14-16 Şubat günlerinde toplanan 61. Münih Güvenlik Konferansı (MSC), İkinci Dünya Savaşı sonrası “dünya düzeni”nin hala hükmünü koruyup korumadığına ilişkin tartışmayı büyük bir gürültüyle sonuçlandırdı.
NATO’nun eski genel sekreter yardımcısı Stefanie Babst, Times Radio’ya bağlanarak verdiği demeçte Trump’ın Avrupa’ya bağlanmak yerine ABD’nin “parya devlet” Rusya ve “savaş suçlusu” Putin’le hizalanmak için “taraf değiştirdiğini” söyledi. “Son 75 yıldır bildiğimiz Transatlantik ilişkilerine artık kesinlikle güvenemeyiz ve yeni bir şey yaratmalıyız […]” dedi. “Trump yönetiminin NATO’ya ve Transatlantik ittifakına daha fazla bağlı kalmaya hazır olduğunu sanmıyorum.”
Babst ve diğerlerinin bu sonuca bir anda varmadıkları, uzunca bir zamandır, -Bernie Sanders’ın deyimiyle- ABD’nin milyarder sınıfının ABD sağıyla birlikte Cumhuriyetçi Parti çevresinde kurduğu ittifakın ABD dış politikası üzerindeki etkilerini izlemekte olduklarına ve önceki Trump yönetimi dönemini akıllarında tuttuklarına kuşku yok. Ancak bardağı taşıran damla elbette ABD Dışişleri görevlileri Donald Trump’ın direktifleri üzerine, Avrupa ve Ukrayna’yı kenara iterek Rusya Federasyonu’ndaki mevkidaşlarıyla iki ülke heyetlerinin 18 Şubat’ta Riyad’da buluşmasına ilişkin son ayrıntıları değerlendirirken, Başkan Yardımcısı J. D. Vance’ın, 13 Şubat’ta Münih’te Avrupalı askeri ve siyasi liderlerin yüzüne karşı bir top atışıyla başlattığı konuşmasıydı.
J. D. Vance: “Rusya değil, Çin değil, içeriden gelen tehdit…
Vance, ABD ve Avrupa arasındaki “tarihsel ittifak”ın son bulduğunu, Washington’ın “liberal” Avrupa’nın karşısında ve eski kıtada hortlayan Hitler faşizminin “özgürlük” kavgasının yanında yer aldığını hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak açıklıkla dile getirdi: “Beni Avrupa’ya yönelik olarak en çok kaygılandıran tehdit Rusya değil. Çin değil, başka bir dış aktör de değil. Beni kaygılandıran içeriden gelen tehdit. Avrupa’nın Amerika Birleşik Devletleri’yle paylaştığı en temel değerlerden bazılarından geri çekilmesi.”
Vance “geri çekiliş” dediği şeyi örneklemek için dolaylı ya da dolaysız olarak ortaya attığı şeyler arasında Almanya’da anaakım partilerin protofaşist AfD’yle koalisyon kurmama mutabakatı, Avrupa’da kurumsal ve hukuksal düzlemde “nefret söylemi”ne, “kadın düşmanlığı”na, “kürtaj hakkının inkarı”na yönelik yaptırımlar, eski Doğu Avrupa ülkeleri başta olmak üzere genel seçimlere Rusya kaynaklı dijital müdahalelerin seçimlerin yenilenmesiyle sonuçlanması vb. vardı.
Vance, sözlerinin sonunda Avrupalılar’a “Şimdi Washington’da yeni bir şerif var” dedi. “‘Yük paylaşımı’ terimini duymazdan geliyorsunuz ama […] Amerika dünyanın büyük tehlike altındaki bölgelerine [Çin diye okuyun] odaklanırken Avrupalıların adım atmasının [NATO savunma harcamalarındaki paylarını artırmaları diye okuyun] ortak bir ittifak içinde birlikte olmanın önemli bir parçası olduğunu düşünüyoruz.”
ABD’nin NATO yükümlülüklerini yerine getirmesinin kendi öncelik ve değerlerinin paylaşılmasına bağlı olacağına dair bu dolambaçlı ifadenin muhataplarınca hemen anlaşıldığını, resmi ve gayri resmi tepkileri yansıtan haber başlıkları yeterince açıkça dışa vuruyordu:
” Eski NATO yetkilisi uyarıyor: ABD artık Avrupa’nın müttefiki değil.”
“Trump ve Vance eski düzeni yıktı – Avrupa’nın yanıtı ne olacak?”
“Meydan okuyan Ukraynalı komutanlar, ABD ve Rusya’nın ateşkes çağrılarına karşın ‘son asker ölünceye kadar savaşma’ya ant içti.”
“[Eski İngiltere Başbakanı] John Major, ABD’yi Putin’e ‘sarılmakla’ suçluyor ve J.D. Vance’in Münih konuşmasını baştan sona kınıyor.”
ABD’nin “Asya’ya dönüş”ü: Çin’e odaklanış
ABD dış politikasındaki “değişim” herhangi bir değişim olarak görülemez. Sürer ya da sürmez ama bu dünya düzeninin baştan sona değiştirilmesine yönelik olarak girişilmiş en önemli hücumdur. Karşılıksız kalmayacağını ve onu izleyecek mücadelelerin etkilerinin on yıllar boyu süreceğini söylemek kehanet sayılmaz.
Bu sonuca yol açan Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve İkinci Dünya Savaşı sonrası statükosunun iki kutuplu dengesinin ortadan kalkmasını takiben uluslararası askeri ve politik dengede göreli ağırlığı yükselen ABD dış politikasının Rusya’yla yakınlaşması, Avrupa ülkelerine yönelik düşmanlık jeopolitik, ideolojik ve stratejik etmenlerin bir arada işlediği bir yönelişin eseri.
Bu değişimin altında yatan birkaç temel dinamiğin başında küresel yeniden güç dizilişinde ABD’nin stratejik ilgisinin birincil olarak gitgide daha çok Çin’e odaklanması var. ABD’nin bu “Asya’ya dönüş”ü, Avrupa’yla, askeri taahhütler başta olmak üzere ilişkilerin zayıflatılması anlamına geliyor.
ABD’nin tercihi, zayıflamış ve parçalanmış bir Avrupa. Trump Amerikası, ekonomik ve askeri koşullarını dayatmasını kolaylaştırması açısından AB’nin ABD önceliklerine kafa tutma ya da bağımsız davranma kapasitesinin gerileyecek olmasını, güçlü bir Avrupa’ya tercih ediyor.
ABD, güçlü ve bağımsız bir Avrupa istemiyor
Geleneksel olarak küresel hegemonyasına meydan okuyabilecek herhangi bir gücün yükselişini engelleme eğilimindeki ABD için, savunmada artan bir özerkliğe yönelecek olan daha güçlü ve bağımsız bir Avrupa Birliği, Washington’ın nüfuzunu çelen bir dinamik olarak görünüyor. ABD’nin günümüzde, protofaşist, aşırı sağcı ve milliyetçi hareketleri desteklemesi de, AB içi bölünmeleri körükleyerek birliğin savunma, ticaret ve diplomaside tutarlı bir bütün halinde hareket etmesini güçleştirmekten medet ummasıyla ilgili. Bu bağlamda örneğin Birleşik Krallık’ın birlikten ayrılarak AB’nin ekonomik ve politik bütünlüğünü zayıflattığı Brexit Trump’ın ilk başkanlık döneminde ABD stratejisi açısından büyük bir kazanım olmuştu. Trump Haziran 2016’da henüz Başkanlık seçimlerini kazanmadan önce İngiltere’nin AB’den ayrılma referandum kararının ardından, “Bence bu harika bir şey… Temel olarak, ülkelerini geri aldılar. Bu iyi bir şey” demişti.
İkincisi, Trump Amerikasının bütün bu nedenlerle “Transatlantik” ittifakıyla önceki ABD hükümetlerine göre ideolojik olarak çok daha az bağlı olması. Kendisinden önceki Biden’ın aksine Trump yönetimini, geleneksel ittifaklar yerine pragmatik, kimi zaman anlık çıkarlar yönlendiriyor. Bu kapsamda tarafsız hatta “dost” Rusya’yı Çin’e karşı faydalı bir denge unsuru olarak gören Trump’ın Moskova’yla gerilimi azaltma çabalarında, Rusya’nın Çin’le ittifakının pekişmesini engelleme ihtiyacı baskın bir rol oynuyor. Bu kapsamda ABD seçkinleri arasında, Ukrayna’ya sürekli askeri desteğin olumsuz sonuçlar verdiğine, Ukrayna’yı kaybetme pahasına müzakerelere dayalı bir çözümün ABD çıkarlarına daha iyi hizmet edeceğine inananların etkisi çoğalırken Tulsi Gabbard gibiler yükseliyor ve kilit görevlere, ABD istihbaratının başına, getiriliyorlar.
Avrupa’daki protofaşist hareketlerinin ekonomik tercihleri ABD’ninkilerle örtüşüyor
ABD’nin Avrupa’daki aşırı sağcı, proto-faşist hareketlere verdiği destek ideolojik akrabalığın dışında birçok taktik ve stratejik amaca da hizmet ediyor. ABD’de olduğu gibi Avrupa’da da liberal demokratik kurumların zayıflatılmasına verilen destek AB yapılarını sarsıyor ve siyasal istikrarı bozuyor. Trump Amerikası’nın desteklediği Avrupa’daki protofaşist hareketlerin ekonomik politikaları mevcut ABD yönetiminin ekonomik tercihleriyle de uyumlu: Hepsi, düzenleme karşıtı, sermaye hakimiyeti önündeki tüm kısıtların kaldırılmasından yana ve küresel ısınmayla mücadele başta olmak üzere ekolojist önlemleri sonlandırmaya yönelik politikalara destek veriyor.
Aşırı sağ, göç tartışmaları, woke kültürle savaş ve içe kapanmacılığın teşviki üzerinden kutuplaşmayı kışkırtarak Avrupa halklarının dikkatlerini ekonomik eşitsizlikler ve neoliberal sömürüden uzaklaştırıyor.
Avrupa’nın militarizasyonu ve sanayisizleştirilmesi
Nihayet ABD, Avrupa “savunması”na doğrudan katılımını aşağı çekerken, Avrupa ülkelerini özellikle NATO aracılığıyla askeri harcamaları artırmaya zorluyor. Avrupa’nın stratejik özerkliğine imkân tanımayan bu militarizasyon dayatması, Avrupa savunmasının Amerikan teknolojisine, silah satışlarına ve stratejik karar alma süreçlerine bağımlı kalmasını da sağlıyor. Fransa ve Almanya’nın bağımsız bir Avrupa ordusuna yönelik ısrarları da ABD’nin Avrupa güvenliği üzerindeki kontrolünü tehdit ettiği için düşmanlıkla karşılanıyor.
Bunlara, ekonomik savaş yoluyla Avrupa sanayilerinin Amerika’ya taşınmalarını teşvik, Avrupa’nın Kuzey Akımı boru hattı sabotajıyla ucuz Rus gazı yerine pahalı sıvılaştırılmış ABD doğal gazına (LNG) dayanmaya zorlanması, siyasi istikrarsızlığın Avrupa’ya yabancı yatırımı engellemesi ve Avrupa ekonomilerini daha da zayıflatması eklenebilir.
Varufakis: “Avrupa’nın önünde Trump’ı alt etmek için bir imkan var ama yöneticiler bunu değerlendirmekten aciz”
Gidişatı yorumlayan İlerici Enternasyonalin kurucularından Yanis Varufakis Trump’ın gümrük tarifelerinin ABD’nin ticaret açığını ortadan kaldırmakla ilgisi olmadığını, örneğin BASF ve Volkswagen gibi Avrupa şirketlerini ABD’ye çekmek için bir pazarlık aracı olduğunu vurguladıktan sonra, Avrupa’nın önünde Trump’ı alt etmek için bir imkan olduğunu hatırlatıyor: “Ukrayna’nın kaynaklarını ABD’ye bağışlayan herhangi bir anlaşmayı reddederek Washington’ı zayıflatmak, bu arada Moskova’ya Avrupa’nın, Soğuk Savaş sırasında Avusturya’nınkine benzer bir rolde egemen bir Ukrayna’yı içeren yeni bir güvenlik mimarisine açık olduğunu işaret etmek.”
Varufakis “Bu, kasvetli bir krizi Avrupa’nın özgürleşmesi ve kendini yeniden canlandırması için bir fırsata dönüştürmekle eşdeğer olacaktır. Ne yazık ki, mevcut liderlerimizin bunu değerlendirebileceğini göremiyorum” diyor.
Önümüzde bilinmezlikler, belirsizlikler ve kaos belirtileriyle dolu yeni bir dönem açılırken, serinkanlı bir durum değerlendirmesi için ortak zeminler inşasına öncelik vermek, yeni dönem için yeni bir yolu oluşturmaksızın telaşlı hükümlerle çatışan taraflar arasında salınmaya karşı en akılcı önlem olarak gözüküyor.