Kürt Sorununun çözümü yönünde tarafların farklı tanımlar yaptığı, farklı beklentiler içerisinde olduğu yeni bir müzakere süreci yaşanıyor. Her ne kadar tarafların nasıl bir yol haritasına sahip olduğu net olarak bilinmese de PKK Lideri Öcalan’ın 27 Şubat’ta ilan ettiği Barış ve Demokratik Toplum manifestosunun ardından PKK kongresini topladı ve Öcalan’ın önerdiği yönde kararlar aldı. 11 Temmuz’daki temsili silah yakma seremonisinin ardından TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un çağrısıyla TBMM çatısı altında “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” kuruldu ve çalışmalarına başladı.
Emek, kadın, LGBTİ+, ekoloji, insan hakları, halk ve inanç hareketlerinin, gençlik örgütlerinin, sosyalist parti ve siyasal çevrelerin sözcülerine bu gelişmelere ve atılması gereken adımlara ilişkin görüşlerini sorduk.
DİRENİŞİN RENKLERİ
Siyasi Haber: Daha önceki süreçlerin (1993-2013/1) her birini Kürt hareketi ve sol muhalefete karşı ağır baskılar, kitlesel tutuklamalar ve katliamlar izledi. Sözü edilen süreçlerin barışla sonlanmamasında hangi faktörler rol oynadı, bugünün koşullarındaki değişiklikler nelerdir? Mevcut iktidar ve devlet aklı ile Kürt sorununda bir barış mümkün olabilir mi?
Direnişin Renkleri: Kürt Özgürlük Hareketi cumhuriyetin kuruluşundan beri Türkiye için; yok edemediği, çözmeye de yanaşmadığı bir “sorun” olarak hâlen barış iradesini ortaya koyan bir harekettir. Kürt özgürlük hareketinin varlığı bütün toplumsal muhalefetlerin ortaya çıktığı gibi bir baskının sonucudur. Kürtlere yönelik asimilasyon, katliam, yok etme, yerinden etme, kayyım politikaları; Kürt halkının bugün de konuştuğumuz barış, eşitlik, özgürlük taleplerini yükseltmesinin sebebi olmuştur.
Önceden yürütülen süreçlerin başarılı olmamasının birçok sebebi olsa da; iktidarın kendi çıkarlarını gözetmesi gibi; devletin Kürt halkına yönelik baskılarını devam ettirmesi, 93 sürecinde JİTEM tarafından gerçekleştirilen katliamlar, faili meçhuller; 10 Ekim Ankara Gar Katliamı, Suruç Katliamı IŞİD ve devletin iş birliğiyle gerçekleştirilen bu katliamlar, hareketi tasfiye etme amacı taşıyan onlarca tutuklama; Kürt halkını hedef alan, barış taleplerinin karşılanmamasının sebeplerinden olmuştur.
Peki güncel iktidarın aklıyla barış olabilir mi? Burada barış için iktidara atfedilen önem halka atfedilmelidir aslında. Barış iki taraflı anlaşma/uzlaşma olsa da barışı nihayetinde inşa edecek güç halktadır. Şu anda TBMM içerisinde yürütülen komisyonda iktidarın konuşmaları barışı değil “terörsüz Türkiye”yi işaret etmektedir. Kapitalist sistemde egemenlerin konuştukları çıkarları üzerinedir. Bu sebeple bu şaşırılacak bir şey değildir. Ancak gelinen aşamanın yönünü toplumsal barışa, Türkiye halklarının ihtiyacı olan barışa çevirecek olan toplumsal muhalefet, ezilen bütün kesimlerin yan yana gelişi ve barışı toplumsallaştırmasıdır.
“Beka sorunu” araçsallaştırılıyor
Adı sürekli değişiklikler gösteren bu “süreç”in ortaya çıkış nedenleri nelerdir? TC devleti, ABD-İsrail komplosuyla Kürtler aracılığıyla bir bölünme “tehlikesi” ile karşı karşıya olduğu propagandası yapmakta. Cumhur İttifakının iddia ettiği dış tehdit karşısında oluşan “TC’nin beka sorununa” karşılık gelmek üzere oluşturulmaya çalışılan “iç cephenin” Cumhur ittifakının “kendi beka sorunu” ile olan bir ilişkisi var mıdır?
İsrail’in Filistin halkına yönelik soykırımı ve alanını genişletme politikaları, Suriye’de değişen iktidar, yanı başımızda halklara yönelik süren savaşlardan Türkiye’nin etkilenmemesi mümkün değildir. Hemen yanı başımızda süregelen savaşların barışı konuşmanın tetikleyicisi olmuş olabilmesiyle birlikte onlarca yıldır bütün baskılara rağmen susmayan, barış talebini yükselten Kürt Özgürlük Hareketinin iradesi de görmezden gelinemez.
Elbette Türkiye’nin beka sorunu AKP’nin geleceksizliğini işaret eder. AKP rejimi için devlet zaten kendisidir. Dolayısıyla kendi tabanında dâhi yaşadığı oy kaybını dünya genelinde yaşananlara ve Türkiye’deki ekonomik/politik krizin üstünü örtme amacıyla bunu bir devlet bekası sorunu olarak göstererek en geniş zemine çağrı yapar, kendi geleceğini sürdürmeye çalışır.
Bu beka sorunun sınırları da yoktur. Kürt halkına yönelik savaş politikalarını dâhi meşrulaştırmanın aracı olmuştur. Sorunu var eden ise her zaman ezilen toplumsal kesimlerdir. Bugün LGBTİ+lara yöneltilen şiddetin ve kriminalize etmenin yöntemi de budur. Aile yılı politikalarıyla, nüfusun azalmasında Türkiye’nin beka sorunu olarak sorumluluk LGBTİ+lara yüklenmiş; ekonomik kriz, işçi cinayetleri, çocuk işçiler/MESEM’ler unutturulmaya çalışılarak, LGBTİ+lar; halktan kopuk, marjinal, batı emperyalizminin getirisi olarak sunulmuştur.
MHP’nin sürecin parçası olması olumludur
Devlet Bahçeli’nin başlattığı bu süreçte esas aktör olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? AKP ve MHP arasında sürece ilişkin görüş ayrılığı olduğu iddiası hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sürecin Devlet Bahçeli’nin ifadeleriyle başladığını düşünüyoruz ancak Bahçeli aynı konuşmasında gerçek bir barışın değil, “dış tehlikelere” karşı ittifak oluşturmak amacıyla vatan, bayrak, terörsüz Türkiye’nin çağrıcısı olmuştur. Bu anlamda Bahçeli’nin esas aktör olup olamayacağı tartışmalı olmakla birlikte barışın en geniş çevrelerce tartışılabilmesi açısından MHP’nin bir şekliyle süreci sahiplenmesi olumlu değerlendirilebilir.
Yine uzun yıllardır Cumhur ittifakı olarak iktidara yedeklenen MHP, bu süreçte de “terörsüz Türkiye” ifadeleriyle milliyetçi, tekçi bakışını sürdürüyor. İddialara dayanan bu konuda Erdoğan’la farklı düşündüklerine ilişkin bir görüş var olsa da bugün hâlâ aynı zeminde olduklarını görebiliyoruz. Görüş ayrılığının gerçekliğini ise ilerleyen süreçlerde görebileceğiz.
Komisyon LGBTİ+’ları kapsamadı
TBMM Komisyonu’nun kuruluşunu, ismini, bileşenlerini ve ilan edilen çalışma perspektifini nasıl değerlendiriyorsunuz? 28 Şubat 2015’te kamuoyuna duyurulan “Dolmabahçe Mutabakatı” kısa süre sonra Tayyip Erdoğan tarafından inkar edilmiş, kurulan masa devrilmişti. Bu Komisyon’un çalışmalarının aynı kaderi yaşamaması açısından ne yapılmalı?
Komisyonun varlığı yasal düzenlemeler için önemli bir noktada dursa da ismi dolayısıyla başından itibaren iktidarın elinde, iktidarın istediğinin söz hakkı sahibi olduğu bir komisyon olmuştur. Komisyonda konuşma yapması için kimi LGBTİ+ların ve de derneklerin ismi geçse de davet noktasında LGBTİ+lar dışarda bırakılmıştır. Davet edilen barış annelerinin ise Kürtçe konuşması engellenmiştir.
Anadilde konuşma hakkının dahi engellendiği bir komisyonda elbette masanın devrildiğini de görebiliriz. Tam da bu noktada barışın öneminin topluma anlatılması önem kazanıyor. Devrilme ihtimali olan masaya rağmen bugün barışın konuşuluyor olması, kadınların Amed’te başlattığı yürüyüş barışın meclise sıkışmaması, topluma kazandırılması açısından önemli.
Faşizme karşı en geniş cephe
Komisyon hem barış hem demokrasi vurgusuyla kurulmuş olsa da iktidar blokunun faşizmi kurumsallaştırma yürüyüşü kesintisiz devam ediyor. Öte yandan kamuoyu araştırmaları iktidar blokunun çoğunluğu kaybettiğini gösteriyor. Hız kesmeyen CHP mitingleri farklı kesimlerin rejimden hoşnutsuzluğunun sokaklarda dile getirildiği kitle gösterilerine dönüşüyor. Bu koşullarda muhalif güçler, özel olarak DEM Parti ve CHP ne türden bir ilişki içinde olmalıdır? Müzakere ve mücadele diyalektiğinin hayata geçirilmesi ve en geniş antifaşist güçlerin birliği açısından erken seçim talebi ön açıcı bir rol oynayabilir mi?
İktidar tarafından komisyon kurulduğu süreçte de hiçbir zaman barışın vurgusu yapılmamıştır, bu anlamda zaten geri adım attığı söylenemez. Faşizmin kurumsallaşma adımlarını bugün belki de en çok hisseden biz LGBTİ+larız. Aile yılı politikaları, Hormon kullanımının 21 yaşa çekilmesi; iktidarın LGBTİ+lara yönelik ilan ettiği savaş politikalarının adımlarından.
7 Haziran’ın ardından Kürt halkının iradesini gasp etmeye yönelik adımların 19 Mart süreçlerinden itibaren CHP belediyelerinde de yaşandığını görüyoruz. Belediye başkanlarının tutuklandığı, kent uzlaşısının kriminalize edildiği, CHP’ye kayyım atandığı bir süreç izledik. CHP’nin bugün yaşadıklarının o dönem yürüttüğü politikalarının sebep olduğunu söylemenin bir anlamı yok.
Faşizmin inşasında etkilenen halklarsa bugün elbette bunu geride bırakarak en geniş anti-faşist blokun kurulması gerekmektedir. Bu blokta ezilen bütün toplumsal kesimlere yer verilmeli, “halk buna hazır değil” denerek, devrimciler tarafından dâhi, dışarda bırakılmaya en yatkın kesim olan LGBTİ+ların mücadeleleri göz ardı edilmemelidir. LGBTİ+lar da elbette bunun sorumluluğunu alacaktır. Burada kurulacak iradenin talebi ise her seferinde toplumu yılgınlığa sürükleyen, başarısız olmanın yıkımı olan erken seçim değil, toplumsal barış, özgürlük için kolektif mücadele olmalıdır.
Varoluşumuz nefret unsuru olarak kullanılıyor
LGBTİ+’ların yaşadığı sorunları ve LGBTİ+ mücadelesini Kürt sorunu ve yürütülen barış süreciyle nasıl ilişkilendiriyorsunuz?
LGBTİ+ varoluşlarımız özellikle Aile 10 yılının ilanın ardından bütün devlet kurumlarının, bakanlıkların, yandaş medyanın, eline mikrofonu alan herkesin hedef aldığı bir noktada. Varoluşumuz nefret unsuru olarak kullanılıyor; büyük aile platformu, bileşenleri ve çıktıları tarafından devamlı biçimde terörize ediliyor. Cis-heteroseksist patriyarka ve kapitalizm ortaklığında yürütülen nefret politikası atmosferi içerisinde LGBTİ+lar mücadelenin her alanında var olmaya devam ediyorlar.
Bu nefret politikalarının geçtiğimiz yıllardan farklı olarak söylemin ötesine geçtiği bir noktadayız. Mabel Matiz’e ceza istenmesi, cinsiyet uyum süreçlerinin giderek zorlaştırılması, varoluşlarımızın mecliste yasa tasarılarıyla, kanun önerileriyle hedef alındığını görüyoruz.
Bu sorunlar karşısında yalnızlaştırılsak da aslında Kürt halkıyla ve ezilen kesimlerin tümüyle ilişkilendirdiğimiz nokta burası. Yalnız değiliz. Tek mezhep, tek din, tek ırk, tek dil dayatması yapan erkek akıl tarafından farklı biçimlerde şiddetin hedefi oluyoruz. Bu sebeple ezilenlerin dayanışmasının önemini görüyor, herkes için onurlu bir barış istiyoruz.
LGBTİ+ Hareketi doğası gereği anti-militaristtir
LGBTİ+’ların barış sürecinde siyasi bir özne olarak yer alması sizce nasıl mümkün olabilir? LGBTİ+ hareketi bu sürece nasıl dâhil edilmeli?
LGBTİ+ hareketi kendiliğinden aslında barışın dahiliyetindedir. Doğası gereği anti-militaristtir. Ezilenlerin savaş ortamlarında daha çok ezildiği bir gerçek. Özellikle savaşın “erkeklikle” bağlantısı üzerinden LGBTİ+lar ve kadınlar savaşları en derinlerinde hissederler. Bu yüzden bizler barışın doğalından özneleriyiz. Suriye’de HTŞ iktidarında trans kadınlara yönelik işkence şiddetini arttırıyor. Filistin’de ise İsrailli askerler soykırımı aklamak için bir yandan gökkuşağı bayrağı açarken diğer yandan Filistinli lubunyaları ifşa etmekle tehdit ediyor ve işkence uyguluyor. Netanyahu’nun “tavuğun tavuk restoranı savunması” benzetmesinin aksine dünyanın her yerinde LGBTİ+lar Lubunyaların özgürlüğünü Filistin’in özgürlüğüne bağlayarak Filistin’den taraf olmuştur.
LGBTİ+ların barışta siyasi özne olması ise iki eksenlidir. Bir yandan her zaman konuştuğumuz barışın toplumsallaşması için LGBTİ+ hareketi barışı LGBTİ+lar ile tartıştırmalıdır. Diğer tarafta ise diğer siyasi özneler LGBTİ+ları geride bırakan bir barışın mümkün olmayacağının farkında olarak hareket etmelidirler.
LGBTİ+lar komisyonda ve barışın konuşulduğu her alanda söz kurmalı; aile yılı politikalarının kadınlara ve LGBTİ+lara yönelik savaş politikası olduğunun farkındalığıyla buradan geri adım attırılmalıdır.
Barışın tanımını yaparken sık sık “yalnızca silahların susması değil…” deriz. Buradaki üç nokta demokrasiyi, özgürlüğü, onurlu bir yaşamın tanımıdır. LGBTİ+lara dönük ilan edilmiş savaş üç noktadan sonrasını kapsar.
Barış; herkes için, bütün ezilen kesimler için onurlu bir yaşam düzlemine taşınmalıdır. LGBTİ+ların yaşama, barınma, eğitim, sağlık, hormona erişim ve daha birçok temel hakkının güvence altına alınması, barışın konusudur. İkili cinsiyet rejimiyle, cis-heteroseksist patriyarkayla mücadele barışın kalıcılığı için elzemdir.