Ana akım iktisat literatüründe ekonomik istikrar, “iç ve dış fiyatların aşırı bir biçimde dalgalanmaksızın (genellikle de yükselmeksizin) üretimde, milli gelirde ve istihdamda sürdürülebilir bir büyümenin olması hali” olarak tanımlanır.
Üretim, büyüme ve istihdama ilişkin verileri daha önceki yazılarımızda[1] açıklamış ve yorumlamıştık. İşin reel üretim boyutunda ciddi bir gerileme, hatta resesyon öncesi bir daralmanın yaşanmakta olduğu ve bunun orta vadede bir kriz durumunun göstergesi olduğunu vurgulamıştık.
Dış fiyatlar olarak kastettiğimiz dövizin kuru ise son iki çeyrekte hızla yükseldi ve örneğin 1 USD= 2.15 – 2.20 Lira bandında tutundu. Bunun bir denge olduğu ileri sürülebilirse de, neden olduğu enflasyonist baskılar ve borç yükümlülüklerini artırması döviz kurunun bu haliyle finansal bir krizin tetikleyicisi olmasını kolaylaştırıyor.
Gelelim iç fiyatlardaki duruma. TÜİK bugün enflasyon rakamlarını açıkladı. Buna göre, 2014 yılı Ağustos ayı tüketici fiyatları, Temmuz ayına göre yaklaşık yüzde 1 puan arttı. Ancak geçen yılın Ağustos ayına göre fiyat artışı yüzde 9,54 oldu. Bu arada üretici fiyatlarındaki yıllık artış yüzde 9,88 oldu. Tüketici fiyatlarının önümüzdeki aylardaki gelişiminde bu oranların etkisi, yükseltici yönde olacaktır.
Burjuva iktisadı ve onu esas alan TV iktisatçıları ya da iktisat yorumcuları fiyat hareketleri ile ilgili değerlendirmelerini onun ekonomik istikrar ve optimal kaynak tahsisi üzerindeki etkileri ile sınırlandırırlar. Oysaki emekçilerin ve genel olarak halkın iyilik durumunun asıl göstergesi enflasyondan ziyade hayat pahalılığıdır. Fiyat artışları hayat pahalılığı ile ilgili iki temel değişkenden sadece biridir. Yani mal ve hizmet fiyatlarındaki değişmeler kadar, hatta ondan daha önemli olarak, emekçilerin ücret, maaş ve gelirlerindeki değişmeler hayatın onlar açısından ne kadar pahalı ya da ucuz olduğunun bir göstergesidir. İşçi ücretleri ve maaşların resmi enflasyon oranlarının yarısı kadar artırıldığını biliyoruz.
Resmi enflasyon verileri bu anlamda halkın refahının gerçek durumunu tam olarak yansıtmıyor, zira hesaplanma şekli nedeniyle halkın fiyat artışları karşısında ne denli ezildiği gerçeğinin üstünü örtüyor. Nitekim detaylara bakıldığında enflasyon sepetinde yer alan 432 maddeden 255 maddenin ortalama fiyatlarında artış olduğu görülüyor. Ancak burada bir başka detay daha var ki asıl etki burada ortaya çıkıyor. Bu dönemde gıda ve alkolsüz içki fiyatları yüzde 14,44 artmış durumda. Gıda harcamalarının emekçilerin aylık bütçeleri içindeki payı ise en az yüzde 20. Sağlık, eğitim ve ulaşım masraflarının her biri ise yüzde 10’a yakın bir artış gösteriyor. Enerji ve konut (kira) gibi harcamaları da bunlara dâhil ettiğimizde bu beş-altı kalem aslında emekçilerin bütçesinin yüzde 80’inden fazlasını götürüyor. Görüldüğü gibi yüzlerce ilgisiz kalemden oluşan sepetteki ortalama fiyat değişiminden ziyade emekçilerin en çok muhatap oldukları kalemlerdeki fiyat artışlarına ve onların ücretlerindeki değişime bakmak yeterlidir.
Merkez Bankası ve Hükümetin uyguladığı yüksek faiz ve kredileri kısma politikalarına rağmen enflasyonun artması ve geçen yıl ile kıyaslandığında Temmuz ayından itibaren aradaki farkın giderek açılmasının nedenleri Başbakan yardımcısı Babacan’ın ileri sürdüğü gibi tek başına kuraklık ve don olayları ile açıklanabilir mi? Hayır. Bu gelişmelerin daha derin ve sistematik, yapısal nedenleri var.
Bunlardan biri Hükümetin son 10 yıldır izlemiş olduğu inşaata dayalı birikim stratejisinin hem sanayi hem da tarımda üretimi hızla geriletmesi. Özellikle son yıllarda, ülkenin her yanını AVM ve plaza inşaatları, TOKİ konutları, cami inşaatları, duble yollar ve HES inşaatları kaplarken, yeni bir tek fabrikanın yapıldığına tanık olmadık. Böyle bir strateji sonrasında kaçınılmaz olarak tarım ve sanayi alanlarında üretim yetersizliği ortaya çıktı. Buna karşılık hızlı finansallaşmaya bağlı olarak tüketici kredilerindeki artış ile şişirilen talep yeterince karşılanamaz oldu. Son dönemlerde yükselen döviz kuru nedeniyle de ithalat kısılınca böyle bir arz-talep dengesizliği fiyatların yükselmesine neden oldu.
İkinci neden Türkiye ekonomisinin giderek artan tekelleşme eğilimi. Bu son yıllarda tarımsal üretimin ve dağıtımın giderek çok uluslu gıda şirketlerine teslim edilmesiyle gerçekleşti. Bu şirketler fiyatları istediği düzeylerde belirleyebiliyorlar. Üçüncüsü döviz kurundaki yükseliş ve son olarak devletin KDV ve ÖTV gibi vergileri yüksek tutması ve yaygın olarak kullanması fiyat artışlarının nedenini oluşturuyor.
Daha önceki yazılarımızda son on yıldır izlenmekte olan büyüme stratejisinin temelini yabancı kaynağa bağlı inşaat sektöründe gerçekleşen alt yapı ve üst yapı inşaatları olduğunu ileri sürmüştük. Nitekim hali hazırda toplamda milli gelirin yüzde 20- 21’ ini bulan toplam yatırımların yüzde 45’i inşaat sektörüne gidiyor. Para dönüşünün sınai yatırımlara göre iki-üç kat daha hızlı olduğu ve imar değişiklikleri ile ilave rant gelirlerinin sağlandığı bu tür yatırımların büyümeye katkısı ise yüzde 5’in altında (sanayininki bunun yaklaşık üç katı). Bu sektörde yaratılan servet çok daha hızlı ve fazla ama istihdam geçici ve niteliksiz, gelir etkisi ise çok zayıf. Bu sektör kuşkusuz diğer sektörlere göre yolsuzluklara çok daha açık. Buna en son yolsuzluk tapelerinde de tanık olduk.
62. Davutoğlu Hükümeti’nin açıkladığı programda üstü örtülü de olsa ekonomik istikrarsızlık riskinden söz ediliyor ve bazı makro ekonomik tedbirlerin alınması hedefleniyor. Ancak programda, yer yer daha fazla üretim, ar-ge, rekabetçi piyasalar sözleri edilse de son on yıldır izlenmekte olan stratejiye esas olarak sadık kalınacağı anlaşılıyor. Öyle ki 2014-2018 döneminde kamu yatırımlarının 350 milyar doları aşacağı, büyük projelerin tamamlanacağı ve yeni projelere başlanacağı ileri sürülüyor. Yürütülmekte olan kentsel dönüşüm çalışmalarının yanı sıra, toplu konut uygulamalarımızın kapsamını genişletileceği. TOKİ’nin öncelikle nüfus artışının hızlı ve konut fiyatlarının yüksek olduğu şehirlerde ve alt ve orta gelir grubunun temel konut ihtiyacına yoğunlaşmasını temin edeceği ve kalkınmada öncelikli bölgelerde sosyal konut üretimine ağırlık verileceği ve kentsel dönüşüm kapsamında 6,5 milyon birim konutun 2023 yılına kadar dönüştürülmesi hedefi doğrultusunda çalışmalara devam edileceği açıklanıyor. HES yapımlarının kararlılıkla sürdürüleceği ve kamu-özel ortaklığı modelinin yaygınlaştırılarak özellikle sağlık alanında büyük projelerin hayata geçirileceği anlaşılıyor.
Özcesi, şu ana kadar uygulanmış olan birikim stratejisinin bundan sonra da sürdürüleceği görülüyor. Bu da Türkiye ekonomisinin yine başta konut ve inşaat balonları ve finansallaşma ile krizlere gebe halinin süreceğini ortaya koyuyor.
Yalnız burada küçük bir sorunumuz var. Türkiye şu ana kadar yatırımlarının yüzde 40’ını kısa vadeli yabancı kaynak ile finanse eden bir ülke oldu. Son döneme kadar büyük kısmı sıcak para olmak üzere yılda ekonomiye giren yabancı kaynak miktarı yılda ortalama 50 milyar doları aştı. Bunu da uyguladığı yüksek faiz, düşük döviz kuru, göreli ekonomik ve siyasal istikrar gibi faktörlerle sağladı. Bugünlerde bu durum değişiyor ve yabancı kaynaklar başta ABD olmak üzere, faiz oranlarını yükseltmeye başlayan güvenli limanlarına dönüyor[2].
Enflasyonun çift haneli rakamlara dayandığı, dövizin neredeyse tavan yaptığı, reel üretim artışının neredeyse hiç olmadığı, işsizliğin gerçekte yüzde 16’yı aştığı bir ülkede bir dönemin sihirli sözcüğü olan “ekonomik istikrar” anlamını yitiriyor. Bunun ekonomik olduğu kadar siyasal sonuçları da olacaktır. Bu nedenle de Türkiye de emek ve demokrasi güçleri yeni dönemdeki bu gelişmeler karşısında daha örgütlü ve hazır olmalı ve bu durumu mücadelenin yükseltilmesinde bir fırsat olarak değerlendirmelidir.
[1] Mustafa Durmuş, “Büyüme: Asıl soruyu sormak”, http://siyasihaber.org, 15 Haziran 2014; Mustafa Durmuş, “İstihdam ama nasıl?”, http://siyasihaber.org, 20 Haziran 2014.
[2] Bu konuda üç parça halinde yayımlanan şu makalemin okunmasını öneririm: “Kapitalist krizde son durum (1-3)”, http://siyasihaber.org.