Başlık, Pir Sultan’ın dizesinden. Elin taşı ağrıtmaz ama dostun gülü yaralar diyordu ta yüzyıllar öncesinden. Büyük Pir’in sözü halen güncel. İmralı ziyareti öncesi ve sonrası ortaya çıkan tabloya da çok uygun. Şöyle başlayalım: Ekim ayından bu yana başlayan ve halen devam eden Kürt meselesinin çözüm tartışmaları birçok çevrede büyük tartışmaya ve meraka konu olmuş durumda. Meselenin asıl odak noktasında yer alan Kürtlerde ise merakın yanında büyük bir umut ve tabii ki endişe hâkim. Endişenin nedenini aktarmaya şimdilik gerek yok. Ama umudu biraz tariflemek gerekir.
Cumhuriyet sürecinin başından itibaren başlayan “tanınma” istemi yüz yıldır kabul görmüş bir talep değil. Tarihsel süreç içerisinde değişen farklı beklentiler ve talepler olsa da Kürt siyasal hareketlerinin hepsi -isyan hareketleri de dahil- esas olarak resmen tanınma talebindeydiler. Ortada onlarca tahrif ve çarpıtmaya dayalı aleyhte “delil” yaratma girişimleri olsa da Kürt tarafının talepleri kimlik ve kültürlerinin tanınmasıydı. Ulus devletlerin henüz ortaya çıktığı dönemde bile Kürtlerin eşit yurttaşlık talepleri kabul edilseydi bu kadar kan, gözyaşı ve büyük yıkımlara gerek kalmazdı. Bunu, sürecin esas özneleri olarak Kürtler sezgisel ya da deneyim düzeyinde bilir, hisseder. Bununla birlikte Kürt cenahındaki bu netlik ve makul talepler halen güncel. Kürt siyaseti, halkların adeta mezarlığı rolünü üstlenmiş bir ulus devlet modelini değil, insanlığın tarihsel-toplumsal gelişimine ve dünyadaki tüm ulus devletlerinde bile heterojen olan yapıya uygun olan Demokratik Ulus Paradigması’nı benimsemektedir.
Tekliğin değil çoğulculuğun, sermayenin değil adil-eşit paylaşımın ve tüm egemen-sömürü sistemlerinin reddi üzerine bir yaşam modelini hedefler. İnsani, çağcıl ve esasında enternasyonal olan bu istenç ve talepler sadece Kürtlerin değil; tüm coğrafya halklarının sorunlarına çözüm üretecek ve toplumsal mücadele tarihine yeni ufuklar açacak nitelikte önermeler içeriyor. Bu perspektif aynı zamanda inkârcı ve tekçi ulus devlet aklının, halkların sorunlarını çözme konusunda yeni olanak ve imkanlar sunmaktadır. Umudun birinci nedeni budur.
Tekçi ve inkârcı ulus devlet aklı ise bu sade hakikati ve makul talepleri görmek yerine, inkâr politikalarını haklı kılmak için kırk dereden su taşıyıp durur. Günümüzde bu su artık bir ateşe dönmüş durumda. O kadar “masraflı” ve yakıcı bir su ki egemenin kendisi de inkâr ettikleri kadar biçare duruma düşmüş vaziyette. Yüz yıl önce uydurulmuş tüm “paradigmasal doğrular” çağın ve konjonktürün duvarlarına çarpmakta ve inkârcı ulus devlet sınırlarını adeta ateşten bir çembere çevirmektedir. Bu realite yeni paradigma arayışlarını da zorunlu kılıyor. Kürtlerin umutlu olmalarının ikinci nedeni bu yeni durumdur.
Kürtleri umutlu kılan üçüncü bir neden de yüz yıl öncesinden farklı olarak dostlarının oluşudur. Birlikte omuz omuza mücadele edilen devrimci bir dostluktur bu. Kürt sorununun kazandığı enternasyonal boyut genişledikçe tersinden enternasyonal devrimci dostluk da güçlenmiştir. Ve bugün dünyanın ve coğrafyamızın her yerinde dost ittifaklar var ve Kürtler bu dostlarıyla kader birliği yapmış vaziyette. Zaman zaman bir taraftan ilkel milliyetçi ve öte taraftan ulusalcı-şoven kodlar zuhur etse de Demokratik Ulus Paradigması’na “iman” etmiş olanlar bu birliği sonuna kadar büyütmenin kararlılığında. İşte bu iki güç, yani dostluk ve ortak mücadele inancı umudun gerekçesini daha da kuvvetli hale getiriyor.
Kürtlerin endişelerini şimdilik açmayalım demiştik… Bu dönem de tanınma talepleri gerçekleşmezse yine acı ve elbette direniş sürecine devam edecekler. Adeta bir “kader” gibi ve tanrısal bir emre uyar gibi eşit-adil bir dünya ve yaşam mücadelesine devam edecekler. Bundan hiç kimse kuşkulu değil kanımca. Çünkü tüm tarihsel serencam bunun kanıtlarıyla dolu. Bu uğurda verilen mücadele, dünya tarihine geçen destansı direnişlerin motifleriyle coğrafyamızın her karışında mevcut. Ve bu tarih o kadar canlı ki tıpkı dün kadar taze, an kadar yakın. Durum, tüm çıplaklığıyla ortada olduğu için Kürtler umudu büyütmenin heyecanını yaşıyor. Öyle bir heyecan ki Kürdü iliklerine kadar titretiyor. Öyle bir düş ki zemheri ayazda bile sıcak vahaların esintilerine gark ediyor. İşkence tezgahlarını bile unutturuyor. İşte bu nedenle “barış” sözcüğüne de, Barışın Sözcüsü’ne de sonsuz güveniyor.
Velhasıl, barışı arzu eden Kürtler bencillik yapmıyor. Bu onlar için onurlu yaşamanın, kimlikleri ve özbenlikleriyle var olmanın istenci. Aynı zamanda insan olmanın da gereği. Mücadelenin başarıyla sonuçlanması sadece Kürtleri değil, dostlarını da gönendirecek. Barış olanağı; emeğin mücadelesinin büyümesi, ortak yurdumuzun ve belki de bölgemizin savaşın ağır ekolojik tahribatından kurtulması için de yeni bir olanak yaratabilecek. Bu yıkım sürecinin en ağır sonuçlarını yaşayan kadınlar, çocuklar ve gençlerin rahat bir nefes almasının yolu daha güçlü açılabilecek.
Peki, Kürtlerin dostları neden kaygılı? Bu süreci en “ihtiyatlı” karşılayanlar onlar. İhtiyatlarını da daha çok kapalı kapılar ardında ve fısıltıyla ifade ediyorlar. Dostlarını kırmak istemediklerinden bu yöntemi seçiyor olabilirler belki ama emin olalım ki bunun kendisi Kürtler açısından oldukça kırıcı yaşanıyor. Nedeni ise duygularının bir kısmı “ihtiyat” ile izah edilse de bunun Kürtler tarafından kendilerine duyulan “güvensizlik” tedbiri olarak hissedilmesidir. İşte tam da kırıcı, incitici ve dahi haksız olan, bu duygu halidir, duygu dünyalarının rasyonel olmayan uyumsuzluğudur. Zira, tarihsel-politik deneyimler boyunca buna neden olacak hiçbir gerekçe yoktur. Elli yıllık özgürlük mücadelesinde ve deneyiminde dostluğa halel getirmeye örnek teşkil edecek bir pratik bulunmuyor.
Tersine dostun her acısını ve sevincini ortak acı ve sevinç kabul eden bir dayanışma, kültür ve mücadele deneyimi inşa edildi.
Ezcümle, Kürtlerin en temel derdi kimliklerinin hala inkâr ediliyor olması. Bununla birlikte sınıfsal konumları da mücadelelerinin diğer yakası. Çizgisini “demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü paradigma” olarak tariflemesinin nedeni tam da budur. Kürtlerin ve Türkiye emekçi sınıfının kurtuluş perspektifi yine tam da bu nedenle birlikte yazıldı. Tüm bu gerekçelerle; yaşanan güncel gelişmeler, tabii ki sadece Kürtleri değil, dostlarını da ilgilendirmekte. Çünkü kurdukları mücadele hattı yekpare değil; emeğin, kadının, gencin, ekolojistin, inançları inkâr ve kırım tehdidi altında olan başta Aleviler olmak üzere, baskı altında tutulan her inancın ortak mücadelesi olmuş durumda. Hiç kimse ama hiç kimse bu büyük ve benzersiz ortak mücadele çizgisine halel geleceğini düşünmemeli. Kendini “çağın bütün zorbalarına karşı çıkmış çağdaş Promete” olarak tarifleyen bu hattın öncüsünü de dar bir yapının pragmatik öncüsü olarak değerlendirmemeli. Bu dar ve kinik tutum aşılırsa meselenin tartışma biçimi de sadeleşmiş olacaktır.
Yazının başlığına dönecek olursak; değerlendirmenin muhatabı devrimci dostlar, ortak mücadele yoldaşlarıdır. Zira sureti dosttan görünüp her daim egemenin aparatı olanlara “laf” harcamak beyhude. Yazımızın konusu da değiller zaten. Yaralayacak olan gül ise güvensizlik ihtiva eden değerlendirmelerin kendisidir. Yoksa dostun acısı ortak acı olduğu kadar, gerçekliğe dair taşı da ortak taştır. Bu acıtabilir, ama incitmez, büyütür. O nedenle dostun samimi sözüne, değerlendirmesine halkımızın kadim deyişiyle; ser seran û ser çavan.