Kadınlar ölü bulunuyor.
Kimi sokakta, kimi evinde, kimi boşandığı erkeğin gölgesinde, kimi sevdiği sandığı erkeğin yanında… Kimisi doğrudan öldürülüyor, kimisi şüpheli şekilde “ölmüş bulunuyor.” Ve bu ülkede hâlâ şüpheli kadın ölümleri istatistiklerde kadın cinayetleri kadar yer bulmuyor. Oysa biz biliyoruz; Kadınların durup dururken, evlerinin balkonundan düşerek ya da başları taşla ezilerek “ölmesi” tesadüf değil. Bu, inkâr edilerek sürdürülen bir cinayet rejimidir.
2025’in ilk 6 ayında 132 kadın öldürüldü. 145 kadın ise “şüpheli şekilde” ölü bulundu. Bu sayının yarısının bile cinayet olduğu ortaya çıksa, kadın cinayetlerinin vahameti çok daha açık biçimde görünürdü. Türkiye çoktan toplu kadın kırımı yaşayan bir ülke ilan edilmeliydi.
Ama olmadı.
Çünkü failler çoğunlukla tanıdık. Hatta çoğu kez evli olunan erkek, abisi, babası ya da sevgilisi. Ve en önemlisi, fail erkeklerin hâlâ cesaret bulduğu bir ülkedeyiz. Çünkü İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldı. Çünkü koruma kararları kağıt üstünde kaldı. Çünkü bu ülkede “aile bütünlüğü”, “ailenin kutsallığı” kadınların yaşamından daha “değerli”.
Oysa kadınların yaşama hakkı aileden, gelenekten, toplumdan daha kutsaldır. İstanbul Sözleşmesi bu yüzden yaşatır. Çünkü İstanbul Sözleşmesi yalnızca şiddet sonrası cezayı değil, şiddet öncesi önlemeyi, dönüştürmeyi, kadınların kendi kararlarını korumayı amaçlar. Bir ülke İstanbul Sözleşmesi’ni terk ediyorsa, kadınları terk etmiş demektir.
Bugün, “2025 Aile Yılı” gibi politikalarla kadınların kamusal alanlardan eve itilmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu politikalar örtülü değil, açıkça hayatları tehdit ediyor.
Ve bütün bu yaşananların yanında, kadınları daha da kaygılandıran bir başka başlık var: af tartışmaları.
Elbette çözüm süreci, barış, hakikat, yüzleşme… Bunların hepsi kıymetli. Siyasi mahkumlara dönük özel af ya da infaz düzenlemeleri barışı kurmak için bir zemine dönüşebilir. Ancak bu süreç, kadınlara, çocuklara, LGBTİ+’lara, gençlere yönelik suçları kapsayamaz. cinayetlerin, istismarın, ev içi şiddetin faili olan erkeklerin, bir “çözüm süreci” parantezine dahil edilmesi asla kabul edilemez.
Af, çözüm için olacaksa bu sadece siyaseten yargılananlara yönelik olmalı. Roboskî için, Tahir Elçi için, hasta tutsaklar için, demokratik siyaset için bir adım atılabilir. Ama kadınların katillerine uzatılacak her af eli, bir başka kadın bedenine uzanacak kanlı el demektir.
Devletin yapması gereken şey af değil, adalettir. Özellikle kadınlar için, özellikle LGBTİ+lar için, özellikle şiddete uğrayan herkes için. Cezasızlık politikasını sürdüren bir devletin barışa, eşitliğe, yaşama dair bir adım atması mümkün değildir.
Kadınlar ölmek istemiyor. Yaşamak, direnmek ve yeniden kurmak istiyorlar.
Ama önce öldürülmeyecekleri bir ülke lazım.