Bugün 20 Kasım Trans Anma Günü. Görmezden gelinen hayatlar, isimler ve hikâyeler… Transların öldürüldüğü, kaybedildiği, yok sayıldığı bir coğrafyada her hikâye bir direnişe dönüşüyor.
Türkiye’de trans cinayetleri münferit şiddet olayları olarak görülemez. Tıpkı kadın cinayetleri gibi doğrudan politikanın, üretilen söylemin ve sistematik ayrımcılığın bir sonucudur. Bu politikanın hedefinde yaşayan, hayatta kalmaya çalışan insanlar var. Her bir trans öldürüldüğünde devletin sessizliği, siyasetin dili ve toplumun kabullenişi o ölümün üzerini tekrar tekrar örtüyor.
Hande Kader’i hatırlıyorum. İstanbul’da işkence edilip yakılan bir beden… Toprağa değil, hafızamıza gömüldü. Dora Özer’i hatırlıyorum; Kuşadası’nda öldürülen genç bir trans kadın. Hayat mücadelesinin sonunda ona reva görülen buydu. Sokak kenarlarında bulunan diğer trans kadınların hikâyeleri ise hâlâ yarım bırakılmış dosyalarda bekliyor. “Kimliği tespit edilemediği” gerekçesiyle adalet bulamayan hayatlar…
Cezasızlık yalnızca failin ceza almaması değildir, topluma verilen açık bir mesajdır; “Bu insanların hayatı önemli değil.” Bazı davalar yıllarca süründürüldü, bazıları hiç açılmadı. Bazı savcılar “bu işler zaten böyle” diyerek sırtını döndü. Adaletin kapısı kapanırken şiddetin kapısı ardına kadar açıldı.
Son yıllarda siyasetin dili bu atmosferi daha da ağırlaştırdı. Televizyon ekranlarında, miting meydanlarında, resmî açıklamalarda LGBTİ+ bireyler bir “tehdit” olarak işaretlendi. “Aile düşmanı”, “tehlikeli”, “bozucu” gibi söylemlerle hedef alınan bir topluluk ortaya çıkarıldı. Siyaset böyle konuştukça sokak da böyle davranmaya başladı. İnsanlar bir “toplumsal tehlike” olarak sunulduklarında, onlara şiddet uygulayanlar da kendilerini görev yapıyor zannediyor.
Bazı üst düzey yöneticilerin söylemleri trans bireyleri açıkça hedef gösterdi. Ülkenin en tepesindeki isimlerin kullandığı dil, transları sadece dışlanan değil, devlet eliyle işaretlenen bir topluluk hâline getirdi. Yönetim dili insanları değersizleştirdiğinde bunun sonucu sokakta kan olarak geri dönüyor. Bu nefret durduk yere ortaya çıkmıyor, yıllardır sistematik biçimde beslenen bir söylemin ürünü.
Ama tüm bu karanlığa rağmen Türkiye’de onurlu bir trans direnişi var. Sokaklarda, evlerde, kampüslerde, işyerlerinde… Yalnızca yaşamak için değil, öldürülenlerin hikâyeleri unutulmasın diye direniyorlar. Bir mumun ışığında okunan her isim varoluşu büyütüyor.
Transların mücadelesi bize şunu hatırlatıyor: Değersizleştirilmeye karşı en büyük direniş, varlığın kendisidir. “Biz buradayız; ölmek istemiyoruz, öldürülmek istemiyoruz” diyen ses, bu ülkenin en derin karanlığını yaran bir çığlıktır.
20 Kasım’da isimleri okuyoruz. Ama bu yalnızca bir yas günü değil; aynı zamanda bir hesap günüdür.
