1507 yılında Şah İsmail’in serverlik yaptığı Safevi İran ordusu Kürdistan’a saldırır. Kürt emirliklerini birer birer ortadan kaldırır. Ama aşiretlerin kuş uçmaz kervan geçmez asi dağ muhitlerine sığınan mirlerini ele geçiremez. Muhtelif kaynaklara göre Şah İsmail “barış görüşmesi” çağrısıyla dağlara sığınmış Kürt mirlerini Tebriz’deki sarayına davet eder. Ziyafetten sonra Sason ve Şirvan mirleri hariç umum Kürdistan mirlerini kendi sofrasında rehin alıp Tebriz zindanına kapatır -Kürtler arasında “Acem adamın kellesini pamuk ile keser” (Ecem serê mirovan bi pembû jê dikin) sözü bu yıllarda söylenmiş olmalı.
Mervanilerden beri Kürdistan’ı idare eden, Selçuklu ve Moğol imparatorluklarının dahi yok edemediği kadim sülalelerden gelen mirler, Şah İsmail’in şeref sözüne kanıp kendi ayakları ile Tebriz zindanına düşünce Kürdistan’da kara günler başlar. Safevi ordusunun zulmü arşa çıkar. Ancak birkaç sene sonra Özbekler Safevilere saldırınca önce mezkur Kürt mirleri daha sonra da Bitlis miri Şeref (IV) zindandan kurtulup Kürdistan’a dönerler. Ne var ki Kürdistan’ı Safevi boyunduruğundan kurtarma girişimleri sonuçsuz kalır. Safevilere güçleri yetmeyince dış yardım arama zarureti doğar. O dış yardım da nicedir Şah İsmail’e hakaret dolu mektuplar gönderen Osmanlı sultanı Yavuz Selim’dir. Yardımın aracısı ise, bir müddet önce Osmanlı sarayına yerleşip sultana vezir olan Bitlisli münevver İdris’tir. İdris-i Bitlisi’nin iknası ile Yavuz’un komutasındaki bir Osmanlı ordusu 1514’te Kürdistan’a gelir. Tebriz zindanından kurtulan Kürt mirleri Çaldıran ovasında Yavuz’u karşılar. Safevi ordusunu görünce Yavuz tedirgin olur, zira Safevi ordusunda dönemin savaş tankları olarak adlandırabileceğimiz zırhlarla donatılmış filler vardır. Osmanlı ordusu fil savaşına aşina değildir. Ancak Kürtler fil savaşına aşinadır, Hasankeyf’in burçlarından fillerin ayaklarına kazanlar ile katran dökmüş, Rahva ovasında “kanat hücumu” ile filin zırhlarını bağlayan zinciri kırmışlardır. Savaş başlar, Osmanlının “Saruca askeri” kırılmak üzereyken kanatlardan Kürt mirleri saldırır. “Kürtler öyle bir hınçla ve gözükara bir şekilde Safevilere saldırdılar ki az kalsın Şeref Bey şehit düşecekti” der İdris-i Bitlisi -Bitlisi’nin bu beyanının olduğu elyazmasını Topkapı müzesi arşivinde bulmak mümkün.
Osmanlı ve Kürdistan askerinden müteşekkil ordu Çaldıran savaşında galip gelince Yavuz, İdris-i Bitlisi’nin tavsiyesine uyup “Kürdistan Beyleri”ne emirliklerini tevsi eder. Ancak Diyarbekir, Van ve Erzurum kalelerini “Osmanlı karakolları” addeder ve bu kalelere bir kısım Osmanlı yeniçerisi yerleştirip döner. Deyim yerindeyse dananın kuyruğu da bundan sonra kopar. Diyarbekir, Van ve Erzurum kalelerindeki yeniçeri paşaları keyfi bir şekilde mirliklerin iç işlerine karışıp ara sıra da Bitlis, Muş, Siird, Cizre, Hakkari ve Amediye gibi Kürt kentlerine saldırınca ortalık karışır. Kürtler arasında “Osmanlı’nın atı Kürdistan’da su içemez” sözü yayılır. Gönüllü başlayan Osmanlı-Kürt birliği sorunlu bir hale dönüşür. Bu yüzden Kanuni Sultan Süleyman, 1530’larda mirlerle oturup bir “kanun-name” hazırlar. Bu kanun-name, bir bakıma, Türkler ile Kürtlerin ilk ortak anayasasıdır. Kanuni, söz konusu kanun-nameye, “Kürtler babam rahmetli Sultan Selim zamanında kendi istekleri ile Osmanlı’nın hükmünü tanımıştır” cümlesiyle başlar. İçeriği ise özetle şöyledir:
* Ben dahi Kürdistan beylerinin yardım ve birliğiyle Azerbaycan, Horasan, Tebriz ve Bağdat denilen bölgeleri ve başka kaleleri ve ülkeleri fethettim. Kürt mirlerinin bu hizmetleri, samimiyetleri ve fedakarlıkları nedeniyle, onlara bizden talep ettikleri hak ve ayrıcalıkları tanımanın benim şahsi borcum olduğunu, yeryüzünde adaletin sağlanması için bu borcun eksiksiz ödenmesi gerektiğini biliyorum.
* Yüzlerce yıldır Kürdistan beylerinin yönetiminde olan şehirler, kaleler, eyaletler aynı beylere geri verildi. Yine sancakların her beyi için birer ferman yazılmış ve beratları verilmiştir.
* Kanunumuz gereği bu mahalli beylere verdiğimiz bütün kale, şehir, köy ve mezraların gelirleri ürünleriyle birlikte aynı beylere ve onların oğulları ve torunlarına kalmakta ve bu hak ve mülkiyet babadan oğula (ebben ve cedden) intikal etmektedir.
* Bugünden itibaren Kürdistan’da mirlere vermiş olduğum bütün sancakların tamamen onların mülkiyetinde olmasını emrediyorum.
* Bu Kürt beyleri İslam dinine mensup ve Osmanlı Devleti’ne bağlı kaldıkça, benim soyumdan, ecdadımdan ve haleflerimden, vezirlerimden, beylerbeylerimden, valilerimden ve idari görevlerde bulunanlardan hiçbiri, Kürt mirlerinin idaresi altındaki mirliklere karışamaz. Bunlara dokunulması mümkün olamaz.
* Bu kanun-namede verdiğim bu kararın hiçbir şekilde zarar görmemesi, çarpıtılmaması, değiştirilmemesi, üzerinde değişiklik yapılmaması veya kurcalanmaması benim yine kati emrimdir.
* Kürdistan mirliklerinden hiçbir şekilde vergi alınamaz (kalem oynatılmaz, tahrir yapılamaz)
* Atama (tayin) yapılamaz
* Yetki babadan oğula, oğuldan oğula (Ebben an Ceddin) geçer.
* Mir öldüğünde mirliği ortadan kalkmaz; Hümayun’un fermanına göre, sınırları dâhil olmak üzere mirliğin yönetimi mirin oğlunun eline geçer. Bir mirin birden fazla oğlu varsa, mirası oğulları arasında eşit olarak veya oğullarının isteğine göre paylaştırılır.
* Kürdistan mirlerinden biri çocuksuz ve akrabasız ölürse, Allah’ın izniyle bu mirlik yabancı bir yöneticiye verilmeyecektir. Kürdistan mirleri aralarındaki istişare ve ittifak neticesinde uygun gördükleri mir veya mirzadeye vereceklerdir.
* Yüce ve Ulu Allah’ın birliğine yemin ederim ki, Kürdistan beyleri ile akdettiğim bu anlaşmayı hiçbir şekilde ihlal etmeyeceğim ve bu anlaşmadan çekilmeyeceğim. İki cihan hizmetkarının hatırı için, Kürt mirleri dostlarıma dost, düşmanlarıma düşman ve Osmanlı’ya sadık kaldıkça, benim bu kanunum hiçbir şekilde bozulmamalı, bozulmasına izin verilmemelidir. Bu emirlerimi her şekilde yerine getirin. Benden sonra zürriyetime olan vasiyetim ve emrim, kendimle Kürt beyleri arasında akdettiğim bu anlaşmaya uymalarıdır. Bu ahde sadık olsunlar. Yaptıkları işlerin bu anlaşmaya aykırı olmaması lazım ki, babam Yavuz Sultan Selim’in Kürt mirleri ile başlattığı gelenek ve süreç devam edebilsin. Bu akaide sadık kalanlara duacıyım.
Kanuni Sultan Süleyman, sözünü, “Kürt mirleri ile yapmış olduğum bu anlaşmayı kim bozarsa, bu kanunu istismar eder ve bu anlaşmaya sadık kalmazsa, Allah onu kıyamet günü (büyük hesap günü) zalimler, günahkarlar ve suçlular arasında yargılasın” bedduası ile bitirir.
Bu Kanun-nameden itibaren Kürdistan refaha nail oldu, edebiyat, mimari ve sanat gelişti, zenginlik arttı. Pratikte Osmanlı’nın hükmünün olmadığı bu topraklarda bazı mirler kendi adlarına paralar bastı, hutbeler okuttu. Bunlar o dönem için bağımsızlık sembolleri idi. Ancak Kanuni’nin hükmüne muhalif olarak kendisinden hemen sonra yerine gelen her padişah Kürt mirlerine saldırmaktan geri durmadı. Kah Van, Erzurum, Diyarbekir kalelerindeki valiler “kalemin surları yıkıldı, Kürdistan’ın askeri gelsin inşa etsin” diye provakasyonlar yarattı, kah haremlerinin masraflarına yetişemeyen padişahlar mirlik hazinelerini ele geçirmek için seferler düzenletti. Öyle ki on yılda bir Kürdistan’daki muhtelif mirlikleri büsbütün talan etmek, yakıp yıkmak bir tür Osmanlı geleneğine dönüştü. Böylece özünde “Kürdistan mirleri ile inşa edilen ortak hukukun ihlali” olan “Kürt sorunu” dediğimiz mefhum böyle başladı. Yani Kürtlerin yaşadıkları topraklardaki egemenlik haklarının ihlal edilmesiyle.
1800’lü yıllara gelindiğinde Batı’nın merkeziyetçi devlet anlayış Osmanlı’ya da sirayet etti. Sultan Mahmut yüzünü Batı’ya dönmeden önce Kürdistan’a saldırdı. Kürt mirliklerini katliamlar eşliğinde birer birer ortadan kaldırdı. Bu katliamların numunelerini, henüz ve hâlâ modern Batı aklına malik olmayan Osmanlı’ya rehberlik eden Prusyalı kumandan Moltke’nin mektuplarında görmek mümkündür. Abdülmecid ve Abdülaziz de saldırganlıkta Sultan Mahmut’u aratmadılar. Osmanlı’yı Roma-Bizans’ın ardılı gören Kürt söyleminde “bextê Romê tune” (Osmanlı’nın bahtı yoktur/Osmanlı’ya güven olmaz) sözünün tarihselliğini burada aramak gerekir.
Kürtlerin siyasal ve idari hükmüne son verildikten yıllar sonra “Kürtlerin babası” denen Sultan İkinci Abdülhamid çıktı tahta. Tasfiye sürecinden sonra mirlerin yerini alan Kürdistan’daki aşiret reisleri ve Halidi şeyhler ile 1870’lerde bir “barış süreci” başlattı. Kürtler siyasal ve idari hükümlerini kaybetmiş olsalar da yaşamlarını sağlama alabilmişlerdi. Nicedir dağdan inemeyen aşiretler köylere, şehirlere inebildiler. Aşiret barışının zirve noktasını “Hamidiye Alayları” (1892) projesi oluşturur ki, bu barışın bedelini Kürdistan’daki Ermeniler, Keldaniler, Süryaniler, Nesturiler, Êzdiler ve Kızılbaş Kürtler yaşamları ile ödedi.
İkinci Meşrutiyet’in banisi modernist ve milliyetçi Jön Türkler, Kürtleri “Abdülhamit’in suç ortakları” olarak gören şoven bir zihne sahipti. Jön Türkler için Kürdün siyasal ve idari hakkının elinden alınması yetmiyordu, kültürel edinimleri de yok edilmeliydi. Ondandır, 1910’lardan başlayarak Kürt dernek, kuruluş, gazete ve dergilerini birer birer kapattı. 1913 senesi itibari ile Jön Türk rejimi Kürdistan’daki zulmü ileri bir seviyeye taşıdı; Kürtler Sultan Mahmud, Abdülmecid dönemini arar hale geldiler. Ve ilk modern-milliyetçi Kürt isyanı bahara teşne karlı bir Nisan gününde Bitlis’te patlak verdi. Jön Türkler isyana cevap vermekte gecikmediler ve isyanı kanlı bir şekilde bastırdılar. Başta Kürdistan’daki Fransa ve İngiltere konsolosluk ve vis-konsoloslukları olmak üzere hemen herkes daha kapsamlı bir Kürt başkaldırısı beklerken araya Birinci Dünya harbi girdi. “Osmanlı’nın namusunu Urus’un ayakları altında çiğnetmeyiz” diyen Kürtler, Jön Türkler ile olan hesaplarını harp sonrasına bıraktılar. 1918’de biten savaşın kısm-ı azamı Kürdistan coğrafyasında cereyan etmişti. Van, Erzurum, Bitlis gibi vilayetler yerle yeksan oldu. Çatışma, katliam, göç, hastalık, açlık, iklim koşulları gibi nedenler sonucu yarım milyona yakın Kürt yaşamını yitirdi.
Savaş sonrası, Kürtler yaşama tutunmaya çalışırken Jön Türklerin bir kısmı ile (daha çok Talat Paşa’nın kadroları) Mustafa Kemal imparatorluğunun harabesinden yeni bir devlet kurmaya çalışıyordu. 1919 itibariyle Osmanlı sahasına bakıldığında ünik kalabilen derli toplu tek askeri güç Zeyrekli Kazım Karabekir’in komuta ettiği, Osmanlı’nın zarar görmemiş hava filosuna da sahip olan Şark Ordusu idi. İşgal altındaki İstanbul’un müdahalesinden uzak Sarıkamış merkezli bu ordu, Enver Paşa’nın Sarıkamış faciasından (bu faciada ölenlerin büyük bir kısmı, “İhtiyati Aşiret Süvari Alayları”na mensup Kürtlerdi) sonra neredeyse savaş yüzü görmemişti. Bolşevik devrimi olunca Ruslar çekilmiş, geriye bir avuç Taşnaksütyun fedaisi kalmıştı. Şark ordusu Kürt aşiretlerinin yardımı ile Taşnaksütyun fedailerini sürerken, 1915 soykırımından kurtulan Ermeniler de “hal edildi”, yani yok edildi. “Osmanlı’nın namusu” Kürtlere ve Ermenilere pahalıya mal olmuştu.
1920’de meclis teşkil edildi, İstanbul merkezli Kürt hareketi “Kürt-Türk kardeşliğini baltalayan hain odak” ilan edildi. Sevr geçersiz sayıldı. Önemli bir kısmı Kemalistler tarafından manipüle edilen bazı Kürt aşiret reisleri ile tarikat şeyhleri Fransa ve İngiltere’yi protesto telgrafı yağmuruna tuttular. Mardinli bir ağa kendini tutmayarak İngiltere ve Fransa’yı “sizin gemileriniz Kürdistan dağlarına çıkamaz. Donanmalarınıza o kadar da güvenmeyin” diye tehdit etti! Mustafa Kemal de o sıralar “Türk- Kürt kardeşliği” ifadesini dilinden düşürmedi. “Muhtariyet” (özerklik), “Adem-i merkeziyet” gibi özerkliği öngören temaları röportajlarında birkaç defa kullandı. Meclisin birinci döneminde “Kürdistan mebusları” meclis aritmetiğinde önemli bir yere sahipti. Bitlisli Yusuf Ziya, Lozan sürecinde “Misak-ı Milliye’den taviz verip Musul’u nasıl olup da İngilizlere bırakırsınız!” diye İsmet Paşa’yı fırçalıyordu. Diğer Kürt mebuslar da aynı itirazı dile getiriyorlardı. Lozan’da olup biteni anlayamayan (Azadî ve Kürt Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti kadrosu Alişêr’in öncülük ettiği Koçgiri halk hareketini dışarıda tutuyorum) Kürtlerin öncü kadrolarının büyük kısmı “Türkiye” ismine itiraz etmiyorlardı, “İstiklal Marşı” Osmanlı bakiyesi vatan kardeşliği temasını işliyordu. “Bayrak” zaten Bizans’tan beri dalgalanıyordu. Ayırt edici husus, Kürtlerin Türkler ile “müsavi”, yani eşit olduğu “his”sinin var olmasıydı. Elbette bu his çok uzun sürmedi. Çiçeği burnunda Cumhuriyet hızla ırkçı ve Turancı özüne döndü. Şimdi Kürd’ün elinden kültürel ve dilsel haklarının alınması da yeterli görünmüyordu. Kürtlük Türklük tarafından “temsil” yani asimile edilmeliydi.
Asimilasyona karşı örgütlü başkaldırı 1925 Azadî-Şeyh Said Efendi isyanıydı. Ancak Kemalist ordu Fransa’nın yardımıyla Amed surlarının önüne onbinlerce asker yığarak isyanı bastırdı. Bu zafer, Cumhuriyet’in Kürt kırımı çağını başlattı. 1926’dan 1938’e kadar Kürdistan’ın dağ kıvrımları takip edilerek Mutki’den Dersim’e onlarca yerde binlerce Kürt toplu şekilde katledildi. Çok daha fazlası sürgün edildi ve zindanlara tıkıldı. “Yok” edilemeyen ama yok sayılan Kürtler, amansız varlık mücadelesini yürüttüler. Gelinen günde PKK’nin yarattığı iddia edilen “Kürt meselesi” (bu yazıda da gösterdiğimiz gibi meselenin asıl adı “Kürdistan meselesi”dir), özetlediğimiz bu 500 yıllık tarihselliğe sahiptir.
Bu uzun zaman diliminde kademeli olarak Kürdün siyasal, idari, kültürel ve dilsel haklarını elinden alıp ona asimilasyon ve katliamı reva görenler Kanuni Sultan Süleyman’ın bedduasına duçar olup helak oldular, ama Kürtler kaldı! İşte bu kalan Kürtlerle kendini Kanuni’nin torunları sayanlar, adı konmamış olsa da birkaç aydır bir masaya oturmak üzere nabız yokluyorlar. Kürt cenahı onurlu bir barışa hazır ve teşne olduğunu deklare edeli çok oldu. Günümüz iktidarı Sultan Süleyman’ın bedduasına mı duçar olacak yoksa duasına mı mazhar olacak? Görmek için çok beklemeyeceğiz!