Hayır oyu vereceğini açıkladıktan sonra ‘babasının kemikleri sızlamıştır’ eleştirilerine yanıt veren Nilüfer Gürsoy, ‘Babamın ilk hareketi saltanata karşıydı’ dedi.
Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın kızı Nilüfer Gürsoy, 16 Nisan'da gerçekleştirilecek olan referandum için 'Hayır' oyu çağrısında bulunması üzerine evet cephesinden gelen eleştirilere yanıt verdi. Gürsoy, Aydınlık gazetesine verdiği röportajda, 'Babanız bugün yaşasaydı Hayır der miydi?' sorusuna, yanıt olarak 'Babamın ilk hareketi saltanata karşıydı. Jöntürklerden sayılırdı. Atatürk'e bu kadar bağlı olan, milli mücadelenin içinde olan bir kişi ne diyebilir?' dedi.
Hayır' demek yasaklanmıştı
Aynı zamanda 27 Mayıs darbesini yapanlara seçimsiz ve ömür boyu senatörlük sunan, eski cumhurbaşkanlarının seçilmeden ömür boyu yer bulacağı, cumhuriyetin kurucu anayasalarında bulunmayan Millet Meclisinin yanında / üstünde bir senato getiriyordu. Anayasanın girişinde ‘meşruiyetini kaybetmiş bir iktidar…’ diyerek Demokrat Partiyi mahkum ediyordu. Bu anayasanın kabul edildiği Temmuz 1961’de Yassıada’da kapalı tutulan Demokrat Parti mensupları hakkında her ne kadar verilecek kararlar önceden belirlenmiş olsa da mahkeme hükmünü açıklamamıştı. Kararlar Eylül ayında açıklanacaktı.
Bu giriş ile anayasa sadece Yassıada mahkemesini (Yüksek Adalet Divanını) yönlendirmiş olmuyor, aynı zamanda mahkeme görevini de üstleniyordu. Yargı sisteminin kırılma noktasını anayasaya eklenen girişinde ve Yassıada mahkemesinin tutumunda görebiliriz.
27 Mayıs’ta ocak bucak teşkilatlarının kaldırılması da siyasi hayatımızda kötü neticelere sebep olmuştur.
1961 Anayasası referandumunda ‘hayır’ demek yasaklanmıştı. Sandık başlarında kırmızı pusula bulamayanların kırmızı kumaş parçalarını zarflara koydukları da olmuştu. Zarflar öylesine inceydi ki kırmızı oyların rengi zarfın üstünden belli oluyordu.
"1982'de 'hayır' diyeceklere baskı yapılmıştı"
1982 Anayasa referandum sürecinde de ‘hayır’ denilmemesi için baskı yapılmıştı. Bugün de ‘hayır’ diyeceklere amansız bir baskı propagandası sürüyor. Gerçeklerden uzak ve mantıksız söylemler, baskılar darbe dönemlerini hatırlatıyor. Her iki darbe dönemini 1960 darbesini ve 1980 darbesini yakından yaşamış bir kimse olarak bugün içinde bulunduğumuz durumun darbe ortamına benzediğini söyleyebilirim.
Gerçi bir 15 Temmuz 2016 gecesi yaşandı. Kısa saatler içinde milletimizin sağduyusu ve canı pahasına önlendi. Arkasından gelen ortam ise darbeden silkinmenin huzuru ve rahatlığı getirmesi beklenirken yerini gergin endişeli bir havaya bıraktı. Etrafımız ateş çemberi ile sarılı iken ülkemizin öncelikli halletmesi gereken birçok problemleri varken yeni bir anayasa getirmenin gereği var mıydı? Amaç nedir? Anayasa değişikliğini getirenlere başta sorulan bu soruya demagojiye sapmadan ‘iki başlılık’ vs. gibi inandırıcı olmayan, kaçamaklı değil, net ve inandırıcı bir açıklama getirmelerini istemek vatandaşlık hakkımızdır. Getirilen bu değişiklik ne getiriyor? Ve asıl, ne götürüyor?
Oy vereceklerin önceden bunu bütün açıklığı ile bilmeleri ve tartmaları lazım. ‘Çift başlılık’ bahanesiyle yola çıkıp bütün yetkileri tek elde toplayan, tek adamlığa soyundular. “Tek Adam” bir kitabın adıdır. Asırların ender yetiştirdiği Atatürk bile tek adamlığı aklından geçirmemişti. Tek adamlık tekliflerini elinin tersi ile reddetmişti. Hangi demokrasilerde tek adamlık yer bulabilir? Tarihte oyla diktatörlüğe geçen bir tek Hitler örneği vardır.
Anayasa değişikliği adı altında içinde ne olduğu belirsiz bir paket gibi önümüze konan bu paketin içindeki sistemin! yer yüzünde bir örneği var mı? Yok. ‘Yerlilik’miş. ‘Yerlilik’ ve ‘Millilik’miş. ‘Hayır’ diyenler bundan ne anlarmış! ‘Millilik’ diyenlerin millilikten ne anladıkları açık değil. Ama biz Atatürk milliyetçiliğinin millet olmanın, yurttaşlık duygusunun ne olduğunu, Cumhuriyetin bize kazandırdığı erdemler olduğunu bilenlerdeniz. Ümmet olmaktan çıkıp vatandaş olmanın gururunu taşıyoruz.