme yapılan enjeksiyonlar özel bankacılık sisteminin zararını telafi ederken, reel ekonomiye gözle görünür bir fayda sağlamadı. Keza siyasal iktidarlar parasal genişletme politikaları ya da miktarsal kolaylaştırmanın yeni balonların şişirilmesine neden olduğunu görmeye başladılar. Bu da yeni bir finansal krizin oluşumuna neden olabilecekti. Ayrıca özellikle de ABD’de enflasyon giderek artmaya ve bir istikrarsızlık kaynağı olmaya başlamıştı. Bu nedenle de bu fonların aşamalı da olsa geri çağırılması gerektiği düşüncesi giderek kabul görmeye başladı
Bir başka anlatımla, Fed uzunca bir süreden beri, piyasadaki mevcut hazine bonosu ve mortgage destekli tahvilleri satın alarak, her ay piyasaya 85 milyar ABD dolarlık taze para pompalıyordu. Genişletici para politikalarıyla faiz oranlarının neredeyse sıfıra kadar düşürülmesi sağlanıyor, böylece de piyasalarda bir kredi bolluğu yaratılarak ekonominin canlanması hedefleniyordu[3].
Ancak bu politika yeni finansal balonların şişirilmesine neden olurken, bu şekilde oluşan bol likiditenin bir kısmının da daha yüksek getiri için “sıcak para” biçiminde, “yükselen ekonomiler” olarak adlandırılan azgelişmiş ülkelere yönelmesine yol açtı. Böylece hedge fonları, ucuz faiz ile Hindistan Brezilya ve Türkiye gibi ülkelere milyarlarca dolar akıttı ve bu ülkelerdeki düşük kur- yüksek faiz makasından ciddi getiriler sağladı. Örneğin Türkiye son on yıldır küresel yatırımcıların en çok sevdiği ülkelerin başında geliyordu. Bu durum, kalbi duran bir adamın elektro şok tedavisi yapılarak hayata döndürülmesine benziyordu[4]. Bunun bedeli ise borsada, inşaat ve konut piyasalarında giderek sürdürülemez balonların şişirilmesi ve yeni bir finansal kriz ile bu balonların patlaması riski idi.
Fed, politika değişikliğinin, dolayısıyla da parasal sıkılaştırmanın ilk işaretini 2013 yılının Mayıs ayında verdi. Fed’i, İngiliz ve Avrupa merkez bankalarının benzer kararları izleyince azgelişmişlere doğru olan akımlar yavaşladı ve bu ülkelerden sermaye çıkışları başladı. Çünkü başta ABD’de olmak üzere bazı güvenli metropollerde faiz oranları arttı. Kısa sürede yükselen ekonomilere doğru olan kaynak akışı neredeyse dururken, bu ülkelerden çıkan kaynak miktarı 1,5 trilyon ABD dolarını buldu. Bu gelişme borsaları düşürürken, döviz kurlarını ve faiz oranlarını fırlattı (Grafik 4), rezervleri azalttı. Kısa vadede başta petrol olmak üzere ithalat maliyetlerinden kaynaklı olarak enflasyon ve döviz cinsinden olan borçların reel maliyetleri arttı.
Örneğin Türkiye’de lira, ABD doları karşısında yüzde 11 değer kaybetti ve 1 USD = 2.04 lira oldu. Net döviz rezervleri yüzde 15 azaldı ve 10 yıllık Hazine bonolarının faizi yüzde 10’un üzerine çıktı. 14 Haziran itibarıyla borsa ve hazine bonolarından olmak üzere Türkiye’den 11 milyar ABD dolarının üzerinde bir kaynak çıkışı oldu[5].
Grafik 4: Döviz kurları ve para politikası reaksiyonları
(Kaynak: Bank for International Settlements, 84th Annual Report, 1 April 2013–31 March 2014, s. 28).
Yükselen ekonomiler çare olarak faiz artırımına yönelince bu kez reel ekonomi bundan etkilendi ve büyüme hızları düştü. Bu da küresel ekonominin büyümesini yavaşlattı.
Diğer taraftan metropol kapitalist ülkelere geri dönen fonlar bu ülkelerdeki bono ve tahvil piyasaları için yeni kaynak anlamına geliyordu. ABD ve Britanya borsaları ve döviz piyasaları yükseldi ve dönen paraların bir kısmı konut ve emlak sektörüne aktı. Emlak piyasaları yeniden canlandı. Yani ironik bir biçimde gelişmiş ülkelerdeki parasal sıkılaştırma bu ülkelerde likidite bollaşmasına neden oldu. Bu likidite de özellikle de emlak ve konut sektörüne aktı. Bu durum yükselen ülkelerdeki ekonomik faaliyetleri yavaşlattı. Yani metropollerdeki göreli canlanma ya da toparlanma aslında azgelişmiş ülkelerdeki daralma ve küçülmeler sayesinde oldu[6].
Ancak bu politikaların küresel düzeydeki etkileri çok sarsıcı olmaya başlayınca Fed bu kez Temmuz’da kararını gözden geçirmek ve ertelemek durumunda kaldı. Yükselenlerden sermaye çıkışları yavaşladı ve göreli bir istikrar tekrar oluşmaya başladı.
Fed 17 Aralık tarihinde bu kez açıklanan işsizlik verilerinden (yüzde 7,5) hareketle, krizden çıkılmakta olduğunu, bu nedenle de politika değişikliğine gidilerek Aralık/Ocak ayından itibaren piyasalardan tahvil ve bono alımını 10 milyar ABD doları azaltacaklarını ve en geç bir yıl içinde bu alımı sıfırlayacaklarını açıkladı. Aslında bu kararın alınmasının asıl nedeni ABD’de yeniden finansal balonların şişirilmekte olduğu, bu nedenle de yeni bir finansal kriz riskinin arttığı gerçeği idi. Bu kararda bütçe krizinin aşılması da etkili oldu. Böylece Fed tekrar parasal sıkılaştırma operasyonlarına yöneldi. Bir kez daha yükselenlerin istikrarsızlığı gündeme oturdu. Kısaca bu süreç bir ileri-iki geri biçiminde devam etti.
Bu açıklamanın hemen ardından örneğin Türkiye’de BIST Endeksi yüzde 5 düştü. Endeks 2013 başına göre yüzde 22 düşük düzeyde seyretmeye başladı. 1 USD= 2,10 lira oldu. Hazine bonosu alımları yüzde 3,3 oranında azaldı. Merkez Bankası günlük dolar satışını on kat kadar artırarak 500 milyon ABD dolarına kadar çıkartabileceğini açıkladı. Bu gelişmelerin hemen ardından iki yıllık bono faizi yüzde 9.58’ e yükseldi. Kuşkusuz Türkiye’de parasal sıkılaştırma kadar “yolsuzluk operasyonları” da bu gelişmeler üzerinde etkili oldu.
Sadece bu açıklamaların bile piyasaları sarsması, bir yandan Türkiye ekonomisinin emperyalist küresel finans kapitale ne denli bağımlı olduğunu, krizlere ne denli yatkın olduğunu, diğer yandan da hızlı büyüme, sağlam kamu maliyesi/ bütçe ve düşük borç stoku düzeyleri gibi övünç kaynağı olarak gösterilen unsurların sistemik sorunlar karşısında ne denli yetersiz kaldığını ortaya koymaktadır. Keza bu gelişmeler, para politikaları ile ilgili olarak asıl patronun TCMB değil, Fed olduğunu göstererek, Türkiye’nin hem siyasal hem de ekonomik yönden emperyalizme olan bağımlılığının derecesini sergilemektedir.
Kapitalist krizin azgelişmiş ülkelere yıkılma mekanizması aşağıdaki gibi şematize edilebilir:
Şekil 1: Finansal kriz oluşma mekanizması
Şu çok açıktır ki uzun dönemde metropol kapitalist ülkeler kendi ekonomik canlanmalarını sağlayabilmek için sermayelerini yükselenlerden çekeceklerdir. Bu ülkeler 2009 yılından bu yana uygulanmakta olan miktarsal kolaylaştırma ile kendi çok uluslu şirketlerine, dışarıya kaynak aktarma mekanizması üzerinden çok büyük karlar sağladılar. Şimdi bu fonların geriye dönmeye başlaması azgelişmiş ekonomileri vurmaktadır. Bu uzun dönemli çıkış doğrusal bir hat gibi ilerlemekten ziyade dur-kalk ve ileri gidiş ve geri dönüş ve taktiksel geciktirmeler biçimlerinde ilerlemektedir. Böylece bir yandan da azgelişmiş ekonomiler üzerindeki daraltıcı etkiler yumuşatılmaya çalışılmaktadır.
Ancak uzun dönemli yönelim nettir: Gelişmiş ülkeler, merkez bankaları aracılığıyla, son beş yıllık durgunluklarını ve toparlanmadaki başarısızlıklarının sonuçlarını azgelişmişlere ödettirmektedirler. Zira merkez bankalarının sıkılaştırma politikalarıyla yükselen ekonomilerden sermaye çıkışları artacak, döviz kurları yükselecek, doğrudan yabancı sermaye yatırımları azalacak, enflasyon artıp, ihracat yavaşlayacak ve tüm bunlar da azgelişmiş ekonomilerin daralmasına neden olacaktır. Özellikle büyümeleri ihracatlarına bağımlı olan yükselen ekonomiler bu gelişmelerden çok ağır bir biçimde etkilenecektir. 2014-2015’te küresel kapitalizm bu sözü edilen üçüncü aşamaya oturmuş olacaktır. Böylece zayıf halka artık Avrupa, ABD ya da Japonya değil, azgelişmiş ülkeler, özellikle de yükselen ekonomiler olacaktır[7].
Devam edecek…