Alman siyasetçisi Carl von Clausewitz, 20. yüzyılın başında savaşı; “Siyasetin şiddet araçlarıyla sürdürülmesidir” diye tanımlamıştı.
Lenin de eksiğini tamamlamıştı: Sürdürülen neyin/kimin siyasetiyse savaş da onun çıkarlarının damgasını/niteliğini taşır.
Türkiye’de kadın karşıtı siyaset şiddet araçlarıyla sürüyor, yani kadın cinsine karşı bir savaş var.
Erkek egemenliği siyaseti şiddet yoluyla, şiddet araçlarıyla sürdürüyor. Çok acımasız, çok çeşitli…
Kadınlar öldürülüyor sorgusuz sualsiz. Kadınlar dövülüyor, bıçaklanıyor, tecavüze uğruyor, savaş göçmeni kadınlar işsizlik girdabında dilenciliğe, seks işçiliğine zorlanıyor. Rojava sınırından Türkiye tarafına geçerken yakalanan genç kadın, jandarma sınır karakolunda askerlerin tecavüzüne uğruyor.
LGBTİ’ler yaşam tehlikesi altında yaşıyor ve çoğunlukla da seks işçiliğine mecbur. Eşcinsel bir genç, aile meclisi kararıyla öldürülüyor. LGBTİ’ler her gün şiddet, ayrımcılık, aşağılanma tehlikesi içinde yaşam savaşı veriyor… Kadınlar isyanda, “Hani can güvenliğimiz?”, “Meclis acil toplansın” çığlığı sokaklarda yankılanıyor ama devlet katlarında, yeni cinayetlere davetiye çıkarılıyor… Devlet, katilleri koruyor, kadınları değil. Hükümet politikaları külliyen kadın düşmanı. Hükümet için kadın yok, aile var. Aile dışındaki her kadın da ölümü hak eder…
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç kadınlar için ‘ahlak’ sınırı çiziyor; “Nerede öyle yüzüne baktığımız zaman yüzü hafifçe kızarabilecek, boynunu öne eğebilecek, gözünü bizden kaçırabilecek iffet sembolü kızlarımız? Kadın iffetli olacak. Mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak.” Yani, hükümet ve sermaye düzeni kadın isyanına, toplumsal tepkilere karşı kadın cinayetleri siyasetinin sürdürücüsü olduğunu bir kez daha duyuruyor.
‘İÇERİDEN’ DE ŞİDDETE UĞRUYORUZ
Devrimci bir siyasetin mensupları emekçi bir semtte “fahişe” diye bir kadını dövüyor, teşhir ediyor, “Yozlaşmaya karşı ahlak için savaşıyoruz” diyor. Kadınlar isyan edince daha da şiddetleniyor ve kadın örgütlerine karşı hakaret dolu bildiriler yayımlıyor! Bir erkek, devrimci olduğunu öne süre süre, kendisinden ayrılmak isteyen eşi hakkında, zina davası açıyor! Kin ve intikam duygularıyla ortalığı velveleye veriyor. Üstelik devrimci erkeklerin eşlerine, çocuklarına şiddet uyguladığı öyle az rastlanır örnekler değil. Kadın hareketinin erkek egemen düzene kabul ettirmek için uğraş verdiği “Kadın beyanı esastır” ilkesini program edinen partimiz var ama devrimci, sol cenahta hala sorgu sual kadın üzerinden yapılabiliyor. Saflarımızda tacizci erkekler var, tacizci tavırlarını mahkum ettirmek için hala uğraşmak zorundayız.
Kadına karşı şiddet çeşit çeşit, sorunlar ve sorular da öyle çok ki… Hangisini ele alsak diye düşünmeden edemiyoruz. Zorunlu bir seçim yaparak bu yazı “içimizdeki” biçimlerle ve ortada dolaşan kafa karışıklıklarıyla ilgilenecek. Ahlak, kadını kurtarma, samimiyet dürüstlük adına olduğu öne sürülen bu ahlak kimin ahlakı, kim için ve nasıl bir ahlak, bunu sorgulamaya çalışacağız.
ŞİDDET HANGİ SİYASETİN HANGİ AHLAKIN ESERİ?
Herhalde önce dışarıdaki ya da içerideki hepsinin gelip düğümlendiği yeri saptamak gerekiyor: Kadına şiddetin çeşitli görüngülerinin birleştiği yer; erkek egemenliği siyaseti, bu siyasetin şiddet araçlarıyla yürütülüyor olması. Yani, ortada kadına karşı bir savaş var ve bu savaş erkek egemenliğinin çıkarlarını, bekasını temsil ediyor. Bekası için babalık hukukundan sonra bir de sperm bankası kurmak cinliği gösteren erkek egemenliği, kadın cinsini kitleler halinde ölüme yolluyor.
Devrimci siyaset mensuplarının dilinden düşmeyen “ahlak” savunuculuğu da aynı şeyi farklı biçimlerde yapıyor. Bu da, aynı kaynaktan kopup gelen şiddet biçimi ve düzenin ikiyüzlü ahlak anlayışının sonucu. Saflarımızdaki en trajik tezahürü ise kadınları korumak adına kadına şiddet uygulanması! “İçeriden” geldiğinde öfkemizin büyük olduğu gerçek ama salt öfke yetmiyor. Çünkü sanıldığı gibi bu ahlak anlayışı tek Halk Cephesi’ne özgü değil. Epeyce açık ve gizli taraftarı da var. O halde sağlam bir eleştirisini yapmalıyız. Dahası, aydınlatıcı olmak için yanılgılı savunmaları da geride bırakmalıyız.
Fuhuş gerekçesiyle bir kadına şiddet ve teşhir, “uyuşturucu ve yozlaşma” kavramları bir araya toplanıp ortaya sürülünce, Halk Cephesi Sarıgazi örgütünün yaptığı gibi, önce beyinleri duruyor. Çok devrimci bir şey yapılmış gibi oluyor. Öyle ya, devlet ve kapitalist düzen zararlı işleri emekçi semtlere musallat etmeye çalışıyor. Çeteler kurduruyor; uyuşturucuyu salıyor, bini bir para ile yozluğunu yayarak emekçi gençleri bataklığa çekiyor. Fuhuş da bataklardan biri olduğuna ve bu kadın da böyle bir batak için çalıştığına, 16 yaşındaki genç kadınların hayatını kararttığına göre; dayak da teşhir de mubah ve gerekli. Eğer onlara inanacak olsak, bu tür vakaları yakalayıp şiddet uygulayarak on altı yaşındaki kızların batağa düşmesi önlenecek. Şiddetin meşruiyetini sağlayan bu ahlakın, devrimci değerlerle ne ilgisi var?
Burada derin yanılgılar var. Demek ki, devrimcilerin kapitalist emperyalist sistemi çıplak haliyle sorgulamaları yetmiyor. Kadın cinsini her şeyi ile metalaştırmış olduğu, şiddet uyguladığı, işkencede tecavüz ettiği filan, bunları irdelemek yeterli bir akıl sağlamıyor bize. Beyinler bir duruyor, dediğim bu. Burada bu sisteme de entegre olmuş, onun tarafından kitabına uygun kullanılır hale gelmiş erkek egemenliğini, ataerkiyi, kadının evsel köleliği üzerine kurulu, bugün de süren tek eşli evliliğin ikiyüzlü ahlakını masaya yatırmamız gerekiyor. Fuhuş dediğiniz batağın, seks işçiliğinin ekonomi politiğini açığa çıkarmamız gerekiyor. Bunun bir kadın suçu değil, sınıflı toplumlarla birlikte kurulan erkek egemen düzeninin tek eşli evliliğinin ikizi olduğunu bir daha bir daha öğrenmemiz gerekiyor.
Yüz elli yıl önce Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da burjuva aileyi irdelerken, nasıl bir ahlaksızlık olduğunu ortaya koydular. Bu, konuya bir girişti. Amerikalı araştırmacı Morgan, Eski Toplum incelemesini yayımladığında, ondaki devrimci özü keşfeden yine Marks ve Engels oldu. Kadının mevcut durumunun ne ezeli ne de ebedi olmadığını, tarihsel bir durum olarak, belli ekonomik temele dayandığını ve belli toplumsal koşullarda oluştuğunu, yıkılmaya mahkum olduğunu gözler önüne serdiler. ‘Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ adı bile bu bağlamı kurmaktadır. Kitabını Engels yazdı ama notları alan Marks’tı. Engels kitaba yazdığı bir önsözde materyalist tarih anlayışının; maddi yaşamın üretiminin ikili karakteri olduğu ekini yaparak insanlığı ayağa kaldıran maddi yaşam araçlarını ve soyun üretimini birlikte yaparken nasıl olup da birinciden kopartılıp köleleştirildiğinin anahtarını ve görmek isteyen herkese tek eşli evlilik ve ahlak aldatmacasını çözümleme gücü verdiğini kanıtladı. Kitabın önemi buradan gelir, yoksa lafzının birebir doğruluğu diye bir şey iddia edilemez. Aradan 150 yıl geçti, erkek egemenliğinin yeni hallerini mahkum etmek de bizlerin görevi olmalı. Yeri geldiğinde bu tür özelliklere de değineceğiz. Şimdi meselenin temeline bir göz atalım.
Tek eşli aile/evlilik, özel mülkiyetin ve devletin temel/kök hücresi olarak kadının hiçleştirilmesinden alıyor gücünü. Bu evlilik, iki tarafın gönül, aşk ve rızasıyla değil, özel mülkiyetin çıkarıyla kuruluyor. Kadını bir eve kapatıp tek adamın çocuklarının doğması ve mirasın bu çocuklarla sürdürülmesi amaçlanıyordu. Bu yüzden kadın eve kapatılıyor, dış dünya tamamen erkeğe bırakılıyordu. Erkek için evdeki kadın, kendisi ve serveti için çocuk doğurma makinesi ve hizmetçi; bu kadını iffetli saydı, dışarıdaki kadın ise genel kadın, cinsel ihtiyaçları içindi; bu kadını da iffetsiz, “fuhuş yapan ve yaptıran” düzen tam burada başlamıştır. Bugün, bir devrimci, bu tarihsel olgudan habersizmiş gibi kadını yargılıyor ve dövüyorsa durup düşünmeli.
Bu düzenin kadının alnına yapıştırdığı ahlak/ahlaksızlık, evdeki köleliğin ahlakı ile dışarıda seks hizmetlisi olmanın ahlakı aynıdır; ikisi de erkek efendinin, erkek efendilerin hakimiyetinin, mülk sahipliği egemenliğinin/çıkarının korunmasıdır. Engels bunu, ikiyüzlü ahlak, yani egemenin ahlakı olarak tanımlamıştır. Ve öyledir. Arınç’ın bayram mesajını bir düşünmeniz yeter bunu anlamak için.
Engels, tek eşli evliliğin ikizi fuhuş derken de aynı gerçeği vurgulamıştır. Tek eşli evlilikle ikiz olmak, aynı yaşta olmak demek. Bu ikisinin aynı zaman diliminde başka perdelerle sunulmasının öze ilişkin bir farkı yoktur. “Özel ev” ile “genel ev” aynı zamanın olgularıdır, aynı nedenlerle ortaya çıkmışlardır ve aynı koşullarda var olmaya devam etmektedirler, aynı koşullarda da ortadan kalkacaklardır. Ha nikahla bir adamın kölesi olmuş, ha dışarıda parayla cinselliğini erkeğe satmış; iki halde de kadın düşürülmüştür. Cinsel hizmet elemanı olmayla evde sevmediği bir adamın karısı olmak arasında bir fark yoktur; ikisi de eğer ahlaktan söz edeceksek; eşit insanlık adına ancak “ahlaksız”lıktan söz edebiliriz. İnsanlık böyle “rezilce” şeyler nasıl oldu da yaptı, diye düşünenler varsa, biraz daha diyalektik düşünmeli, toplumların evrimine çalışmalı, derim. Zira bu makalenin sınırları o kadar uzun boylu yazmaya elvermez.
KADIN KÖLELİĞİNİN İKİ YÜZÜ
Ev kadınlığı var, buna itirazı var mı, fuhuşa itirazı olan arkadaşlarımızın? Ev kadınlığının bir ahlakı var mı? Varsa, bir adamla yaşıyor olmak mı? Kadının yattığı adam sayısının teke inmesinin ahlak olduğunu kim söylüyor bize? Aynı adam dışarıya çıktığında başka kadınlara ağzı sulu bakma hakkını kendinde görmüyor mu? Canı istediğinde para verip yatacak bir kadın aramıyor mu? Bulamadığında, saldırmıyor mu kadınlara?
Ya ev kadını? Evde belki de hiç sevmediği adamla yatmak zorunda. Peki ahlak bunun neresinde? Sevgisiz sevişmenin ahlakı olur mu? Ya da ahlak nasıl oluyor da yalnızca evde ve kadın için var? Yerinde duruyorsa, iddiamız buysa, niye ahlak sadece kadından soruluyor? Genç ya da yaşlı bakılmaz, “namus cinayetleri” bu yüzden işlenmez mi? İyi de adamdan niye sorulmaz namus? Bu işleri örgütleyenlerin erkekler olduğunu da biliriz; başka erkeklerin cinsel hazları için yaparlar üstelik bunu. Fakat elimize verdikleri terazinin kefesinde yalnızca kadınlar oturur, fatura ona kesilir, bedel ona ödetilir. Ve başka kadınlar bu namusun, bu ahlakın bekçisi yapılır. Gerçek bu değil mi? İçeride olan kadın ile dışarıda olanın arasında nasıl bir namus farkı var, gerçek ilişkiler bakımından? Kadın yapıyor ya da alet oluyor, evet ama bu da zaten bugünkü düzenin baştan başa “fuhuş” düzeni olduğunu kanıtlıyor. Erkek egemenliği kadın cinsi bir de böyle hizmetine sokmuştur. Kadınlar icat etmemiştir bunu.
“Bir gönül işi olan sevişmenin para işi haline gelmesi en büyük vahşettir” diyen Kollontay çok haklıdır. Ama buradan ne Kollontay, ne sosyalist devlet “fuhuşa” dahil olan kadını suçlamayı düşünmemiştir. Sosyalist devlet fuhuşu yasak saymış ama, kadını değil, bu işin düzenleyicilerini suçlu ve yargılanacak saymıştır. Hoş bu yasak toplumsal değişim sürecinin başlıca manivelası olarak da düşünülmediği gibi öyle işe de yaramamıştır. Sovyetler’de kadını “fuhuş”tan koruyan, çıkarabildiği kadar seks işçisi olmaktan çıkaran; kurulmakta olan yeni hayatın kadına ekonomik toplumsal yapının eşit öznesi sayılıp öyle uygulama yapılabildiği zamanlar da olmuştur. Bu ikincisi, maddi ve tarihsel koşullarla savaşma zamanıdır ve özgür ve eşitliğe gidecek yol buradan açılmıştır. Fuhuş yapmanın yeniden ve sadece suç olarak işlem gördüğü zaman, ailenin kutsal sayıldığı zamandır ve kadın cinsini ezme işine geri dönüşü, kadın cinsin yenilgisini kolaylaştırmıştır. Ev kadınlığı, çocuk sahipliği, şu, bu hepsi birbirine paralel geriye doğru gitmiştir.
Sosyalizmin yeni hayat çabasında böyle iken fuhuşla mücadele diyerek bu işle uğraşan, bu işe karışan kadınları hedef almak nasıl olacak da ikiyüzlü/ahlaksızlık ahlakını koruyacak? Olsa olsa bataklıktaki sinekleri öldürmekle, iki kez ezilmiş insanla uğraşmış olunur. Ki ezilen, horlanan bir yoldaki kadın ile uğraşmanın bir ahlakı da olamaz. Suçlu sistemin değirmenine su taşınır. Ve onun suçuyla kirlenmiş toplum yapısının gericileştirilmesinde, bugünkü AKP iktidarı gibilerin işi kolaylaştırılır. Buradan bakarak on altı yaşındaki kızları düşünüyor olmanın yolu, bu ikiyüzlü ahlaka nöbetçilik yapmak olmadığını anlayabiliriz.
“Seks işçiliği” adı altında “fuhuş meşru görülüyor” iddiası da çok anlamsız. Kapitalist sistemin bir mühendisi, bir öğretmeni işçileştirmekte olduğunu, okul fabrikaları ürettiğinden Marks söz edeli bile çok oldu. Kabaca yüz elli yıl diyelim; o gün bugündür, iş bölümü ve işçilik hem olağanüstü çeşitlilik gösteriyor hem de taşeron sistemi ile bölünüp parçalanıyor; hem esnek üretim esnek çalışma ile mesaisi, sigortası vs. fiziksel varlığı ile belirsizleştiriliyor. Özel mülkiyet sistemi en başında kadın cinsi özel ev ve genel evdeki olarak ikiye bölmüştü. Gelinen aşamada, biz adını koymaktan ürksek bile sistem gayet cesur; özel evdeki “ev işçisi”, genelevdeki “seks işçisi”.
“Bir gönül işi olan sevişmenin para işi haline gelmesi en büyük vahşettir” diyor Kollontay. Seks ya da sevişme, ancak gönül sevince yapılacak bir eylem olacakken parayla yapılan iş haline geliyor. Seks işçiliğinin doğal olmadığını, tarihsel olarak yukarıdan beri anlatageldiğimiz koşullarda oluştuğunu, temelinin ekonomik, “zor”a dayandığını bundan daha iyi anlatacak söz bilmiyorum. Bugün bir kadının ya da LGBTİ’nin seks işçiliğini tercih ediyor olması meselenin esasını değiştirmiyor, orada da bilince çıkarılmamış olsa bile aynı temel geçerlidir. Hangi işi buldular da çalışmadılar, edindikleri meslek eşcinsel olduklarında ellerinden alınmadı mı? Pek çok seks işçisi, evet, on saatlik ağır sömürü koşullarında çalışmaya karşılık seks işçiliğini seçiyor. Seçim zor-ağır iş ve yaşam koşullarından ileri geliyor. Savaş sürgünü kadınlar yaşam koşullarını ancak seks işçiliğiyle kurabiliyor da o nedenle dediğiniz “batakta”lar. Bunun bir ahlaksızlık olduğunu düşünmek abesle iştigal etmektir. Cinsel fanteziler “teorisi” ise teori kurmanın, politik bir mücadele hattının dayanakları olmamıştır hiç. Bu kadar basit bir mantığı var; kapitalist pazarın, özel mülkiyet sisteminin. Ve bugün sistemin ev kadını dediğinin ev hizmetçisi, ev işçisi olduğu ne kadar gerçekse, erkeklerin cinsel hizmetinde olanın da seks işçisi olduğu da o kadar gerçek.
Manken, foto model, güzellik kraliçesi, reklam yıldızı olmak; bunların hepsi kapitalist sistemin pazar mekanizmasında kadın bedenini, kullanılma çeşitleridir, bunu yapanlar da işçileridir. Yıldız olmak da, sadece daha pahalı işçi olmalarını ifade eder. Biz mesela futbolcuları, pahalı spor işçilerden başka bir şey olarak mı düşünüyoruz? Gerçek bu iken seks işçiliği sözü fuhuşu meşrulaştırıyor iddiası niye bomboş bir laf olmuyor? Biz düşünsek de, kapitalizmin umurunda olmaz. O sistemin bekasında her işe bir paha biçer; her işine uygun insanı da kullanır. Vurgulamak gerekirse; bunu bizim söylememize gerek de yok, kapitalist aklın ve pazarın içeriği bu. Pazar, her şeyin bir meta olarak alınır satılırlığı ile işçi-işveren ilişkilerine gelir dayanır. Şimdi sistem yasalarından işçi kavramını silmekle meşgul. Eleman, personel bile fazla, iş yasasında, torba yasada var; faktör ya da öge. Yani, yarın evdekine ev, dışardakine seks ögesi derse hiç şaşmayalım. İnsanlığın özgürlük mücadelesine baş koymuşların bin yıl öncesinin kavramlarıyla düşünüp fikir üretmeleri olası değil.
SEKS İŞÇİLİĞİ NE ZAMANDIR MESLEK?
Kadının en eski mesleğinin seks işçiliği olduğu iddiası öne sürülüyor. Kanıtı ne bunun? Ya da mantığı ne? Adı üstünde işçilik, yukarıda da anlattık; değişim değerinin, daha genel ifadesi paranın devreye girdiği zamanın mesleği olabilir. Toplumların gelişim süreci bunu yalanlar. Kadın ile erkek arasında ilk, hem de doğal! İş bölümü “döl alıp döl vermedir” demek de yanlış, bir o kadar seks işçiliğinin ilk meslek olduğu iddiası da yanlış. “Döl alıp verme” diye doğal bir iş bölümü yoktur. Seks işçiliği diye bir meslek de yoktur. İkisi de erkeğin egemenliğinin kuruluşuyla, kadının diğer üretim aletleriyle birlikte erkeğin hanesine dahil edilmesiyle başlamıştır. Yani, özel ev-genel ev ayrımıyla başlamıştır. Ondan önce bütün canlılar gibi kadın ve erkeğin de cinsel birleşmesi vardır, kadının doğurganlık yeteneği vardır. Erkeğin ne işe yaradığı bilinmemektedir. Gerekli koşullar oluştuğunda “babalık hukuku”nu bulan toplum, kadını kuluçka makinesi, cinsel birleşmeye de döl alıp verme demiştir. Parayla seks de, pezevenklik de o zaman başlamıştır. Erkek egemen düzen için bu çok önemlidir. Erkek sperminin marifetleri keşfedilmiş ve hatta sperm bankaları kurmuştur kapitalist düzen. Niye kadın yumurtası bankaları yok, bir düşünelim. Oysa çok olan sperm, az olan kadın yumurtası. Erkek egemenliğinin gücünü ve ahlakını bir de buradan sorgulamaya ne dersiniz?
Bir düşünelim; kadın cinsi, insanlığı ayağa kaldıran ilk insan. İlk emek sahibi; bildiğimiz yaşam araçlarının ilk üreticisi, ilk hekimi vs… Onun emeği üzerinden ayağa kalkan, iş öğrenen, çobanlık yapan, kadının icatlarıyla toprağı sürüp ürün fazlasını ele geçirme olanağını bulan erkek cinsinin bu zenginliğin sahibi olarak egemen oluşu. Kadının özel ya da genel eve kapatılması aynı zamanda, toplum yaşamından, yönetme işinden, okuma yazmadan, bilim ve sanattan dışlanacağı sürecin başlaması… İnsanlığın tarihsel eyleminden adının silinmesi… Bunların hepsi de zamanı gelip meslekler, kariyerler olarak erkeğin hanesine; doğurduğu çocukları ve kendisi de aynı hazineye dahil olmuştur. Kadına kala kala iki iş kalmıştır; evdeki hizmetçilik, öbür evdeki cinsel hizmetçilik!
Bu bir sistemdir, özel mülkiyet üzerinden şekillenmiştir; beş-on bin yıllık erkek egemenliğidir. En eski meslek yalanının ardı arkası budur.
Meslek meselesine bir de gelecek toplum projemizden bakmak bu tür yanılgılarla hesaplaşmak olacaktır. İnsanlık eşit adil, özgür bir dünyaya doğru yürüyor. Yürüyüşün varacağı yer her türlü işin, çalışmanın zorunlu olmaktan çıkacağı, bir yaşam aracı, zevkli bir uğraş haline geleceği sınırsız sömürüsüz bir dünya. Mesela maden işçiliği, tezgahtarlık gibi hiçbir iş uzmanlık alanı olmayacak, uzmanlık kimsenin kimse üzerinde hiyerarşi olmayacağı kadar fırlatılıp atılacaktır. Kadına ya da erkeğe, LGBTİ’lere seks işçiliği ya da mesleği diye bir şey kalmayacak. İnsan doğal çevresiyle uyumlu bir yaşamı inşa ederken seksi/sevişmeyi bir gönül işi olarak yoluna koyacaktır.
Halk Cephesi’ne verilen öfkeli yanıtlarda gözden kaçırılan da bazı önemli referanslar bunlar. İnsanın insan tarafından sömürülmesine son verecek, her türlü ezilmenin ve ayrımcılığın ortadan kalkacağı bu dünya görüşü hayal değil gerçek. Ahlak meselesine de bu gerçekten bakmalı.
* Atılım Gazetesi’nin 1 Ağustos 2014 tarihli 132. sayısında yayımlanmıştır.