MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 4 Kasım günü partisinin grup toplantısının çıkışında gazetecilerin sorularını yanıtlarken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş hakkında verdiği ihlal kararının kesinleşmesine ilişkin olarak, “Hukuki yollar sonuca ulaşmıştır. Tahliyesi Türkiye için hayırlı olacaktır” yönünde açıklama yapmış ve bu açıklama Demirtaş’ın tahliyesi için iyimser bir hava yaratmıştı. Bu iyimser hava yerini şimdilik ihtiyatlı bir kötümserliğe bıraktığı görünüyor.
AİHM, 8 Temmuz 2025 tarihli kararında, Kobani davası nedeniyle tutuklu Demirtaş’ın, “tutukluluğunun hukuki dayanaktan yoksun olduğu ve makul bir suç şüphesi ile desteklenmediği”, “fiilen bir cezaya dönüştüğü” ve “yargısal denetimin etkisiz kaldığı” gerekçeleriyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 5. Maddesinde düzenlenen “kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının” ihlal edildiğine karar vermişti.
AİHM bununla da yetinmemiş, nadiren ihlal kararı verdiği sözleşmenin 18. Maddesinin de ihlal edildiğine karar vermişti. Sözleşmenin 18. Maddesi, “hak ve özgürlüklere getirilmesine izin verilen kısıtlamaların öngörüldükleri amaç dışında uygulanamayacağı” hükmünü düzenlemektedir.
AİHM, sözleşmenin 5. Maddesi ile 18. Maddesini birlikte değerlendirerek, Demirtaş’ın tutukluluğunun hukuki değil esasen siyasi saiklerle olduğuna, biçimde hukukilik taşıyor görünse de tutukluluğun “siyasi çoğulculuğu bastırmak” amacını taşıdığına ve bu durumun sistematik siyasi bir tasarruf haline geldiğine vurgu yapmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti, AİHM’nin 8 Temmuz tarihli bu kararına, itirazın son günü olan 7 Ekim günü itiraz etmiş ve kararın Büyük Daire tarafından incelenmesi talebinde bulunmuştu. AİHM Büyük Dairesi, 3 Kasım tarihli kararı ile bu itirazın reddedildiği açıkladı. Bu açıklama ile Demirtaş hakkında verilen ihlal kararı da kesinleşmiş olmaktadır.
***
Bir hukuk devletinde yaşıyor olsaydık Demirtaş’ın aynı gün tahliyesine karar verilmesi gerekirdi. Her şeyden önce, Anayasa’nın 90. Maddesinin amir hükmü bunu gerektirmektedir.
Anayasanın 90. Maddesine göre; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir… Temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.”
Anayasa’nın 90. Maddesi tarafından çizilen bu çerçeve tartışmaya yer bırakmayacak kadar nettir; usulüne göre onaylanmış temel haklara ilişkin uluslararası anlaşmalar iç hukukun bir parçasıdır ve kanunlarla çatışmaları halinde üstün tutulurlar.
Türkiye Cumhuriyeti AİHS’ne taraftır ve AİHM kararlarını uygulama yükümlülüğünü üstlenmiştir. Bu çerçevede AİHM’nin bağlayıcı kararlarını uygulamak, AİHM’ne ve kararlarına dair eleştirilerden ayrı olarak söylersek, hem uluslararası ve hem de iç hukukun gereğidir. Karar uygulama mercii tarafından yanlış bulunsa dahi bu böyledir.
***
Demirtaş’ın avukatları, AİHM kararının kesinleşmesinin ardından, dosyanın halen inceleme aşamasında olduğu Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 22. Ceza Dairesine başvuru yaparak tahliye talebinde bulundular.
İlgili İstinaf Dairesi bu başvuru üzerine, hatta başvuruyu dahi beklemeksizin, kesinleşen AİHM kararının gereğini yerine getirmeli ve Demirtaş’ın (ve bu davadan tutuklu diğer siyasetçilerin) hemen tahliyesine karar vermeliydi.
Mahkeme yalnızca tahliye kararı vermekle de yetinmeyerek, dosyayı esastan incelemeye alabilir ve AİHM’nin bu kararı doğrultusunda, tahliye ile birlikte ve bozma ya da ceza kararının ortadan kaldırılması kararı da verebilir/di. Ancak Demirtaş’ın derhal tahliyesine karar vermek her halükârda hukuki bir zorunluluktu/r.
Ama öyle olmadı.
***
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 5 Kasım günü AKP grup toplantısı sonrası gazetecilerin sorularını cevaplarken, Demirtaş’la ilgili olarak, “Bu ülke yargı ülkesidir. Yargı bu konuda ne derse ona her zaman uyarız” açıklamasında bulundu.
Erdoğan’ın hukuka değil yargıya vurgu yapması bir dil sürçmesi değil elbette. “Yargı ne derse ona uyarız” açıklaması yapan Erdoğan’ın, yargının “kimin dediğine uyduğunu” bildiğimizi bildiğini biliyoruz. Aksi hayalperestlik olurdu.
Ama Erdoğan bu açıklaması ile ülkenin bir hukuk devleti olmadığının altını bir kez daha çizmekle kalmadı yalnızca, dost ve düşman görsün ve bilsin diye adeta gözümüzün de içine soktu. Adım adım inşa edilmeye çalışılan rejimin doğası bunu gerektiriyor zira.
Erdoğan’ın, “ne derse ona her zaman uyarız” dediği yargı kararı, yargının her kararı değil elbette bu arada. Erdoğan, Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımadığını pek çok kez ifade etmiş, AİHM’nin, yine Demirtaş hakkında 2020 yılında verdiği ihlal kararı üzerine, “AİHM kararları bizi bağlamaz. Karşı hamlemizi yapar, işi bitiririz” demişti.
Türkiye o dönem karşı hamlesini yaptı, işi bitirdi! Demirtaş hakkında aynı olaylar, 2014 yılı Kobani protestoları, gerekçe gösterilerek yeni soruşturmalar açıldı ve tutuklama kararları verilerek AİHM kararı fiilen etkisiz bırakıldı.
AİHM, 2025 tarihli son kararında bu durumu da “siyasi manipülasyon” olarak tanımlamakta ve ihlal kararının ardından yaşanan ikinci tutuklamanın da hukuki bir gerekçesinin bulunmadığına vurgu yapmaktadır.
***
Yargılama hukukunun temel ilkelerinden birisi, herkesçe bilinenin ispatının gerekmediğidir. Güneş her sabah doğudan doğar, her akşam batıdan batar, iki kere iki dört eder…
Hal böyle olunca, “Demirtaş hakkında ihlal kararı verilen 3 Kasım gününden bugüne yargı neyi beklemektedir?” sorusunun yanıtı herkesin malumudur ve ispatı gerekmez: Godot’yu bekler gibi Saray’dan gelecek işareti beklemektedir.
İnşa edilmeye çalışılan faşist rejimde bir yargı kararı yalnızca bir yargı kararı değildir, siyasal/toplumsal mühendisliğin bir parçası/sonucu ve, Prusyalı General Carl von Clausewitz’in “savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır” sözüne nazireyle, “siyasetin başka araçlarla devamıdır” da.
Yargı bu nedenledir ki, AİHM’ni kararını uygulamak için Saray’ı beklemektedir, peki ama Saray neyi beklemektedir?
Bunu bilebilmek tam olarak mümkün değil. Ama Anayasa değişikliği ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik muhtemel pazarlıklar, ittifak içindeki farklı sesler, çatışmalar, dengeler, tahliyenin muhtemel siyasal/toplumsal sonuçları, “sürece” dair karşılıklı irade çatışması, Demirtaş’ın tahliyesi yönündeki beklentilere, siyasal/toplumsal baskılara Erdoğan’ın direnip direnemeyeceği vb. ilk akla gelenler arasındadır, bunlara eklemeler ve çıkarmalar yapılabilir…
Dolayısıyla ve bu nedenle, Demirtaş’ın tahliyesine ilişkin olarak söylenebilecek her söz havada asılı kalacak, papatya falına bakmak gibi olacaktır.
***
Tam bu noktada, pek konuşulmayan, İsviçre’de yaşıyor olsaydık örneğin aklımıza bile belki hiç gelmeyecek konu ve soru şudur: Bu gerçeği biliyor olmamız, gözümüzün ve kulağımızın hukuka/yargıya değil de siyasete/siyasetçilere dönük ve açık olmasını mı gerektirmektedir?
Günün sonunda Demirtaş tahliye olacaksa ve bu kararın hukuki değil siyasi bir karar olacağına dair bir şüphe duyamayacağımıza göre, sorunun ilk elden yanıtı “evet” olacaktır.
Ama bunu zaten biliyor ve kabul ediyor, Erdoğan’ın yargıya bu yönde bir işaret vermesini ya da Bahçeli’nin, bir hukuk devletinde haber değeri dahi olmaması gereken açıklamaları doğrultusunda yargının karar vermesini bekliyorsak, siyasal iktidarın hep yapageldiği üzere, siyaseti, bu ve benzeri meseleler özelinde yargı dolayımıyla sürdürmeye ve bu nedenle de, ülkede bir yargı varmış algısını ve yanılsamasını kendi durduğumuz yerden beslemeye, ‘oyunun’ bir parçası olmaya devam etmeli miyiz?
Soruyu şöyle de sorabiliriz; Bahçeli’nin, Demirtaş’ın tahliyesine yönelik ve “hukuki yollar sonuca ulaşmıştır” yönündeki açıklamasının yarattığı beklenti, aynı zamanda hukuka dönüşün yolunu açmaya dönük bir adım umudunu ve bir illüzyonu da beslemiyor mu?
Nasıl ki Demirtaş’ın tahliye edilmesi hukuki değil siyasal bir kararla olacaksa, tahliye edilmesi nedeniyle hukukun gereği yerine getirilmiş ve hukukun yolu da açılmış olmayacaktır.
Dolayısıyla, sorunun cevabı da açık; Bahçeli’nin, ya da bir süre sonra belki Erdoğan’ın, Demirtaş’ın tahliyesine ve hukuka yönelik açıklaması, her türlü sonucundan bağımsız olarak, hukukun gereğinin yerine getirilmesine yönelik bir sürecin, bir adımın işareti olarak okunamaz. Bahçeli’nin açıklaması, açıklamayı ve ardındaki siyaseti önemsizleştirmek ya da eleştirmek için değil ama, bugünün siyaseti bizatihi böyle gerektirdiği içindir. Bunun ötesinde ve dışında başkaca farklı bir anlam ve misyon yüklememek gerekir.
