Konu, başlığından da anlaşılacağı üzere oldukça geniş kapsamlı ve titizlikle ele alınması gereken niteliktedir. Kitap veya kitaplar konusu olabilecek vasıftadır. Ancak bu uzun ve kapsamlı ele alınması gereken yanına rağmen aslında oldukça net ve anlaşılır bir konumu vardır İslam’ın kapitalizm karşısında. Tabii ki Tevhid maskesine bürünmüş, kendisini ‘’İslam’’ olarak tanıtan “Burjuva Şirk Dini”ni ayrı tutuyorum bundan. İslam’ın can damarı olan Tevhid felsefesinin kapitalizm konusunda verdiği yargı nettir. Yazının uzun olması durumunun, konunun önemine binaen affolunmasını, eleştiriler ve düşüncelerle zenginleştirilmesini diliyorum.
İslam’ın Türkiye topraklarındaki gelişimi aslında bu topraklardaki emekçilerin, ezilenlerin kaderini belirleyici niteliktedir. Ortadoğu’da İslami düşünce tevhidi felsefeye daha yakın bir şekilde, yer yer antiemperyalist ve antikapitalist renkler alarak özüne uygun bir şekilde gelişebilme ve Emevi tahrifatına karşı direnme şansına sahip olmuştur. En azından böyle akımların gelişebileceği bir zemin bulmuştur kendine. Ali Şeriati, Seyyid Kutub, Mevdudi gibi İslam düşünürleri bu zeminin yaratıcıları ve ürünleridir.
Ancak Türkiye’de İslam düşüncesinin gelişimi farklı olmuştur. Katıksız bir devletçilik, milliyetçilik, statükoculuk ve kapitalizmin ideolojik aygıtlarının rahatlıkla biçimlendirebildiği bir süreçle oluşmuştur. Sermayenin ideolojik aygıtları emekçilerin dinsel kimliğini, emekçi kimliğinden ayırıp parçalamış kendi çıkarlarına uygun olan “dinsel kimliği” emekçilere şırınga etmiş, insanların dinle olan bağlarını kendi çıkarları üzerinden yeniden tesis etmiş, sömürüyü, açlığı, savaşı insanlara Allah’ın biçtiği kader(!) olarak zerketmiş, siyasi-ekonomik beşeri putları da Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak insanlara kanıksatmıştır. Tevhidi düşünceye tarih boyunca yapılan, Emevilerle zirveye ulaşan, saltanat-padişahlık-imparatorluk gibi kavramların dini düşünceye sokulmasıyla süregelen tarihsel yozlaşma ve özünden kopma da sermayenin din üzerindeki bu ideolojik tahakkümünün oluşmasına zemin oluşturmuştur. Sermaye hiyerarşik ve biata dayalı her şirksel tahrifatı, hurafeleri ve uydurulmuş hadisleri kendi “burjuva (servet sahibi sınıfların çıkarını gözeten) şirk dinini” oluşturmak için özenle seçip kullanmıştır.
Ancak ifade etmek gerekir ki; şekli açıdan (ismen ) “İslam” olan ve insanlara şırınga edilen bu burjuva şirk diniyle gerçek Tevhidi İslam arasındaki fark Ebu Cehil’in putperestliğiyle, bir halk ve İslam mücahidi olan Ebuzer El Gaffari’nin devrimci zahidliği arasındaki fark kadardır. Ve hiçbir şekilde bu iki algı birbiriyle uzlaşamaz. Ne dünyevi ne uhrevi bir ortaklık kuramaz.
Türkiye’deki İslam algısının bu dezenformasyondan geçerek şekil alması, bu topraklarda, İslami düşünce ve İslam’ın ‘’Fekku Regabe (Kölelere Özgürlük)’’ diyerek özgürleştirme şiarını edindiği ezilen-emekçi sınıflar için yıkım olmuştur. Kapitalizmin en önemli özelliği girdiği topraklardaki dini-ahlaki-kültürel değer yargılarının içerisine nüfuz ederek, onları kendi çıkarları doğrultusunda yeniden tanımlamaktır. Abdestli kapitalizm (İslami kılığa şirk dini) ise1975 dünya petrol krizinden itibaren uluslararası sermaye ve onun yerli müttefiklerince yürürlüğe konan neo-liberalizmi İslami coğrafyalarda hayata geçirebilmek için biçilmiş kaftandır.
Kâr ve sömürü hırsı, taşeron zulmünü dini açıdan meşru göstermesi, dinin içini boşaltarak İslam’ın özüne aykırı olarak ritüellere hapsolmuş, hayatı, adaletsizlikleri, eşitsizlikleri sorgulamayan bir ‘’din’’ meydana getirmesi ve bu algıyı kitlelerde “egemen din algısı” haline getirmesiyle uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda şaşmaz bir görev icra etmektedir “Abdestli kapitalizm”. Bu minvalde bu tutuma “neo-liberal şirk dini” de diyebiliriz.
İslam’ı kapitalizme uygun gösteren bu neo-liberal şirk dini, kapitalizmin yarattığı eşitsizlikleri, düşmanlığı, sömürüyü, savaşları, yoksulluğu, sefaleti insanlara ‘’Allah’ın takdiri” olarak sunar. “Bu sizin kaderinizdir, Allah’ın sizin için biçtiği kaderdir” der. Karşı çıkanlara; “Sen Allah’ın sana biçtiği kadere karşı mı geliyorsun, mümin değil misin?” der. Aslına bakılırsa Ortaçağ kilisesi de büyük toprak sahiplerinin ve kralların zulmü altında ezilen insanlara başka bir şey söylemiyordu. Dikkatli analiz edildiğinde birbirinden çok büyük farkları var gibi görünen Ortaçağ kilisesi ile bugünün “Abdestli kapitalizm”inin biçim olarak biri “Hristiyan” biri ‘’İslam” görünümlü oldukları halde öz olarak nasıl da şirk paydasında buluştukları, tarihsel şirkin birer tezahürü oldukları acı bir şekilde anlaşılacaktır.
Oysa ki bu farklı biçimlere giren şirk dininin insanlara zerk ettiği çarpık kader anlayışına Kuran’ın cevabı nettir:
“Bir toplum kendini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez” (Rad Suresi, 11. Ayet).
Yani beşerin yarattığı adaletsizlikler Allah’tan bilinemez. Veya bu adaletsiz sistem insanlara Allah’ın takdiri veya kader olarak sunulamaz. Çünkü içinde bulunduğu koşulları belirleyen ve değiştirecek olan toplumun kendisidir der.
Ancak kapitalizmin tevhid kılığına soktuğu şirk dinine bakılırsa sürekli savaş, sömürü, sefalet, ahlaksızlık, cinayet, düşmanlık üreten bir sistemi (kapitalizmi) reddetmek Allah’ın iradesine karşı gelmekmiş! Kusura bakmayın da siz Allah’a nasıl bir yakıştırmada bulunduğunuzun ve İslam dinini nasıl bir tahrifata uğrattığınızın farkında mısınız? Emevilere rahmet okutturuyorsunuz. 80 yaşındaki bir adamın 20 yaşındaki cipteki zengin bir burjuva gencinden 50 kuruş dilendiği bir sistemi reddetmek mi Allah’ın iradesine karşı çıkmak? Sakın sizin çıkarlarınıza karşı çıkmak olmasın bu? Nasıl bir şirke bulandığınızı anlatmaya bir şairin deyişiyle kelimeler “kifayetsiz” kalır.
Muhafazakar zengin iş adamlarından bir tanesi çıkıyor; tüm uhrevi (!), dini (!) duruşu, uzun sakalı, tüm dindar ve sufi tavırlarıyla bu yoksulluk içerisindeki eşitsizlikleri ve kendi zenginliğini insanlara İslami açıdan meşru göstermek için diyor ki :
“Allah nimetlerini kullarının üzerinde görmek ister.”
Eyvallah, Allah razı olsun! Elbette görmek ister. Ancak Allah’ın tek kulu sen değilsin herhalde? Veya mensubu bulunduğun toplumun en zengin tepe noktasını oluşturan % 1’lik kısım değil? Çünkü siz nimetler içerisinde boğulurken insanların geri kalanı nasıl bir sefalet, güvencesizlik içerisinde yaşıyor, görmüyor ve liberalizmden devraldığınız “bireyci, benci kültür” sebebiyle umursamıyorsunuz bile. Herhalde kalan % 99 Allah’ın kulu değil ki (!), nimetler % 1’in arasında dolaşıp duran bir şey haline gelmiş? Bu algı ancak şirk dininin algısı olabilir. Çünkü şirk dini çok tanrısız yapamaz, sürekli beşeri-ekonomik-sosyal-siyasal putlar üretir ve onlara tapar. Kapitalizmin temel dürtüsü olan “kâr” ve “siyasi otorite” putu uğruna dini tahriften bile çekinmez.
Medya’da “jet Fadıl” olarak anılan girişimci Maldivler’de ada satın almış ve muhafazakarlara tatil yeri satmaya başlamış. Lüks tatil köyleri tahsis ediyormuş. Aynı savunmayı yapıyor, “Muhafazakarların da tatil yeri olmalı” diyor. Ne güzel, bundan sonra tüm Müslümanlar adına gidip Maldivler’de muhafazakarların lüks içerisinde tatil yapabileceği adaları da oldu! Tüm Müslüman mustazafların (ezilenlerin) adına abdestli kapitalistler tatil yapacak, ne büyük bir hizmettir! Bir de “Müslüman kimliği” üzerinden Müslüman mustazafların onur duymasını (!) sağlamaya çalışıyorlar ya, Muhafazakarlar Maldivler’de lüks içinde tatil yapabiliyorlar diye, insanın tüyleri ürperiyor bu maneviyat (!) ve kutsiyet (!) karşısında. Metafizik bir ürpermeyle izliyoruz bu ibretlik tabloyu!
Bu örnekleri ayrıksı tutuyorum ve Kuran’ın siyasete, mülke ve dine temel bakış açısını, anladığım kadarıyla özetlemeye çalışacağım (onlar Müslümanlık adına tatil ve inşaat yapadursunlar). Çünkü Kuran’ın mülk ilişkilerine, lükse, siyasete ve din-halk ilişkisine (din kimsenin tekelinde değil, insanlığındır) bakış açısı bu örnekleri olumsuzlayarak bile olsa, bu örnekler ekseninde ele alınamayacak kadar değerli ve ders verici niteliktedir.
Bu minvalde ilk olarak Nas ve Enfal gündeme gelmelidir. Bu sureler Kuran’ın ekonomi, din (dinin toplumsal işlevi) ve siyaset önermesi konusunda (çatı bilgi oluşturacak nitelikte) önemli fikirler edinebileceğimiz surelerdir.
Bu surelerde açıkça dile getirilir ki “Hakimiyet Allah’ındır, mülk Allah’ındır, din Allah’ındır”.
Bu ayetlerden içerisinde yaşadığımız toplumsal sistemle ilgili çıkarılacak çok önemli sonuçlar vardır. Ancak öncelikle konuyu anlayabilmek adına Kuran’ın ifade biçimindeki şu gerçekliğe dikkat etmek gerekir: Kuran’da çoğu yerde “Allah” ve “halk (nas)” birbirlerinin yerine kullanılırlar.
Bu “Yaratılış Kıssası”ndaki “insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi, temsilcisi olması” anlayışıyla da yekpare ve ilahi uyum içinde olan bir durumdur.
Ali Şeriati bu hususta Teğabün suresi örneğini verir:
“Allah’a karz-ı hasen ile borç verirseniz…’’ (Teğabün Suresi, 17) ve devam eder “bu ayette Allah kavramından amacın insanlar olduğu açıktır, yoksa Allah’ın karz-ı hasenle borca ne ihtiyacı olabilir?” Yani burada “insanlara karz-ı hasen ile borç verirseniz” demek istenmektedir. Tıpkı bunun gibi Allah ve halk (en nas) kelimesi Kuran’ın bir çok yerinde birbirlerinin yerine kullanılırlar.
Bu minvalde “Mülk Allah’ındır”, ‘’Hüküm ve hakimiyet Allah’ındır”, “Din Allah’ındır” denildiğinde, mülkün insanlığın tamamının (yalnızca Allah’ın nimetlerini üzerinde görmek istediği (!) % 1’lik dilimin değil tüm insanlığın) olduğu anlaşılır. “Hüküm ve hakimiyet Allah’ındır” dendiğinde (rabbinnas), hüküm ve hakimiyet, yeryüzündeki siyasi otorite tüm insanlığındır denmektedir (yalnızca bir avuç bürokratın, siyasetçinin veya diktatörlerin değil). Burada Kuran’ın açık bir “özyönetim” vurgusu olduğu kanaatindeyim. İnsanlık siyasi otoritesini bir bütün olarak “beşeri ilah ve putlara” sahip olmaksızın Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olarak kullanmalıdır, denmektedir.
“Din Allah’ındır” (Enfal, 39) ayetinde ise Allah ile kul arasındaki dini tekeline aldığı iddiasında olan tüm beşeri putlar reddedilmekte, dinin tüm insanlığın ve ezilenlerin dini olduğu vurgulanmakta, dini kimliğin tanımını yapma yetkisi bir kısım “sufi” görünümlü insanların elinden alınmaktadır. “Din insanlarındır” denmektedir. Bugüne tahvil edersek % 1’lik zengin kesim ve onların politik-dini (!) sözcüleri kendi çıkarlarına göre dini tanımlayıp insanlara şırınga edemez, denmektedir.
“Siyasi otorite”, “dini otorite” ve “ekonomik otorite” sınıfsal parçalanmışlık olmaksızın insanlığın tamamınındır, demek açıkça “Hem kapitalizm hem İslam bir arada olmaz” demektir. İkisi birbirine taban tabana zıt, birinin savları diğerini boğar niteliktedir, demektir.
Hz. Muhammed’in hepimizin bildiği, en çok kullanılan ama en az anlaşılan ve hayata yansıtılmayan bir hadisi vardır: “Komşusu açken tok yatan bizden değildir”. Hz. Muhammed’in yaşamı, sünnetullahı örnek alınacaksa, oruçtan önce hurma yemesinden fazlası örnek alınmalıdır.
Burada dikkatli bakıldığında Hz. Muhammed bu sözü mikro planda (yalnızca senin bireysel komşun için) kullanmamaktadır. Bu sözle bir “ahlak”, “yaşam tarzı” ve “ideal bir toplum biçimi” çizmektedir aslında.
Tıpkı tarihteki tüm peygamberlerin vermeye çalıştığı mesajla aynı ve evrensel planda bir mesaj ve toplum önermesidir aslında bu. Bu sadece “senin” komşun açken sen tok yatma diye mikro (küçük-bireysel) bir “adalet ve ahlak” yaratma gayreti değil, “bir toplumsal sınıf tok, politik ve ekonomik iktidar sahibiyken diğer toplumsal sınıf yeryüzünde aç, güvencesiz ve temsiliyetsiz yaşayamaz” demektir. Bu evrensel ve makro planda bir ahlak ve toplum biçimi önermesidir.
Ancak şirk dininin temsilcileri bu sözü de şu şekilde anlatır mustazaflara: “Senin komşun aç yatmasın, sen elindekinin bi kısmını paylaş ama milyonlarca insan aç ve en azından güvencesiz yatarken % 1’lik kesim gırtlağına kadar tok yatabilir, senin komşunun da hatta senin de aç yatmanın sebebi kapitalizm olsa da, kapitalizm ve İslam birbirine uyumludur.” Yani mikro planda “kısmi adalet” önerir (bir fakirin diğer fakir komşusunun kapısına kadar sürdürdüğü bir adalet), makro planda ise (yani mevzu kendi çıkarlarına dokunmaya başladığı noktada) “mutlak adaletsizliği” zihnimize dayatır. “Dinde öyle şey olmaz!” der.