Mezhepçi şiddetin Ortadoğu diye anılan coğrafyanın kadim bir gerçeği olduğu savı, IŞİD’in Irak’ta gerçekleştirdiği saldırılar ve Musul’un düşmesiyle iyiden iyiye popüler oldu. (Şu son bir haftada bu savı dört ayrı kişiden dinlemiş bulundum.) Oysa Irak ve Suriye’de cereyan eden güncel siyasal ve askeri çatışmaları, MS 680 yılında gerçekleşen bir muharebeden hareketle anlamlandırmaya çalışmanın abesle iştigal olduğunu söylemeye gerek olmamalı. Zira böyle bir zaviyeden bakılınca “bölgedeki” nüfuz ve hâkimiyet mücadeleleri, Hz. Muhammed’in ölümü sonrasında ümmetin başına kimin geçeceği tartışmasının bir uzantısı olarak değerlendirilmiş oluyor. Tarihin derinliklerine daldıkça şiddet ve şiddeti doğuran nedenler görünmez oluyor.
Şiddetin, özellikle de mezhepçi şiddetin doğallaştırılması ya da kültürelleşmesi, bu şiddeti yaratan nedenler ve failler üzerine siyasal bir sorgulamaya ister istemez mani oluyor. Mesela IŞİD’in ortaya koyduğu şiddet eylemlerinin İslam dininin ya da onun belli bir yorumunun dolaysız bir sonucu olduğunu iddia etmek, emperyalistlerin yeni oryantalist tekerlemelerini yeniden üretmekten başka anlama gelmiyor. Siyasal şiddeti bağlamsızlaştıran, onu belli bir kültür ya da inanışa içkin karakteristiklere indirgeyen böylece şiddeti mümkün kılan siyasal ve sosyal bağlamı ve onun hizmet ettiği siyasal ve iktisadi çıkarları görünmez kılan bir tutumdan özellikle sosyalistlerin kaçınması elzem. İnsanlığa karşı işlenen suçlar herhangi bir dini inanış ya da yorumun tekelinde olmadığı gibi, böyle suçlar dini olduğu kadar ladini referanslı kişi, grup ya da devletlerce de işlenebilir, işlenmektedir. Şiddetin gayrisiyasallaştırılması ve değişmez addedilen bir kültürel özün ya da inanışın doğasıyla açıklanması, o şiddetle mücadele etmenin yolunu daha baştan tıkıyor.
IŞİD’in sergilediği vahşet performansı ne kadar ürkütücü olsa da IŞİD militanlarının siyasal, sosyal ve ekonomik koşullarla bağlantılı herhangi bir rasyonelden yoksun çılgınlar, ruhsal bir dengesizlikten mustarip barbarlar olarak resmedilmesi de yanlış. Bu yaklaşımın ardındaki mantık belli: Normal, sağlıklı insanlar geniş sayıdaki insanı böyle vahşice katletmez, katledemez. Holokost’u Adolf Hitler’in çılgınlığıyla “açıklayan” tezlerin güncellenmiş, şarklılaştırılmış bir versiyonuyla karşı karşıyayız. Yani siyasal şiddeti gayrısiyasallaştırmanın bir başka yoluyla. Oysa “normal” addedilen insanların nasıl olup da hangi koşullarda ve neden canilere dönüşebildiği meselesi tam da siyasetin konusudur. IŞİD’in terör kampanyasının oldukça rasyonel (bu caniyane bir rasyonellik olsa da) ve dolayısıyla siyaseten mücadele edilmesi gereken temelleri var. IŞİD ancak tam teşekküllü bir mezhebi iç savaş ortamında Irak’ta kök salabileceğini biliyor ve tam da bu nedenle olası her yolla bu iç savaşı ve onu mümkün kılacak bir Şii reaksiyonunu provoke ediyor. Çılgınlıkla değil, karanlık bir siyasal hesaplamayla karşı karşıyayız.
Mezhepçiliğe geri dönelim. IŞİD’in Musul’u alması, birçok gözlemci tarafından Sykes-Picot düzeninin, yani Ortadoğu’daki kolonyal düzenleme ve dayatmaların eseri olan ulus devlet formasyonlarının sonu olarak algılandı. Buna göre Ortadoğu’da sınırlar “yapay”dı, emperyal müdahaleciliğin eseriydi ve bugün bu yapay siyasal örgütlenme biçimleri dağılırken daha “doğal” ya da “ilksel” mezhebi-etnik sınır ve ayrımların geri dönüşü yaşanıyordu. Oysa Hamid Dabashi’nin hatırlattığı üzere, Irak sınırları sömürgeci tasarımın bir ürünü olabilir; ancak Irak halkı kolonyal bir mamul değil. Irak halkının şu son yüz küsür yılda emperyalizme karşı direnişler ve eşitlik ve özgürlük için verilmiş mücadeleler içerisinde eksiğiyle gediğiyle şekillenmiş bir kimlik ve belleği de söz konusu ve bugün yapacağımız en ciddi hata, bu tarihsel birikimi sunilikle yaftalayıp kolayca bir kenara atmak olacak. Mezhebi kimliklerin 20. yüzyıl boyunca ülkede belirleyici bir siyasal referans olmaması gerçeğini es geçen belleksizlik ve mezhepçiliği doğrudan ya da dolaylı bir biçimde doğallaştıran her argüman, bilinçsizce de olsa mezhepçiliğin önünü açacaktır.
Dolayısıyla mezhepçi şiddet sarmalıyla mücadele edebilmenin yolu, mezhepçiliği güncel iktidar ve tahakküm ilişkileri bağlamına yerleştirmeyi ve böylece onu doğuran toplumsal ve siyasal neden ve süreçleri hedef tahtasına oturtmayı gerektiriyor. Mezhepçi şiddetin bağlamsızlaştırılması, doğallaştırılmasıysa tam tersine şiddetin neden ve faillerini gizleyen bir kılıf işlevi görüyor. Oysa, mezhepçilik doğal bir fenomen, kadim bir gerçeklik falan değil. Mezhepçilik siyaseten üretilir. Mekânın, idari yapının ve siyasal kurumların mezhepçi temellerde yeniden düzenlenmesini, ayrıksı, homojen mezhebi kimliklerin aktif bir biçimde ve siyaseten üretimini gerektirir. Bu anlamda mezhepçilik modern bir fenomendir; yani mevcut mezhepçi gerilim ve çatışmalar modern Arap toplumlarının güncel çelişkilerinde aramak gerekir.
Mezhepçi siyaset, geçmişin (olumsuz anlamda) ideolojik kullanımının bir örneği olarak, dini ve mezhebi ayrımları aktüel sömürü ve tahakküm ilişkileri bağlamında yeniden anlamlandırıp yorumlar. Örneğin Suriye’de alt sınıfların marjinalize edilmişliklerine olan öfkesini, “Safevi diktasına karşı mücadele” olarak yeniden tanımlar. Siyasal saflaşmanın sınırlarını tayin eden bu ve onun ayna yansısı argümanları benimseyerek yeniden üretmek, mezhepçiliğin siyasal alanı belirlemesine müsaade etmek demektir. Mesela tam da bu bağlamda, ABD ya da AB karşısında alınan tutumların Şii-Sünni eksenine sıkıştırılması, yani emperyalizme karşı tutumun bir mezhep meselesi olarak tartışılmasının solun işi olmayıp olsa olsa abesle iştigal olduğunu not etmek gerekiyor.
Mezhepçilik kökü yüzyıllar öncesindeki ihtilafların doğal sonucu olmadığı için kaçınılmaz da değildir. Tam tersine mezhepçilik, siyasal aktörlerce aktif bir biçimde üretilir; belli sosyal ve siyasal koşulların ürünüdür. Bu anlamda örneğin 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın başında Ortadoğu’da dini-mezhebi gerilim ve şiddetin yükselişini, sömürgecilik, kapitalist dünya sistemine eklemlenme ve ulus devlet formasyonlarının şekillenmesi gibi süreçlerden bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir. Yani mezhepçilik modernlik dışı fanatizm ve cehaletin, ilksel kimliklerin yeni dünyaya karşı bir reaksiyonu değil, modern denilen güçlerin tetiklediği bir süreçtir.
Siyasal İslam’a dair galat-ı meşhurlar
Irak’ta (ve kısmen Suriye’de) mezhepçi şiddetin yükselişinin nedenlerine dair tartışmaya dalmadan önce gelin genişçe bir parantez açalım. Söz IŞİD’den ve mezhebi gerilimlerden açılmışken siyasal İslam meselesine dair soldaki popüler kimi yanlış anlamaların üzerinden şpöyle bir geçelim. En baştan başlayalım. Malumun ilamı olacak ama tek bir “siyasal İslam”, “İslamcılık” yok. Lübnan Hizbullah’ına da Taliban’a da “İslamcı” etiketini yapıştırınca işin içinden çıkmış olmuyoruz. Birbirinden dünyalar kadar farklı siyasal yönelimleri, sınıfsal-sosyal karakterleri, farklı tarihsel birikimleri olan İslamcılıklar var. Kısacası tek ve homojen bir siyasal İslam yok.
Bizim solda özellikle geçer akçe olan siyasal İslamcı akımların her daim ABD emperyalizminin sevgili kulu olduğu kanaati bir efsaneden ibaret. Mısır’da düne kadar ABD’den onay ve icazet almak için taklalar atan Müslüman Kardeşler ne kadar “İslamcı” ise Taliban, Mali’deki El Kaide bağlantılı güçler ya da Hizbullah da o kadar “İslamcı”. Aynı şekilde, özellikle İran solunun önemli bir bölümünün 1979’daki devrim sırasında yaptığı gibi, siyasal İslam’ı kafadan “ilerici-antiemperyalist” bir akım saymak da mümkün değil elbette. Siyasal İslamcı akımların emperyalizm karşısındaki çelişkili tutumu, tam da bu hareketin çelişkili sınıfsal muhtevasından kaynaklanıyor.
İslamcı hareketler sınıfsal-sosyal çelişki ve ihtilafları kültürel-dinsel terimlere tahvil eden sınıflararası-popülist siyasal oluşumlar. Yani İslamcı akımlar alt sınıfları kimi (özcü kültürel terimlerle anlamlandırılan) demokratik ve sosyal talepler etrafında seferber edebildiği kadar hâkim sınıfın çeşitli bölümlerinin ifadesi haline de gelebiliyorlar. Dolayısıyla siyasal İslam aynı anda hem “halkın afyonu” hem de “kalpsiz bir dünyanın kalbi” olma rolüne soyunabiliyor. Siyasal İslamcılık mevcut sosyal-siyasal düzene rıza devşirilmesinin adı olabildiği gibi alttakilerin bir protesto hareketinin ifadesi de olabiliyor. Sermaye sınıfının İslamcılığıyla, mülksüzleşen küçük burjuvazinin İslamcılığı ya da plebyen katmanların İslamcılığı bazen birbirinden bambaşka şeyler anlamına gelebiliyor.
İslamofaşizm olarak IŞİD
Yeri gelmişken IŞİD söz konusu olduğunda iyice popüler olan “İslamofaşist” sıfatını kısaca da olsa ele almakta yarar var. “İslamofaşizm” Avrupa aşırı sağının icat etmiş bulunduğu bir tabir. Ancak bizim solda da “Ortadoğu” solunda da siyasal İslamın bir tür “faşizm” olduğu kanaati bir hayli yaygın. Siyasal İslam’ın yukarıda ifade edilen “ikili” karakteri, yani onun hem hâkim sınıfın otoriter yönelimlerinin bir ifadesi hem de aynı zamanda bir protesto hareketi olabilmesini atlayan bu “faşizm” tanımlaması, çoğu zaman solun elini kolunu bağlıyor. Eğer siyasal İslam bir faşizmse ona karşı en geniş ittifakın oluşturulması meşru kabul ediliyor. Bu durumda da mesela Mısır solunun yaptığı gibi “İslamofaşizme” karşı eski rejim taraftarları, hatta orduyla, fiili, adı konmamış ve dolayımlı da olsa bir “ittifak” kurmak mümkün oluyor. Bu, tam da ordunun Mursi iktidarını köşeye sıkıştıran o devasa halk hareketini kendisine yamamasına olanak veren bir hataydı.
Çok sayıda siyasal İslam olduğunu hatırlayalım. Tam da bu anlamda IŞİD tipi siyasal İslamcılık “İslamofaşizm” etiketini hak etmez mi peki? IŞİD’in kitlesel infazları Einsatzgruppen’in (2. Dünya Savaşı’nda SS yönetimindeki özel birlikler) Doğu Avrupa’daki kıyımlarını andırmıyor mu? Siyahlara bürünmüş IŞİD militanlarını taşıyan Toyota kamyonetlerini gösteren fotoğraflar, işçi semtlerine baskına giden İtalyan “kara gömleklilerini” taşıyan Fiat BL 18 model kamyonların görüntüsünü andırmıyor mu?
Aslında faşizmi bir metafor olarak kullanmakta, zihnimizin bir yanında faşizmi önümüzde duran olası bir felaket olarak daima tutmakta büyük yarar var. Ancak metafor metanomiye, yani mecaz-ı mürsele dönüştüğünde sorunlarla karşı karşıya kalabilir, IŞİD tipi faşizme karşı ABD drone’larından medet umar hale gelebiliriz. (Türkiye solunda “faşizm” tabirinin onca popülerliğine rağmen iki savaş arası dönemde, yani 20. yüzyılın alacakaranlığında, faşizmle mücadelenin sıcaklığı içerisinde ortaya atılmış kuramsal yaklaşımlara referansların yok denecek kadar az olmasının ciddi bir garabet olduğunu geçerken belirteyim).
Buna karşın, faşizmi IŞİD vakasını sorgulamaya yardımcı olacak bir teşbih olarak ele almak mümkün. Özellikle de faşizmin, bizde sıklıkla gözden kaçırılan bir özgünlüğünü hatırda tutarsak. Faşizm bir yandan mülksüzleşmekte olan geniş bir küçük burjuva kitlesini seferber eden bir kitle hareketiyken aynı zamanda sınıflar arası siyasal ve sosyal güç dengelerinde sermaye lehine ciddi bir kaymayı gündeme getirir. Faşizmin “küçük burjuvazinin karşı devrimci umutsuzluğunu” harekete geçiren bir kitle hareketiyle siyasal programının nihayetinde kapitalist doğası arasındaki bu ikili yapı, onun temel özelliğidir. IŞİD’i de bu anlamda alttakilerin karşı devrimci seferberliği, kendi çıkarlarına karşı örgütlenmesi olarak tanımlamak pekâlâ mümkün. IŞİD’in son dönemdeki askeri başarılarını mümkün kılan toplumsal desteği bu terimler dahilinde tartışmak yararlı olabilir. Özellikle bu toplumsal desteğin arkasına sığınarak IŞİD’i mazur ve hatta masum göstermeye çalışanları sorgulamak için.
Yani IŞİD’e dönük destek, Irak’ta dışlanmış ve marjinalize edilmiş Sünni toplumundaki reaksiyonun radikalleşmesini ifade ediyor elbette. Ancak bu, (Türkiye’de bazılarının ima ettiği gibi) IŞİD’i bir “Irak Baharı”nın temsilcisi falan yapmıyor. IŞİD’in parçası olduğu ayaklanma, “karşıdevrimci umutsuzluğun” seferber edilmesi anlamına geliyor. IŞİD’in (ve benzer yapılanmaların) Irak ve Suriye’de şu ya da bu oranda da olsa belli bir kitle mobilizasyonu gücüne kavuşmasını, işte bu umutsuzluğu yaratan koşullar tartışmasından ayrı düşünemeyiz. Mesela Irak’ta IŞİD’in yükselişini nasıl emperyalist işgalden bağımsız düşünemezsek Mali’de El Kaide’nin çıkışını iklim krizinin etkilerinden bağımsız ele alamayız. Bu IŞİD ya da örneğin Boko Haram’ı aklamak değil, onu Michelle Obama’dan farklı olarak, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin güncelliği içerisinde ele alıp sorgulamayı önümüze koymak anlamına gelir.
IŞİD “kumpası”
İngilizcede malum, “intelligence” kelimesi hem zekâ hem de istihbarat anlamına gelir. Milliyetçi-muhafazakâr zihin dünyası istihbari aklı ulular, neredeyse en üst entelektüel mertebe olarak görür ve kıymet verir. Milliyetçi-muhafazakâr yazar-çizer takımı için istihbarat, yani devletin hizmetine koşulmuş akıl, dünü ve bugünü açıklamanın ve anlamlandırmanın en yetkin yoludur. Dünya ancak müteselsil konspirasyon ve istihbari operasyonlar aracılığıyla anlaşılır kılınmaya çalışılır. Kendisiyle yapılan bir söyleşide, “istihbarat savaşı 1071’den beri sürüyor” cümlesini kurmakta bir beis görmeyen Kurtlar Vadisi dizisinin senaristi Bahadır Özdener, bu “kafanın” tipik bir örneğini vermiş oluyor. Başbakanlık danışmanı görevini yürüten malum zatın performansını burada anmaya zaten gerek yok.
Buraya kadar sorun yok. Bu “istihbari kafa” milliyetçi-muhafazakâr düşünce geleneğinin mütemmim cüzü adeta. Ancak bu “kafanın” sola sirayet etmesi ciddi bir sorun. Bilhassa tartışma konusu Ortadoğu’da cereyan ediyorsa konu ister istemez “derin” fasıllara, istihbarat servislerine, Ortadoğu’nun bir bataklık olduğu şeklindeki beylik laflara geliyor. Yani istrihbari akıl konu “bölge” olunca sola dahi sirayet edebiliyor. Örneğin son dönemde bilhassa sosyal medya mecralarında sıkça dillendirilen IŞİD’in ABD’nin bir oyununa ya da Türkiye’nin bir taşeronuna indirgeyen yorumlar. ABD ya da Türkiye’nin IŞİD’in gelişimindeki rolünü, mezhepçi şiddetin bölgedeki artışındaki sorumluluğunu tartışmak başka, IŞİD’i iplerini ABD’nin, AKP hükümetinin ya da başka bir melanetin tuttuğu bir kuklaya, yarattığı sonuçlar kolayca geri alınabilecek bir kumpasa indirgemek başka.
Sonuç yerine
Neticede IŞİD’i lanetlemek, ona terörist demek yetmez. IŞİD’in (doğrudan ya da dolaylı) müsebbibi olan güç ve süreçlerin eleştirisi (çoğu zaman “eleştiri silahı” ancak bazen de “silahların eleştirisi”) gereklidir. Irak’ı mezhebi bir mezbahaya çeviren emperyalist müdahalecilik siyasetini, bölgesel nüfuz mücadelelerinde mezhep kartını arsızca kullanan bölge güçlerini (bkz. Türkiye), seküler muhalefeti acımasızca bastırarak siyasetin dinselleşmesinin önünü açan otoriter rejimleri, kalkınmacığın ve sosyal devlet uygulamalarının tasfiye edilerek toplumu bir arada tutan dayanışma ağlarının parçalanması politikalarını bir bütün olarak hedef tahtasına oturtmak gerek. Aksi, (tıbbi metaforlardan kaçınmak gerekse de bu kez müsaade edilsin) “hastalığın” kendisiyle değil de sadece onun semptomlarından biriyle cebelleşmek anlamına gelecektir.
Mesele Dergisi