1970’lerin İngiltere’sinin Demir Leydi lakaplı lideri Margaret Thatcher, dünyanın yeni iktisadi politik yörüngesini, her İngiliz vatandaşının bir gün zengin olma şansının diğer ulusların vatandaşlarına göre çok daha fazla olduğu söylemiyle afişe ediyordu. Modern iktisat kuramlarının her biri kendi misyonlarının sonuna gelmiş ve kendi küllerinden yeniden kurulan sisteme yerini bırakması gerekiyordu. Bu söylem, yeni ideolojisi tarih sahnesine çıkarken küresel kapitalizmin hem söylem hem de araçsal olarak nasıl bir hat izleyeceğini de deklare ediyordu.
Finans kapitalin kendi ihtiyaç alanlarına göre oluşturduğu toplumsal ve iktisadi örgütleri, bu misyonla dünyanın geri kalan yerlerine ‘zenginlik ve refah’ taşırken, tüm toplumsal güç alanlarını da yeni manipülasyonlara tabi tutuyor, kendi siyasal ideolojisini ‘tarihin sonu’nda, varılan en akli ve ahlaki nokta olarak takdim ediyordu. Küresel düzlemde oyun kurucular tek tek her bireye hayatın kendisinin bir kumar olduğunu, bu oyunu oynamaktan başka seçeneklerinin olmadığını, ya sisteme dahil olup bir gün ‘hak ettiğ’ mutluluğa ve refaha erişeceği, ya da dünyanın diğer yarısı gibi iradi olmayan bir yoksulluk ve yoksunluğa mahkum olacağı tehditlerini alttan alta örgütlüyordu.
Neo liberal politikaların en ileri düzeyde uygulandığı Latin ülkeleri bugün en büyük maddi zenginlik ile kitlesel düzeyde en büyük yoksulluğun birlikte ortaya çıktığı yerler durumunda. Türkiye ise 1980’den 2000’li yılların başına kadar adım adım yol aldığı bu iktisadi ve politik hatta, son 12 yıldır koşar adım pozisyonunda. 4 Ocak 1980 kararlarının ardından gelen 12 Eylül darbesinin öncelikli hedefinin sol, sosyalist devrimci hareketlerin örgütlü güçlerini ve Kürdistan devrimcilerini hedef alması, bu bağlamda Türkiye’de orta ve uzun vadede yapılmak istenenleri ortaya seriyordu. Toplumsal her türlü muhalefeti kaba devlet zoruyla baskılayan sistem; zamanla kendisini daha da yetkinleştirdi ve toplumu sadece korkutan değil, çaresiz bırakan bir hegemonya oluşturdu. Baskı altına alınan toplumsal muhalefet 1990’lara gelindiğinde; Kürdistan’da yeni bir formla toplumsal özgürlük mücadelesi sahnesine çıktı. Bu da hem Kürdistan’da hem de Türkiye’de yeni mücadele alanları ve olanaklarını beraberinde getirdi.
AKP iktidarıyla birlikte, hem devletin Kürdistan’ da yürüttüğü özel savaş hem de dünyanın içine girdiği yeni liberal konsept nedeniyle eski devletin yitirilmiş ve anlamsızlaşmış meşruluğu yenilenmeye çalışıldı. Toplumun yeni düşünce ve alışkanlıklara sevk edilmesini sağlayan bir toplumsal mühendisliğe ağırlık verildi. Kürdistan’da adım adım düşürülen bilindik özel savaş yöntemleri, yerini daha kapsamlı ve derinlikli yöntemlere bıraktı. Toplumdan soyutlama ve elimine etme yöntemleri, çok ciddi bir siyasal-ideolojik propaganda bombardımanı eliyle işletilmeye başlandı. Kendisinin ‘Türkiye tarihsel deviniminin son noktası’ olduğunu ilan eden AKP Hükümeti; ekonomi politikalarıyla neo liberalizmin kendisine açtığı her türlü esnekliği de arkasına alarak, bütün toplumsal kesimleri millet, din, refah ve zenginlik adına kendi muhafazakar ve otoriter hegemonyasına davet etmeye devam ediyor.
Geldiğimiz aşamada Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın yürüttüğü diyalog sürecinin sonucu olarak savaşın Kuzey Kürdistan’da çatışmasızlık aşamasına gelmesiyle, mücadele ve hamleler de netleşiyor. Rojava’da ortaya çıkan yeni durum ve tarihi olanaklar, Kuzey Kürdistan’da kendisini daha başka bir alanda dayatıyor. Demokratik özerkliğin tarihsel zorunluluğu, inşa çalışmalarını da kaçınılmaz ve elzem kılıyor. Bu bağlamda yürütülecek en önemli çalışma disiplinini ise; üretim ve bölüşümün üstünde yükselecek iktisadi yapı oluşturuyor. Çünkü neo liberal saldırıların AKP şahsında kendisini örgütlediği bu dönemde, Kürdistan devrimi şahsında Türkiye ve Ortadoğu’da yeni çıkış, aynı zamanda bu saldırılara karşı kendi demokratik üretim ve paylaşım alanlarını yaratmayı da zorunlu kılıyor. Kapitalizmin demokrasilere biçtiği sınırları aşmak, ancak toplumun öz gücünün özne kılındığı bir zeminde bu çalışmaları örgütleyip toplumsallaştırmaya bağlı. Bu zorunluluğun yakıcı düzeyde kendisini dayattığı günümüzde, geçtiğimiz hafta sonu Amed’de, Demokratik Ekonomi Konferansı’na hazırlık mahiyetinde son iki çalıştayın da yapılmış olması oldukça önemli.
Yapılan çalışma; Kürdistan’da sömürgeciliğin ve yeni liberal saldırıların karşısında yeni bir toplumsal örgütlenmenin en önemli ayaklarından birini temsil ediyor. Çünkü batı metropollerinde adeta rehin tutulan milyonlarca yoksul emekçiden, ekoloji, doğa ve doğal kaynaklarımız üzerindeki rantçı ve talancı saldırıları doğrudan hedef alan bir üretim ve bölüşüm perspektifine sahip. Son yıllarda bölgede ortaya çıkan ve iktisadi iktidar kanallarından beslenen yeni ekonomik sınıflar, Kürdistan’daki siyasal yönelimin karşısına yeni bir karşıt güç olarak çıkma potansiyeli barındırıyor. Yoksulun yoksulluğuna terk edildiği, liberal saldırılarla çaresiz bırakıldığı ve ‘sınıf atlama hayali’ gibi aldatmacalarla toplumun özgürlük ve eşitlik tahayyülünden uzaklaştırılmaya çalışıldığı günümüzde;Demokratik Ekonomi Konferansı, siyasal ve iktisadi saldırılara karşı toplumun kendi öz savunmasında giden yolların en büyüğünü döşeyecek.
Kürdistan Özgürlük Hareketi, halkların iktisadi özsavunmasına giden yolda tohumlar atarken, dünya devrimlerinin de öğretici deneyimi hemen yanıbaşımızda duruyor. 90’lı yıllarda kendi özerk yerel yönetimlerini ilan ederek mücadelelerini sürdüren Meksika yerlileri, Chiapas tecrübesini bugün de sürdürüyor. Ancak bu hamle yıllardır, Meksika Hükümeti’nin özel savaş yöntemlerini de aşan daha büyük saldırı dalgalarıyla karşı karşıya. Yerli halkın kültürel kazanımları uluslararası sözleşmelerle görece olarak garanti altına alınmış görünüyor. Ancak büyük şirketler eliyle başlatılan büyük sermaye projeleri bugün Meksika yerlilerine, birer asgari ücretli olmanın ötesinde bir gelecek tahayyülü kazandırabilmiş değil. Ve bugün Zapatista Hareketi’ne yerli halkın en büyük sitem ve eleştirisi şu: “Bize dilimizi, kültürümüzü kazandırmış olabilirsiniz ama ekmeğimizi savunamadınız.” Küresel sermayenin devasa hegemonyasının nüfuz alanları, mücadele hattının da nerelerden ne derece örülmesi gerektiğine dair veri ve deneyim sunuyor.
Türkiye’nin bütün halklarını hegemonyası altına alan siyasal sisteme ve iktidara karşı, yeni sömürgeciliğin nesnesi olmamanın tek yolu, finans kapitalin çok yönlü tahakkümüne karşı kendi öz savunma ve inşa alanlarımızı her alanda yaygınlaştırmaktan geçiyor.Demokratik Özerklik,Yerel Yönetimler (barınma gereksinimi ve yerinden dönüşüm), Ticaret ve finans: Demokratik/toplumcu ekonominin pazar anlayışı, Tarım, Hayvancılık ve Köye Dönüşler,Endüstriyel Üretim ve Sanayi: Eko-endüstrinin boyutları, Enerji, Su, Madenler,
Toplumsal Hizmetler ( turizm, eğitim, sağlık),Kadın ve Ekonomi başlıklarıyla Kürdistan’ın farklı illerinde gerçekleştirilen konferansa hazırlık amaçlı sekiz çalıştay, bu alana ilişkin yoğun tartışmaların yaşandığı bir zemin oldu. Kürt halkı şahsında Türkiye ve Ortadoğu’da yakalanan‘ekmeğimizi savunma’ olanaklarını ete kemiğe büründürmek için yeterince ideolojik-politik perspektif ve deneyimimiz var. Yeni kolonyalizmin toplumların gelecek tahayyüllerini baskılayan ideolojik saldırıları karşısında, toplumu savunmak için tek şansımız bu tarihi zaman dilimini ‘ekmeğimizi savunmak’ adına ıskalamamak. Çünkü tarihin demokrasi ve sosyalizme bir daha ne zaman böyle bir şans tanıyacağının öngörüsüne sahip değiliz.
Dünya halklarına dayatılan ve adına yeni liberal düzen denen büyük kumarın kazanan ve kaybedeni şimdiden belli. Halkları bu kumar masasına çekmeye kalkışanlara karşı Kürdistan’da şimdi yeni bir sofra kuruluyor. Birlikte üretip birlikte bölüşeceğimiz yeni komünal alanlar, dünyanın geri kalanları için de derin bir nefes olacak.
(*) HDP DANIŞMANI
(http://www.kurdistan24.org)