8,7 milyon nüfusa yaklaşan İsviçre’de kişi başına düşen gayrisafi yurt içi hasıla (GSYİH) yaklaşık 90 bin dolar civarında. Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Reto-Romanca olmak üzere dört resmî dili bulunan bu küçük ama etkili ülke, son beş yüzyılda savaş görmemiş nadir coğrafyalardan biri.
Çikolatası, saati, ilaç ve kimya sanayisi, dünyaca ünlü peynir çeşitleri, Alp Dağları, “Heidi” masalı, Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu ve tabii ki bankacılık sistemiyle bilinen İsviçre, nüfusunun yaklaşık yüzde 25’i yabancılardan oluşan bir göçmen topluluğuyla birlikte yaşıyor. Bu oran Avrupa ortalamasının oldukça üzerinde.
Demokratik bir konfederasyonla yönetilen İsviçre’de ulusal meclis 200 milletvekilinden oluşurken, kantonları temsil eden Ständerat (Eyaletler Meclisi) 46 üyeden oluşuyor. Federal Konsey olarak adlandırılan yürütme organı ise 7 bakandan oluşuyor ve kararlar genellikle mutabakatla alınıyor. Koalisyon hükümetleri, siyasi istikrarın önemli bir göstergesi olarak kabul ediliyor.
Ülke 26 kantondan oluşuyor ve her biri kendi bayrağına sahip. İsviçre bayrağı ulusal sembolken, kanton bayrakları yerel kimliklerin ifadesi olarak öne çıkıyor. Bu renkli çeşitliliğe rağmen İsviçre ne bölünmüş ne de parçalanmış. Aksine, çeşitliliği kurumsal temsiliyet ve katılımla birleştirmiş bir model sunuyor.
Ancak madalyonun öteki yüzünü de görmezden gelmek mümkün değil.
Sessiz krizler ülkesi
İsviçre, refah düzeyi yüksek bir ülke olmasına rağmen sosyal ve psikolojik sorunlar bakımından Avrupa’nın en dikkat çekici örneklerinden biri. Günümüzde her iki İsviçreliden biri, hayatının bir döneminde psikolojik destek almış durumda. Depresyon, yalnızlık, anksiyete gibi ruhsal rahatsızlıklar ülke genelinde ciddi bir sorun.
İntihar oranları da bu tabloyu destekliyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) verilerine göre İsviçre, Avrupa’da intihar oranlarının en yüksek olduğu ülkelerden biri. Her yıl yaklaşık 1.000 erkek ve 400 kadın hayatına son veriyor. 2023 itibarıyla intihar oranı 100.000 kişi başına yaklaşık 14 olarak kaydedilmiş durumda. Bu oran, İsviçre’yi hâlâ Avrupa ortalamasının üzerine taşıyor.
Uyuşturucu kullanımı, alkol bağımlılığı, boşanma oranları gibi sosyo-psikolojik göstergelerde de İsviçre Avrupa’daki en yüksek değerlere sahip ülkeler arasında.
Kapitalist üretim ve tüketim sisteminin tüm dinamiklerinin yoğun şekilde yaşandığı bu toplumda, Karl Marx’ın “yabancılaşma” tezi, gündelik yaşamda oldukça görünür durumda. Aile bağlarının zayıfladığı, bireyciliğin yüceltildiği, toplumsal dayanışma yerine kişisel başarı ve statünün ön plana çıktığı bir yaşam tarzı giderek norm haline geliyor.
Eski bir dostumun dediği gibi: “Anadolu, Mezopotamya ya da Ortadoğu’da gece yarısı bir dağ köyüne gitseniz, sizi misafir ederler, evdeki en iyi yatağı sererler. Avrupa’da rastgele bir kapıyı çalsanız, önce polisi ararlar.”
Bu benzetme belki biraz romantik ama önemli bir değer farkına işaret ediyor.
Ancak burada bir genelleme tuzağına düşmemek gerekir. Antropoloji biliminin de ortaya koyduğu gibi, kültürler mutlak iyi ya da mutlak kötü olarak sınıflandırılamaz. Her toplumun olumlu ve yaşatılmaya değer yönleri vardır. Esas olan bu yönleri fark etmek ve geliştirmektir.
Bilimin ve toplumsal gelişimin coğrafyası
Avrupa’nın bugünkü gelişmişliğinin temelinde, 18. yüzyıl Aydınlanma düşüncesi, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’nin yarattığı yapısal dönüşüm yatıyor. Bilim, teknoloji ve seküler yaşam tarzı Avrupa’ya ciddi bir avantaj kazandırdı. Sosyal bilimlerin kurucularının da bu kıtada çıkmış olması bir rastlantı değildir.
• Auguste Comte (1798-1857): Pozitivizmin ve sosyolojinin kurucusu.
• Emile Durkheim (1858-1917): Toplumsal dayanışma, anomi, intihar üzerine kuramlarıyla sosyolojinin temel taşlarından.
• Max Weber (1864-1920): Modern kapitalizmin ruhunu anlamak için Protestan etik teorisi.
• Karl Marx (1818-1883): Tarihsel materyalizm, sınıf mücadelesi ve yabancılaşma kavramlarıyla sosyal teorinin merkezinde yer aldı.
• Friedrich Engels (1820–1895): Marx’la birlikte bilimsel sosyalizmin kuramsal zeminini oluşturdu.
Öte yandan İslam dünyasında da İbn Haldun gibi öncü düşünürler ortaya çıktı. 14. yüzyılda yazdığı Mukaddime, birçok sosyal teoriye ilham kaynağı oldu. Ancak bu çizgi maalesef sürdürülemedi.
Bugün İtalya, Almanya gibi ülkeler geçmişte faşizmin karanlık yüzünü yaşamış olsa da, bu toplumlar tarihleriyle yüzleşmeyi ve toplumsal dönüşümü başarmış durumdalar.
Sonuç yerine
Emperyalist eğilimleri bir kenara koyarsak, Avrupa’nın bilimsel ve sosyal ilerlemeleri tesadüf değil; tarihsel, politik ve ekonomik koşulların bir sonucudur. Ancak bu gelişmeler Ortadoğu’da neden olmasın? Eğer koşullar farklı şekillenseydi, belki de sosyolojinin beşiği Bağdat ya da Şam olabilirdi.
Bu nedenle kanaatim odur ki:
Ne İsviçre bir cennettir, ne de üçüncü dünya ülkeleri cehennemdir.
Sorunlar da, erdemler de evrenseldir; yeter ki nereye bakacağımızı bilelim.