CHP 1946’dan beri huzur bulamamış şizofrenik bir partidir. Bu tarihte demokrasi ve sosyalizmin kazandığı zaferin zorlaması sonucu çoğulculuğu benimserken, tek parti ideolojisine temellik eden hemen hiçbir şeyi değiştirmeden ilerlemeye çalıştı ve hep kaybeden oldu; nihayetinde iktidara ulaşmak ancak bir darbeyle mümkün olabildi.
Tam bu dönemde Türkiye toplumunda parlamaya başlayan sınıfsal muhalefeti asimile edebilmek ve “yanlış kanallara akmasını engelleyebilmek için” İ. İnönü ortanın solunda olduklarını ilan etti. Özünde, Türk burjuvazisinin en sağ partisi solcu olduğunu ilan etmişti. Bu da onun huzurunu bir kez daha bozdu. 12 Mart darbesinin yarattığı sınıfsal tepkileri bünyesinde eritmek isteyen Ecevit hareketi ortanın solunu biraz daha dünya sosyal demokrasisine yaklaştırmayı denedi ve bu ona bir yandan kitle desteği sağlarken, bir yandan da iç çelişkilerinin azmasına mal oldu. Geleneksel totaliter modernleşmeci tarih ile sosyal demokrasi birbirine madde – antimadde çarpışması etkisi yaptı ve CHP şizofrenik bir biçimde kendini oluşturan parçalara ayrılmaya başladı. Ecevit, sosyal demokrasiden vazgeçerek varoluşunu CHP’nin dışında aradı. 90’lı yıllara gelindiğinde CHP yeniden Baykal önderliğinde hem sosyal demokrat hem totaliter oldu!
Bir parti hem en sağ hem de sosyal demokrat olmaya kalkıştığında bundan Bismarkçı (Bonapartist) bir iç doku ürüyor. Yaşanan tarihsel deneylerden sonra bu iç dokunun bir önfaşizm (protofaşizm) olduğunu ve işlendiğinde de (ki, bu günler böyle bir işlem için uygun da görünmektedir) bilinen anlamda faşizme döneceğini söylemek abartma olmaz. Bir yandan otoriterizmi, diğer yandan demokrasiyi savunmaya kalkışan bir partinin adım atamaz hale gelişi, bir kadro değişikliğiyle aşılabilir sanıldı. Hem Kürt hem Kızılbaş olan Kılıçdaroğlu partinin başına getirildi. Görünüş müthiş bir değişim vaad ederken, totalitarizm Kılıçdaroğlu’nu tam da bu iki özelliğiyle esir aldı. Artık Kürtlüğünden ve Kızılbaşlığından bahsettiği anda hemen bölücü olacağını iyi bildiği için bunları sadece bir örtü olarak kullanarak partide totalitarizmle, ona karşı demokrasiye yönelik eğilimi bir arada tutma manevralarıyla siyaset yapar hale geldi. Artık Kılıçdaroğlu’nun politika adına yaptığı her şey bu iki kanadın kopuşmasını engellemeye yönelik manevralar haline geldi ve bu da Erdoğan’a akıl almaz bir manevra alanı ve politik hegemonya yaratıyor. CHP’nin totaliter geçmişiyle yüzleşemeyişi, AKP’nin muhalefetin rolünü de çalmasını ve kendisinin sürekliliğini sağlıyor.
12 Eylül’le toplumu tam bir cendereye kıstıran neoliberalizme olan tepkiler, demokrasi ve çoğulculuk gibi değerlerin yükselmesine yol açmışken, cumhuriyet ve laiklik diyerek totalitarizmi, seçkinciliği savunabilmek mümkün değildir. CHP tarihini kökten bir eleştiriye tabi tutmadan, yığınları çağdaş değerlere çağırma şansına sahip olamaz. Bu mümkün değil midir? Mümkündür elbette. Nasıl ki komünist partilerin bir kısmı geçen yüzyılın başında bir ölüm saltosu atarak burjuva partileri haline gelebilmişlerse, CHP de boynu altında kalmamak koşuluyla buna benzer bir parende atabilir, ama Kılıçdaroğlu böyle bir şeyi yapamayacağını çoktan gösterdi. Tam tersi, hükümetin Öcalan’la görüşmeleri sürdüren MİT için MGK’den izin alıp almadığını, almadıysa bunun suç oluşturduğunu beyan ederek ortaya koydu. Bu, Ergenekon’un avukatlığı kadar ağır bir militarizm göstergesi oluşturur.
Bu, partinin içinde barındırdığı çelişkiler onu hareket etmekten alıkoymakta, MHP seçeneğinin insanlara daha makul görünmesine yol açmaktadır. Totalitarizm yerine, sosyal demokrasiyi seçmesi, tarihiyle yüzleşirken yönünü işçi sınıfına çevirmesi ve ancak bölünmesiyle mümkün olabilir. Dünyada işçi sınıfıyla bu kadar alakasız olup da, sosyal demokrat olduğunu söyleyen CHP’den başka bir parti olmadığı için de, başı ikide bir Sosyalist Enternasyonal’le derde girmektedir.
CHP’nin önündeki iki imkandan biri tarihini eleştirmek ise, diğeri de sol lafını bir kenara bırakıp tarihini güncellemek ve MHP ile birleşmenin imkanını yaratmaktır. Bu onlara yeni bir iktidar imkanı bile yaratabilir! Barış konusunda Kılıçdaroğlu’nun aldığı tutum onu Bahçeli’nin yanına oldukça yaklaştırmıştır. Kılıçdaroğlu bu birleşme için uygun kimse olmasa da CHP içerisinde Kürt milliyeti ile Türk milletinin eşit olamayacağını “bilimsel” olarak anlatabilen Bihlun Tamaylıgil gibi, köprü görevi üstlenebilecek sosyal faşistler mevcuttur. Bunu yaptıkları takdirde kendi içlerinde belki huzura kavuşurken, bölünüp gerçekten sosyal demokrat bir partinin ortaya çıkmasına da vesile olmuş olurlar.
Ulusalcılar ve yenilikçiler gerilimi artık Kılıçdaroğlu’nun bağlayıcı gücünün yetmediği bir noktaya ulaştı. Erdoğan’ın emperyalist politikaların farklılaşması sonucu vizyonunu kaybetmesiyle önümüzdeki süreci çatışmasız geçirmek için oluşturduğu yeni bir manevrası olsa bile, barış süreci bu gerilimi daha da artıracak ve CHP bileşenlerini yeni tercihler yapmaya zorlayacaktır. Bu tüm Türkiye için olduğu gibi, sosyalist hareket açısından da olumlu bir gelişmenin eşiğini oluşturabilir.