SERDAR KORUCU’nin Siyaset dergisinin 4. (Mart-Nisan 2018) sayısındaki yazısı: “24 Nisan 1965. Soykırım sürecinde dünyanın dört bir yanına dağılan Ermenilerin, yerleştikleri yeni topraklarda artık siyaset yapabilme gücüne eriştiği, fikirlerini yeni vatanlarında yüksek sesle dile getirdikleri, ataları için adalet aramaya başladıkları tarih…”
SERDAR KORUCU
Ermeni Soykırımı ilk kez 50. yıldönümünde, 1965’te uluslararası platformda anılmaya başlandı. Bu tarihte başlayan bir başka şey ise Türkiye’nin sert inkar politikasıydı. Bugünkü tartışmaların vazgeçilmezi “sözde” nitelemesi bu dönemde medya tarafından dağarcıklara yerleşecekti.
Ermeni siyasi tarihinin önemli dönüm noktalarından biri 24 Nisan 1965. Soykırım sürecinde dünyanın dört bir yanına dağılan Ermenilerin, yerleştikleri yeni topraklarda artık siyaset yapabilme gücüne eriştiği, fikirlerini yeni vatanlarında yüksek sesle dile getirdikleri, ataları için adalet aramaya başladıkları tarih…
24 Nisan 1965’in bir başka önemi Ankara açısından. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesi Cumhuriyet Türkiyesi ilk kez bu dönemde soykırımdan kurtulan Ermenilerin net talepleri ile karşı karşıya kalıyordu. Ve en önemli talep soykırımın kabulüydü.
Soykırım, 1965’te yeni bir kavramdı. Çünkü II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkmıştı. 1948 yılında, daha önce Ermeni katliamını inceleyen Polonya Yahudisi avukat Raphael Lemkin tarafından, Yunanca “genos” (soy) ve Latince’deki “cide” (kırım) kelimeleri ile yaratılmış ve sonra hukuken tanımlanmıştı. Ermeniler kayıplarını bu kavramın yaratılmasından önce de anıyordu, 1916’dan itibaren her yıl kiliselerinde düzenledikleri ayinlerinde… Fakat “soykırım” teriminin resmi literatüre girmesinden sonra, 1965’te yani “Büyük Felaket”in 50. yıldönümünde artık uluslararası platformda “Ermeni Soykırımı” olarak anılacaktı. Soykırım anmalarının merkezi Lübnan’dı. Nedeni ise Ermeni diasporasının bölgedeki gücüydü. Bu güç nüfusla olduğu kadar nüfuzla da ilgiliydi. Buna rağmen Lübnan’da bile Ermeniler güçlükle soykırım anması izni alabiliyordu. Fakat merkez olarak Beyrut öne çıksa da diasporanın olduğu pek çok ülkede aynı gün anmalar düzenleniyordu.
Ermenilerin ulus-devleti Ermenistan’da hareketlilik vardı. 1965’te Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne bağlı olan Ermenistan’da bu kolay değildi. Milliyetçilik duygularının törpülenmesi için her türlü milliyetçi hareket ve parti yasaklanmıştı. Fakat yine de bu Ermenilerin 1915’i anmasına engel olamayacaktı.
Ermenilerin ulus devletinde 24 Nisan günü yapılan gösteriler “1965 Yerevan Mitingleri” olarak tarihe geçti. Mitingin amacı1915’te ölenleri anmak ve Batı Ermenistan’ın tahsisi olarak belirlenmişti… Ve o gün, 24 Nisan 1965’te Sovyetler Birliği tarihinde ilk kez 100 bin kişilik bir grup Yerevan’da Opera Meydanı’nda toplanarak 24 saatlik bir protesto gösterisi yaptılar.
Türkiye ise bu protestoları uzaktan izliyordu. Siyasetçilerden çok öne çıkan isimlerse gazeteciler olacaktı. Lübnan’da başlayan ve tüm dünyaya yayılan bu çıkış karşısında Türk medyası en güçlü silahları ile çıkıyordu. Tarihi dosyalar sunuluyor, “Türklere yönelik Ermeni katliamları” yazı dizileri hazırlanıyor, inkar politikasının temelleri güçlendiriliyordu. Fakat tüm bu yazılar arasında biri öne çıkmakta. Cumhuriyet’ten Sadık Atak’ın yazısı. Nedeni ise “Ermeni katliamı” diye andığı soykırımı “sözde” olarak kendisinin ilk kez nitelemesiydi…
“Ermenilerin huzursuzluğu” başlıklı yazısında Sadık Atak bu tanımı daha ilk cümlesinde şöyle kullanıyordu: “‘Türkiye’de sözde Ermeni Katliamı’nın 50. yıldönümünü anmak için, Beyrut’ta büyük bir gösteri tertip edilmiştir. Bu gösteri 24 Nisan 1965 günü yapılacaktır.”
Atak, hemen ardındansa bu toplu gösteriler için “dış mihrak”ları suçluyordu:
“- Kimdir bu matem törenlerini hortlatanlar?
– Başta Mısır Lideri Nasır, sonra Başpapaz Makarios ve yardakçısı Yunan Hükümeti’dir. Her fırsatta, Türkiye ve Türkler hakkında, dünyanın dört bucağında tahrik ve teşvike bulunanlar, hep bunlardır. Beyrut’taki Ortodoks Rum Kilisesi’nin bu törenlere katılmak için yukarıdan aldığı talimat da ortadadır.
– Ne yapmak istiyor bunlar?
– Dünyaya; Türklerin hunhar, vahşi, katil kişiler oldukları fikrini yaymak. Bundan daha mükemmel fırsat ele geçer mi?
İşte ortada 24 Nisan 1915.”
Atak’a göre Ermeniler bu dış güçler tarafından ilk kez “kullanılmıyordu”. Atak’ın yazısı o dönemde de Ermeni Soykırımı’nın karşısına Çanakkale Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Ermenilerin Ruslarla işbirliği yaptığı tezinin çıkartıldığını gösteriyordu: “Türkiye Çanakkale Savaşı’ndan bunalmış bir durumda… Doğu Cephesi’nde Moskof Orduları Erzurum’a saldırmakta. İşte bu sıralarda, Doğu Savaş Cephesi’nin gerilerinde bir Ermeni ayaklanması başlıyor. Üstün düşman kuvvetleriyle çarpışan Doğu’daki 3. Türk Ordusu; kendisine saldıran Moskof sürülerini önleyebilmek için, canla başla çarpışırken cephe gerisinde Ermeni çeteleri, Rusya’nın desteklediği Taşnak ve Hınçak Ermeni komitecilerinin kışkırttığı ve idare ettikleri bu çeteler, bölgedeki Türk köylerini ateşe veriyor, köylüleri boğazlıyor. Ordunun yiyecek ve cephanesinin ikmalini yapmakla görevli “Menzil-taşıt kollarını” pusuya düşürüyor, yağma ediyor ve Türk subay ve erlerini hançerliyor. Anayol üzerindeki köprüleri bombalıyorlardı… Hepsini katlettiler Ermeni çeteleri Doğu ve Orta Anadolu şehirlerinde de sabotaj hareketlerine giriştiler. Van’da Adilcevaz ve Tatvan’da Türklerin üzerine saldırdılar, çoluk çocuk demediler kadın-erkek fark gözetmediler… Hepsini katlettiler. Savaş cephesinden geri alınan bazı askeri birlikler, bu çetelerle savaşa tutuşmak zorunda kaldılar. Bu yüzden cephedeki Türk gücü zaafa uğradı. Bu olaylar üzerinedir ki; o devrin hükümeti -İttihat ve Terakki Partisi Hükümeti- ayaklanma bölgelerindeki Ermeni köylerinin boşaltılmasına ve Ermeni halkının tehcirine, Suriye topraklarına doğru sürgün edilmesine karar verdi. Ve işte 24 Nisan 1915 tarihi bu karar gününe rastlar…”
Sadık Atak bu sürgünün “sorunsuz” geçmediğinin de farkındaydı. Fakat yaşananların Naziler ile bir tutulmasına şu sözlerle karşı çıkıyordu: “Bu sürgün sırasında her ülkede olduğu gibi bazı üzücü olaylar da cereyan etmiştir. Fakat; iddia edildiği gibi bir ‘Polonya katliamı’ gibi değil.”
Atak, yazısında Bülent Ecevit’in açtığı izi takip ediyordu. Yani diasporadaki Ermenilerin aslında Türkleri ne kadar sevdiklerinin altını çiziyordu: “Nitekim, bugün Suriye ve Lübnan’da yaşayan yüzbinleri aşan ve Ermeni soyundan olan insanlar, o devirdeki Ermenilerin çocukları ve torunlarıdır ve çoğu da Türkiye’ye ve Türklere kalben bağlı kalmış kişilerdir. Bir Türkü görünce etrafında toplanır ve ona sevgi gösterisinde bulunurlar.”
Askeri geçmişini hatırlatan köşe yazarı Atak yazısına kendi anılarıyla devam ediyordu: “1938 yılında resmi görevle Suriye’de bulunurken bir gün Kurmay Binbaşı üniformasıyla Halep’teki askeri kantine alışveriş için gitmiştim. Türk subayı üniformasına hasret çeken Ermeniler etrafımı aldılar, kimi elimi öper kimisi çizmelerimi… Suriye’yi işgalleri altında bulunduran Fransızlardan bir askeri müfreze derhal yetişti ve onları dağıttı. Yanımdan uzaklaştırılan Ermeni kişilerin gözleri nemli idi…
Yine 1937 yılında, Budapeşte’de bulunurken, methini işittiğim bir lokantaya eşimle birlikte gitmiştim. Dört katlı bir apartıman, alt iki katında, yalnız Türk yemekleri ve tatları hazırlanan ve kahveli Türk dondurması bulunan bu dört katlı binanın caddeye bakan yüzü olduğu gibi tamamen yağlı boya bir Türk bayrağı resmiyle ve lokantanın iç duvarları Türk büyüklerinin portreleriyle süslenmişti. Yedik içtik, kasa başına hesap görmeğe yanaştık. İri yarı patron Ermeni kadın bizden para almadı. ‘Burası Türk yurdudur. Her Türk burada bizim misafirimizdir’ dedi ve gözleri yaşararak ‘Ben bu mülke ve bu zenginliğe, binanın içini dışını süsleyen şu gördüğünüz Türk bayrağı sayesinde sahip oldum’ diyerek bizi kapıya kadar uğurladı.”
Ve Atak bugün de devam eden “iyi Ermeni” “kötü Ermeni” ayrımında sıkça kullanılan “silah arkadaşlığı” ve “fedakarlık” vurgusunu da kullanacak, bu tezleri uzun yıllar Türkiye’de çeşitli kesimler tarafından yenilenerek okuyucuların karşısına çıkacaktı: “Birinci Cihan Savaşı’nda Çanakkale’de ve Doğu Cephesi’nde Erzurum savaşlarında mensubu bulunduğum bölüğümüzde, iki Ermeni yedek subay vardı. Biri Hukuk Fakültesi, ötekisi Güzel Sanatlar Akademisi mezunu idiler. Her ikisi de bu savaşlarda bizleri geride bırakarak fedakarlıklar yapmışlar, hatta Rus Çarlık Ordusu’ndaki Ermeni birliklerine göğüs göğse yapılan süngü hücumlarında ön safhalarda savaşmışlardır…”