MAHİR SAYIN – Diğer Yazıları …
Kapitalizmin 19. yüzyıl sonlarında küresel bir nitelik kazanmasıyla birlikte artık ülkelerin iktisadi durumlarının soyutlanmış olarak değerlendirilebilmesi mümkün olmaktan çıktı. Bu, nispeten eşit ilişkiler içinde olan metropol ülkeler için geçerli olduğu gibi emperyalist bağımlılık ilişkileri içinde olan ülkeler için ise iki kat daha böyle oldu. Türkiye ya da Arjantin gibi ülkeler uluslararası dalgalanmalarda aynı küçük gemilerin okyanusta yüz yüze geldikleri altüst oluşlara sürüklenmektedirler. Bu nedenle her bir ülkenin iç ilişki ve çelişkilerinin gelişimini dünya konjonktürüne bağlı olarak irdelemek her geçen gün daha zorunlu hale gelmektedir.
Dünya, 2008’de patlak veren krizi, geride bırakmak bir yana, kendini gittikçe küçülen büyüme hızlarıyla sergileyen sürekli bir durgunluk, hatta geri çekilme ile yüz yüze bulunuyor. Sorun yapısaldır ve bu durumda kalabilmek bile, başta ABD Merkez Bankası (FED) olmak üzere, merkez bankalarının 16 trilyon dolara ulaştığı söylenen likidite enjeksiyonlarıyla mümkün olabilmektedir. Ama bu hep böyle de devam edemez; zira bu aynı zamanda bir harici ve dahili borçlanma demektir ve borç verenin de mutlaka bir sınırı olduğu gibi borç alanın da geri ödeme kabiliyetinin bir sınırı bulunmaktadır. Halihazırda 2008-2014 arasında küresel (hazine, şirket ve hane halkı) toplam borç % 22 artışla (34 trilyon) 186 trilyon dolara ulaşmış durumda. Nitekim bu işin başında duran FED yaz başından beri muslukları kısacağını ve giderek de keseceğini açıklamaktadır. Piyasaları altüst etmemek için FED bu işi çok itinalı bir biçimde yapsa da bunun için verilmiş olan vade 2015’in başlarıdır. Buna karşılık Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve Japon Merkez Bankaları piyasaya likidite enjekte etmekten yana durmakta ama enjekte edilen likiditenin ABD pazarına kaçması endişesinin baskısı altında bunalmaktadırlar. Bu çelişkili durum biriken yapısal sorunlarla birlikte yeni bir finans/banka krizini tetikleyecek mahiyettedir.
1978-2007 arasında iyi işliyor görünen neoliberal birikim modeli çöktü ama yerine bir yenisi de geçirilebilmiş değil. Çöken modelle yola devam etmeye çalıştıkça sistem sıkıntılarını büyütüyor. 1978-2007 arasında, SSCB’nin çöküşü ve Çin’in kapitalist sisteme entegre oluşlarının sağladığı hem maddi imkanların hem de kapitalist sistemin kazandığı ideolojik hegemonyanın desteğiyle sistem işledi. Ancak 2008’de patlayan kriz teknenin dibinin karaya vurduğunu gösterdi. Petrol fiyatlarındaki yarı yarıya düşüş ve geleceğinin ne olduğunun belli olmaması, hem metropoller arası çatışmanın bir ifadesi olarak ortaya çıkıyor hem de bu çatışmaya katkıda bulunurken bir başka kriz faktörü olarak etkili oluyor. Aşırı kapasite altında bunalan ve deflasyona sürüklenmiş ekonomilerin dünya çapındaki silah/savaş harcamaları sistemin işleyişine bir miktar rahatlık getiriyor. Bunun için de bölgesel savaşlar tükenmiyor ve her an bir Üçüncü Dünya Savaşını tetikleyebilecek fünyelerin sayısı çoğalıyor.
Neoliberalizm dünyanın kırsal nüfusunu kentlere sürerek muazzam miktarda ucuz işgücü elde ederken aynı zamanda işsizler ordusunu da akıl almaz ölçüde büyütmüş ve daha da büyütmeye aday görünüyor. 2007’den bu yana işsizler ordusuna 62 milyon insan daha katılmış. En yüksek oranlar da gençler arasında. AB’de bile bu oran % 18. Bu gelişimin kaçınılmaz sonucu olarak da 1970’ten beri metropollerde işsizlik artarken ücretler de düşme eğilimi gösteriyor. Tüm gelir sahiplerinin % 8,4’ünün (393 milyon) toplam serveti (200 trilyon dolarla) dünya hane halkı servetinin % 83,4’üne ulaşıyor.
Çelişkilerin bunca şiddetlenmesi egemen sınıfları, geleceklerini güvence altına alabilmek için ezilenlerin muhtemel isyanına karşı güvenlik tedbirlerini sıkılaştırmaya, faşizme kadar yolu açık duran güvenlik devleti konseptini benimsemeye yöneltiyor.
OECD’nin kırılgan ülkeler olarak nitelediği, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu beş ülkenin önümüzdeki dönemde ciddi krizlerle yüz yüze geleceğini söylemesinin üzerinden yıl geçmeden fırtınanın ilk işaretleriyle birlikte, Standard and Poor, “akbaba fonların” saldırısına uğrayan ve durumu Türkiye’den iyi görünen (kırılgan ülkeler arasına sokulmamış olan) Arjantin’in iflas ettiğini ilan etti. 2008 krizinin başlattığı alt üst oluşlarla, Yunanistan, İtalya, Portekiz, İspanya altından çıkamadıkları bir krizden diğerine krize sürüklenmektedirler. Türkiye’nin de 2001’de yaşadığı kriz sayesinde kazandığı nispi muafiyet artık yeni duruma uyum için yeterli olamamaktadır.
Türkiye ithal ikameci büyüme modelinin tükenmesiyle birlikte neoliberal modele geçebilmek için 12 Eylül darbesini ve onun oluşturduğu sistemi yaşamak zorunda kaldı. Bu sayede ucuz işgücü temeline dayalı ihracata yönelik vahşi kapitalist yeni bir yapılanma oluştu ve kişi başına milli geliri 10 bin doların üstüne çıktı. Ama 2008’den beri büyüme oranı Türkiye Cumhuriyet ortalaması olan % 5’in altına düştü ve daha da düşeceği beklenmektedir.
Dünya çapında ortaya çıkan sürekli durgunlukla birlikte Türkiye’de inşaat sektörünün öncülük ettiği, kentsel rant, bankacılık, borsa, AVM’cilik ve ithalattaki şişmelerle sağlanan 2003-2007 arası ortalama % 7,3’lük büyüme dönemi geride kalırken ardında ağır borç yükü eşliğinde 2008-2013 yılları arasında ortalama % 3,7’lik bir büyüme bıraktı.
Hükümet programı ve bütçe, büyüme hızının düşürülmesi dışında bu zamana kadar sürdürülen birikim modelinin devam ettirileceğini gösteriyor. Ancak bu artık mümkün değil. 2015 başlarından itibaren FED’in para musluklarını kısması ve faizlerin artışıyla birlikte yeni finansman imkanları bulmak, eski borçları ödemek, cari açığı kapatmak daha sıkıntılı olacak. Buna karşılık hükümetin güvendiği iki kaynak bulunuyor. Bunlardan biri ECB’nin ve Japon Merkez Bankası’nın piyasalara likidite enjekte etmesi ve diğeri de Arap dünyasıyla olan çoğunluğu kara para alışverişi. Ancak ABD ve AB ile olan politik çelişkiler AB imkanlarından yararlanmayı sınırlayacak/engelleyecektir. Diğer yandan Arap dünyası ile olan ilişkiler eskiden olduğu gibi şimdi de ABD ipoteği altındadır ve iyi ilişkide olunan Arap ülkesi de zaten kalmamıştır. Sonuç, Hükümet’in hesapladığı dış kaynak imkanlarının hiç de beklenildiği gibi çıkmaması ve belki de Arjantin gibi temerrüde (borç ödeyemez duruma) düşmek olacaktır. RTE’nin kurtuluşu Şanghay İşbirliği Örgütü’nde arayacağına dair işaretler veriyor olmasına karşın, Batıyla yapısal bir bağımlılık ilişkisi içerisinde bulunan Türkiye’nin böyle keskin bir virajı almak isterken arabayı devirmesi daha muhtemeldir. Bu yola girebilmek için, başta bölge politikaları gelmek üzere iktisadi ve siyasi alanda her anlamda radikal tutum değişiklikleri gerekir ve bunu yapabilmek için de ülkenin, bugün olduğu gibi yarı yarıya bölünmemiş olması gerekir.
Türkiye şimdi hem teknolojik açıdan aynı seviyede olan hem de işgücü olarak daha ucuz olan ülkelerle rekabet edemeyecek bir sınıra dayanmış bulunuyor. İlerleyebilmek için bir yenilenme/değişiklik zorunluluk haline gelmiştir. İktidar sözcüleri de “(Türkiye) Bu ilerlemeye rağmen, orta-gelir tuzağını aşmakta hâlâ büyük güçlüklerle karşı karşıyadır. Başarı için sağlam makro-ekonomik politikalar ve ilave yapısal reformlar gereklidir.” demektedirler. İşte “Yeni Türkiye” bu “makro-ekonomik politikaların ve ilave yapısal reformların” Türkiye’si olacaktır. “Orta gelir tuzağı”nı aşmak için ya ihracatının önemli bir kısmını gerçekleştirdiği Avrupa ülkelerinin teknolojik düzeyine ulaşacak ya da üretim maliyetleri, işgücü ucuzluğu nedeniyle rekabet edilemeyen Asya-Afrika ülkeleri düzeyine düşürülecektir. Birincisinin gerçekleşmesi, var olan ekonomi politikalarla düşünülemeyecek bir şeydir. O rekabet edilemeyen kimi Asya ülkelerdeki yatırım oranları bile % 30’la Türkiye’nin en az on puan önünde bulunmaktadır. Yapılan hazırlıklara bakınca 12 Eylül’de de uygulanan geleneksel yola başvurma hesaplarının akıldan geçtiği anlaşılmaktadır.
Tarımda ve tarım dışı alanda beklemekte olan atıl işgücünün işgücüne katılmasıyla emek piyasasındaki rekabetin yükselmesi sayesinde işgücünün fiyatının Asya-Afrika ülkeleri düzeyine çekilmesi mümkün olabilir. Elbette bu, “gelin işgücüne katılın!” demekle olmaz. Daha önce nasıl 12 Eylül rejiminin geleneksel tarımı yıkması, kırsal nüfusu kentlere sürmesi ve örgütlenme imkanlarını yok etmesiyle bu iş başarılmışsa, yine aynı cebri yöntemlerle yapılabilir.
Büyük şehir sayısının artırılması ve kamu güvenliği yasalarının hazırlanması, kuvvetler birliği ve başkanlık rejiminin oluşturulması hesaplarının arkasında bir paranoyağın totalitarizm tasarımlarının yanında asıl böylesine iktisadi ve siyasi zorunluluklar yatmaktadır.
Tek çare bu politikalara karşı güçlü bir direniş cephesini örmektir. Yoksa, dünyanın ve bölgenin bugünkü koşullarında sonucun 12 Eylül sonuçları gibi tecelli etmesini engelleyecek pek bir şey bulunmamaktadır.
26.12.2014