Kürt Sorununun çözümü yönünde tarafların farklı tanımlar yaptığı, farklı beklentiler içerisinde olduğu yeni bir müzakere süreci yaşanıyor. Her ne kadar tarafların nasıl bir yol haritasına sahip olduğu net olarak bilinmese de PKK Lideri Öcalan’ın 27 Şubat’ta ilan ettiği Barış ve Demokratik Toplum manifestosunun ardından PKK kongresini topladı ve Öcalan’ın önerdiği yönde kararlar aldı. 11 Temmuz’daki temsili silah yakma seremonisinin ardından TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un çağrısıyla TBMM çatısı altında “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” kuruldu ve çalışmalarına başladı.
Emek, kadın, LGBTİ+, ekoloji, insan hakları, halk ve inanç hareketlerinin, gençlik örgütlerinin, sosyalist parti ve siyasal çevrelerin sözcülerine bu gelişmelere ve atılması gereken adımlara ilişkin görüşlerini sorduk.
Berkay Ustabaş / Devrimci Hareket Temsilcisi
Sorulardan önce yaptığınız girişte “Kürt Sorunun demokratik çözümü yönünde tarafların farklı tanımlar yaptığı, farklı beklentiler içerisinde olduğu yeni bir süreç yaşanıyor.” diyorsunuz. Öncelikle belirtelim ki iktidarın, bugüne dek hiçbir süreçte “Kürt Sorununun demokratik çözümünü” amaçlamadığını, bu konunun ülkenin demokratikleşmesi için gerekli diğer meselelerde de böyle olduğunu, örneğin Alevi Çalıştayı‘nın Alevi sorununun demokratik çözümünü değil bu alandaki muhalif/demokratik dinamiğin tasfiyesini amaçladığını, hatta bir çeşit kendine benzetme yani sünnileştirme /asimilasyon amaçlandığını söyleyebiliriz.
Yaptığımız bu tanımlama, iktidarların sınıfsal yapısıyla doğrudan ilintilidir; Türkiye’deki sermaye düzeni için yapısal bir meseledir. Dolayısıyla da Kürt sorunu dahil demokratikleşme, sermayenin iktidarlarınca çözülecek bir mesele değildir. Konu içerisinde de açacağımız gibi meselenin özü, tekelci dönemde burjuvazinin neden hiçbir konuda ilerici/devrimci rol oynayamayacağı ile ilintilidir.
Tarafların farklı beklentiler içerisinde olması ve nasıl bir yol haritasına sahip olduğunun bilinmemesi ise iktidardan çok özgürlük iddialı yapı için büyük bir sorundur. Kastettiğimiz şey basitçe “şeffaflık” vb. değildir. Kürt sorununun demokratik çözümünü varlığının sebebi olarak gören bir yapı için bu belirsizlikler, temel/stratejik önemde sorunlardır. Bir halk hareketi, halkına karşı sorumludur ve ne yapıp yapmayacağını halkından gizlemez. Kaldı ki yanıtlar bölümünde de açacağımız gibi mesele, salt gizlilik vb. değildir; yöntemsizliğe varan belirsizliğin ve kayganlığın söz konusu olmasıdır. Böylesine temel önemdeki stratejik hedeflere, kazan-kazan ilişkisiyle veya basit taktiksel atraksiyonlarla ulaşılamaz.
Öcalan’ın ne istediği, Öcalan’la ne konuşulduğu, hangi sonuçlara varıldığı ve bunların Kandil dahil dışarıda ne denli kabul gördüğü veya göreceği dahi netlik kazanmış değildir. Sorunun bu boyutu da gerçekte uygulanan yöntemle, pazarlıkla her şeyin aşılabileceğine dair programatik duruşla (paradigmasal yanılgıyla) ilintilidir.
Böyle barış olmaz
Siyasi Haber: Daha önceki süreçlerin (1993-2013/1) her birini katliamları izledi. (1993’ün ardından gelen sayısız faili meçhuller ve sınır ötesi operasyonlar- 2015’te ve devamında Kürt kentlerinin havadan ve karadan bombardımanı ve sınır ötesi operasyonlar). Sözü edilen süreçlerin barışla sonlanmamasında hangi faktörler rol oynadı, bugünün koşullarındaki değişiklikler nelerdir?
Berkay Ustabaş:Her iki dönemin kendine has dinamikleri vardır ama olgunun özünde, iktidarın çözüm gibi bir amacının olmaması, Kürt hareketinin de çözümü yanlış yerde araması yatıyor. 1993 de 2015 de hatta Diyarbakır zindanındaki işkence ve katliamlar da Türkiye oligarşisinin Kürt sorununa yalnızca tasfiye temelinde yaklaştığının, faşizme içerilmiş ırkçılığın hangi boyutlara varabileceğinin göstergesidir. Daha önce çeşitli biçimlerde yazıp söylediğimiz gibi biz 1993’te de 2013’te de iktidarın amacının çözüm değil tasfiye olduğunu düşünüyoruz.
Sözü edilen süreçlerin barışla sonlanması için, savaşa sebep nedenlerin ortadan kalkması gerekiyor. Bu bağlamda biz “barış” kavramının yanlış kullanıldığını, görüşmelerin/pazarlıkların veya ateşkesin barış anlamına gelmediğini düşünüyoruz. Aynı düşünceyi bugünkü süreç için de taşıyoruz. Bugünkü koşullar, bölge dinamikleri, emperyalizmin hesapları konjonktürel olarak farklı olabilir ama olgunun özü değişmiyor; böyle barış olmaz.
Barış bir “izin” meselesi değildir
Mevcut iktidar ve devlet aklının bir barışa izin vereceğini düşünüyor musunuz?
Mevcut iktidar da devlet aklı da çözümden veya barıştan ne anladığını daha ilk günkü açıklamada ortaya koymuştur. Sürecin her aşamasında “terör” vurgusu öne çıkmış, teslimiyetten ve tasfiyeden söz edilmiştir. Bizim barış meselesine bakışımız, bir “izin” olgusunun çok ötesinde. Ancak ne sormaya çalıştığınıza bağlı olarak söylersek, biz, meselenin zaten basitçe bir hükümet veya parti ikbalinden çok öte olduğunu, Bahçeli’yi de Erdoğan’ı da aştığını, en azından bu sürece karar verilirken emperyalizmin bölgeye dair hesaplarının belirleyici olduğunu düşünüyoruz.
Daha kısa bir süre önce “HDP kapatılsın” diyen, ırkçılığıyla bilinen Bahçeli’nin bir anda kafasına esip de bu adımı atmadığını bilmek için siyaset bilimi vb. okumuş olmaya gerek yok. Özetle barış amaçlanmıyor ki barışa veya köklü çözüme izin verilmesinden söz edebilelim. Sanıldığının veya yansıtılmaya çalışıldığının aksine süreç tasfiyeyi amaçladığı için, devlet aklıyla uyumlu olduğunu düşünüyoruz.
Bir kez daha ve kısaca anımsatmak gerekirse; savaşsız barış olmaz; çükü savaşın nedenlerini ortadan kaldırmak gerekiyor. Temel önemdeki bu önermenin aksine bugün sınıfsal ölçüler yitirildiği oranda barış kavramının kullanımında bir pusula sorunu yaşanıyor. Kuang’ın Babil romanında söylendiği gibi “çöle çevirdikleri yere barış geldiğini söylüyorlar.” Buna göre gerçekte çöle çevrilen, yakılıp yıkılan Irak, Libya, Suriye vb.ye barış geldi.
Türkiye’de tam da “tokalaşma” gündeminin olduğu Ekim ayında 48 kadın ve 164 işçi öldürüldü. Bu, savaşın neden kendiliğinden bitmeyeceğine, barışın da neden ricayla gelmeyeceğine dair bir ipucudur.
Özetle, Savaş ve nedenleri yok sayılarak, salt barışa dair güzellemeler yaparak barış olmaz. Benzer şekilde, haklı savaş, haksız savaş, kirli savaş ayrımı yapmaksızın savaşa karşı çıkmak, niyetten bağımsız olarak kişiyi, niteliksiz duruşlara sürükler veya mevcut sınıf çelişmelerinin devamına imkân tanıyan duruşların yedeği haline getirir.
Egemen sınıfların bu konuda en çok korktukları durum, ulusal kurtuluşu halkların kurtuluşuyla (sınıfsal kurtuluşla) birleştirecek bir duruşun/perspektifin öne çıkmasıdır.
Tehdit değil iş birliği ve tasfiye
Adı sürekli değişiklikler gösteren bu “süreç”in ortaya çıkış nedenleri nelerdir? TC devleti, ABD-İsrail komplosuyla Kürtler aracılığıyla bir bölünme “tehlikesi” ile karşı karşıya olduğu propagandası yapmakta. “Ülke tehdit altında” algısı yaratarak muhalefeti susturmaya çalışmakta. Bunun somut göstergeleri nelerdir?
Süreç gerçekte çözüm odaklı olsaydı adının sürekli olarak değişmesine gerek kalmazdı. Gerçekte bu, kamuoyunu ikna güçlüğünün dışavurumudur. Sürecin ortaya çıkış nedeni elbette emperyalizmle, bölge siyasetiyle vb. ilintili. Ama “ABD-İsrail komplosu” diye ifade edilen şey, tıpkı Neo Osmanlıcılık, Kudüs ruhu vb. gibi yaptığına taraftar oluşturmak için başvurulan, tamamen ucuz bir atraksiyondan ibarettir; somut hiçbir karşılığı yoktur.
Dünya ölçeğinde paylaşım ve hegemonya savaşları bir gün Türkiye’yi ABD’yle veya İsrail’le karşı karşıya getirebilir ama bugün için görünürde böyle bir risk de ayrışma/çelişme yok. Tersine, içinde ABD ve İsrail’in olduğu bölge hesaplarında Kürt dinamiğinin de süreçte kullanılabilmesi için Türkiye’ye verilmiş bir “ev ödevi” söz konusudur. Erdoğan bunu seçim hesapları, anayasa değişikliği vb. için kullanmak isteyebilir ama söz konusu adımın gerçek nedeni bu değildir. ABD, Ortadoğu’nun yeniden dizaynında, vekalet savaşı vb.nin önem kazandığı koşullarda müttefik bir Kürt yapılanmasına giderek daha fazla ihtiyaç duyacaktır. Bu nedenle çatışan bir yapıyı değil uzlaşan bir yapıyı tercih etmiş, taşların bu çerçevede dizilimini “çözüm” adı altında tasarlamıştır.
Tam da bu nedenle, bir kez daha ve ısrarla belirtme ihtiyacı duyuyoruz ki emperyalizm ile birlikte ulusal hareketlerin desteklenmesi kıstası değişmiştir; artık bir ulusal hareketin desteklenip desteklenmemesi emperyalizme karşı duruşuna bağlıdır.
Parti ikbali sermayenin çıkarlarından kopuk değildir
Cumhur İttifakının iddia ettiği dış tehdit karşısında oluşan TC’nin beka sorununa” karşılık gelmek üzere oluşturulmaya çalışılan “iç cephenin” Cumhur ittifakının “kendi beka sorunu” ile olan bir ilişkisi var mıdır?
Cumhur İttifakı, “beka sorunu”nu da “Terörsüz Türkiye” vurgusunu da yarım asırlık sorunu çözüyor olma iddiasını da “kendi beka sorunu” için kullanıyor ve kullanacaktır. Gerçekte muhalefetsiz bir iktidar amaçlanmaktadır. Bunun için kayyumlara, operasyonlara vb. başvurulurken, aynı zamanda olabildiği ölçüde meselenin “ülkenin bekası” olduğu izlenimi verilmeye çalışılmaktadır.
Bu tür konular değerlendirilirken, parça-bütün ilişkisi bağlamında nasıl ki Türkiye’deki gelişmeleri, dönemsel tercih ve politikaları ABD’nin dünya ve bölge politikalarından ayırmamak gerekiyorsa, benzer şekilde Cumhur İttifakının ikbali ile iktidarın güncel zorunlu takvimini birbirinin karşısına getirmemek çok kopuk iki olguymuş gibi görmemek gerekiyor.
Muhalif dinamiğin etkisiz kılınması
Cumhur ittifakının “terörsüz Türkiye” diyerek hayata geçirdiği “süreç”, hala binlerce kişinin hapiste tutulması ve bunlara her gün yenilerinin eklenmesi, DEM Parti belediyelerine atanan kayyımların yanında, iktidarın en güçlü alternatifi olarak görünen CHP’nin belediyelerine olan saldırılar, Cumhur Başkanı adayının tutuklanması ve aday olamaması için 35 yıl geriye giderek diplomasının iptal edilmesi faşist blokun demokrasi ve Kürt halkının kolektif haklarının gerçekleştirilmesinden ziyade başka hangi amacı esas aldığına işaret etmektedir?
Dünya ölçeğinde özellikle Trump’la ifade edilen süreç, İsrail’in aldığı rol; Gazze’de, Lübnan’da, Suriye’de vb. yaşananlar, Türkiye’de yaşananlara dair küresel ipuçlarıdır, hiçbir şeyin Cumhur İttifakının dar bağlamlı hesaplarıyla sınırlı olmadığının ifadesidir. Dolayısıyla da resim bütün içinde okunduğunda amacın “Kürt halkının kolektif haklarının gerçekleştirilmesi” değil, muhalif dinamiğin etkisiz kılınması ve Kürt potansiyeliyle yaşanabilecek ortaklaşma oranında bölgede beraber hareket edilmesi olduğunu söyleyebiliriz.
Olası ırkçı tepkileri massetmek
Devlet Bahçelinin başlattığı bu süreçte esas aktör olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bahçeli’ye rol verilmesinin öncelikli nedeni, milliyetçi/ırkçı tabanı yönlendirebilmek, olası tepkileri massetmektir. Tabii bu rol, bu türden kadroların sermaye/emperyalizm tarafından kullanılmaya ne denli hazır olduğunu gösteriyor. Bahçeli’nin adım atmasındaki bir diğer işlevsellik, Kürt tabanda bu kez bu işin olabileceğine, karşı çıkanların olmadığına dair imaj oluşturmaktır.
Komisyon, bir çözüm zemini değildir
TBMM Komisyonunun kuruluşunu, ismini, bileşenini ve ilan edilen çalışma perspektifini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gerçekte demokratik hiçbir nitelik taşımayan bir sürecin işletilmesi için kurulan komisyon, olsa olsa meşruiyet ihtiyacını karşılamak üzere tasarlanmıştır. İsmi, Türkiye’de bugüne dek AKP tarafından gündeme getirilen “Yenikapı ruhu” gibi atraksiyonları ve “yerli ve milli” nakaratını çağrıştırdığı için hemen her sosyalistin tüylerini diken diken etmesi gerekiyor. Ayrıca sosyalistlerin kavram setinde, duruş ve ölçülerinde herkesle kardeşlik yoktur, sınıf kardeşliği vardır.
Komisyonun bileşeni olmak iktidarın politikalarını meşrulaştırmaya hizmet edeceği için bizce sorunlu bir duruş, yanlış bir tercihtir. Çalışma prensipleri adına yapılan açıklamalar olgunun özünü değiştirmeyen niteliktedir. İktidarın böyle bir komisyonu kurma nedeninin bilmek için derin analizler gerekmiyor. İlk dört oturumda ortaya konulanlar, sosyalist partilerin neden katılım gösterdiğini veya neden hala çekilmediğini anlamayı güçleştiriyor.
Bu komisyonda toplantılar yapılırken aynı zaman diliminde Erdoğan’ın imzasıyla Samsun ve Zonguldak’taki yaklaşık 1 milyon metrekarelik alan orman vasfından çıkarıldı. Emekçilere toplu sözleşme sürecinde açlık dayatıldı. Bu vb. olaylarla komisyon olgusunu birbirinden bağımsız zannetmek, “o ayrı bu ayrı” diye düşünmek yanılgıların en büyüdür. Tam da bu bağlamda Komisyonda bulunmayı kimliğine ve amacına yabancılaşmanın bir başka biçimi olarak görüyor ve oradaki sosyalist yapılara, o toplantılara katılmanın işlevsellikten öte bir çeşit konu mankenliği olup olmadığı üzerinde bir kez daha düşünmelerini öneriyoruz.
Komisyon biri gizli olmak üzere toplam beş toplantı yaptı şu ana kadar; Komisyonun çalışmalarına ilişkin eleştiri, öneri ve değerlendirmeleriniz neler?
Komisyonun Kürt sorununun demokratik çözümü ile ilintisi olmadığını, tam tersine tasfiyenin meşrulaştırılmasını amaçladığını düşündüğümüz için böyle bir çalışmaya ne önerimiz ne de eleştirimiz olur; tepeden tırnağa reddediyoruz.
Komisyon öncekilerle aynı kaderi yaşayacaktır
Bir önceki müzakereler sürecinde görüşmeci heyetler bir ortak sonuç metni yazma aşamasına gelmiş, “Dolmabahçe Mutabakatı” olarak adlandırılan 10 Maddelik anlaşma çok geçmeden Erdoğan tarafından “Ne Dolmabahçe mutabakatı? Nereden çıkmış böyle bir şey? Böyle bir mutabakat falan söz konusu değil.” Diyerek masa devrilmişti. Bu Komisyonun çalışmalarının aynı kaderi yaşamaması açısından ne yapılmalı?
Öncelikle belirtelim ki biz, bu süreçte olduğu gibi bir önceki süreçte de sağlıklı, eşit koşullara dayalı ve demokratik bir müzakere zemininin olduğunu düşünmüyoruz. O süreçte de bugün de ve hatta farklı ara süreçlerde de bu “falanca maddelik mutabakat” sözünü çok duyduk ama bugüne dek somut/inandırıcı hiçbir karşılığı olmadı. Bunun ne anlama geldiğini yorumlamak gerçekte sermaye iktidarının, mevcut düzendeki sınıf ilişki ve çelişmelerinin nasıl yorumlandığıyla ilintilidir. Bu tür konular niyet okuyarak, duyumlarla, yönlendirilmiş metinlerle vb. açıklanacak türde olgular değildir.
Ortada görmek isteyenler için pek de gizli sayılmayacak bir tasfiye programı vardır; bu türden programlara küçük çaplı demokratik devrim listeleri eklemek, ya kendini kandırmaya ya da kandırılmaya denktir. Dolayısıyla da bu komisyonun benzer bir kaderi paylaşmama ihtimali yoktur.
Marksizmin en temel önermeleri ıskalanıyor
Komisyon hem barış hem demokrasi vurgusuyla kurulmuş olsa da iktidar blokunun faşizmi kurumsallaştırma yürüyüşü kesintisiz devam ediyor. Öte yandan kamuoyu araştırmaları iktidar blokunun çoğunluğu kaybettiğini gösteriyor. Hız kesmeyen CHP mitingleri farklı kesimlerin rejimden hoşnutsuzluğunun sokaklarda dile getirildiği kitle gösterilerine dönüşüyor. Bu koşullarda muhalif güçler, özel olarak DEM Parti ve CHP ne türden bir ilişki içinde olmalıdır? Müzakere ve mücadele diyalektiğinin hayata geçirilmesi ve en geniş antifaşist güçlerin birliği açısından erken seçim talebi ön açıcı bir rol oynayabilir mi?
Bir röportajda amacımız tabii ki soruyu tartışmak olamaz ama bu soru gerçekten “yanlış sorunun doğru cevabı olmaz” dedirtecek bir içerikte olmuş. Birincisi, ortada müzakerenin olacağı bir komisyon yok. Bu bağlamda müzakere ve mücadele denklemi diye bir denklemden söz edilemez. İkincisi “Demokratik bir hukuk sisteminin” gerçekleşmesi, sözü edilen biçimlerde mümkün değildir.
Komisyonun dördüncü toplantısında açılış konuşmasını yapan Kurtulmuş “İttifak ile ortaya konulan görüş doğrultusunda değerli şehit yakınlarını ve gazilerini dinleyeceğiz. Eğer bugün Türkiye’de artık terörün hiç olmadığından konuşabilir hale geldiysek, bunu şehitlerimize borçluyuz. Geldiğimiz bu sürecin hiçbir noktasında herhangi bir şekilde pazarlık olmamıştır ve olmayacaktır. Bunu şehit ailelerimizin ve gazilerimizin huzurunda bir kez daha söylüyorum. TBMM, hiçbir pazarlığın içerisinde olmadan bu sürecin bir an önce bitirilmesi ve bu ülkede ebedi kardeşliğin tesis edilmesi için üzerine düşen sorumluluğu yerine getirecektir.” dedi.
Soruya soruyla karşılık verelim; madem sürecin hiçbir noktasında herhangi bir şekilde pazarlık olmadı ve olmayacak; o halde birincisi, bu komisyonda bulunmanın mantığı nedir; ikincisi, iktidarın pazarlığa ihtiyaç bırakmadan gerekli demokratikleşme adımlarını atacağı mı varsayılıyor?
Burada en büyük sorun, konunun sermaye düzeni ve iktidarı üzerinden değil, Bahçeli’nin sözleri üzerinde algılanıp değerlendiriliyor olmasıdır. Öyle görünüyor ki sermaye iktidarının sınıfsal niteliğinden, onlarla beraber neden Kürt sorunu dahil demokratik adımların atılamayacağına kadar Marksizmin en temel önermeleri ıskalanarak soru ve duruş geliştirildikçe, kendi yanılgısını kendisi üretir duruma düşme handikabı aşılamayacaktır.
Sonuç yerine
Mevcut süreci, bulutsuz havadan yağmur beklemeye veya yanlış anahtarla kapı açmaya benzetebiliriz. Yani karşı tarafa sahip olmadığı olumlu nitelikler atfedilirken gerçek sınıfsal nitelikleri yok sayılıyor veya görülmek istenmiyor. Uğruna çok ağır bedeller ödenmiş çok haklı bir davanın gerçekleri, uzlaşma paradigmasının hayali beklentilerine kurban ediliyor. Tüm süreçlerde yüzleşilen budur. Bir taraftan kesinlikle bir pazarlık olmadığına dair yeminler ediliyor. Diğer taraftan ortalıkta küçük çaplı “demokratik devrim” programları (talep listeleri) dolaşıyor. Burada sorun, dünya ve ülke okumasındaki temel yanılgılara dayanmaktadır.
Mesele dar anlamda yalnızca Erdoğan veya Bahçeli’nin kişiliği, bugüne kadarki yaptıkları vb. değildir; Kürt sorunu dahil demokratikleşmeden ne anlaşılması gerektiği, buna kimlerin hangi boyutlarda müdahil olduğu ve emperyalizm koşullarında sözü edilen çözümün neden mümkün olmadığıdır. Konu bu boyutlarda konuşulmadığında geriye işin özü değil biçimsel boyutlar, kişisel söylem ve nitelikler, duygusal ve psikolojik faktörler kalıyor. Gerek pratik alanda gerekse konunun teorik boyutlarında yaşanmakta olan sıkıntıların hemen hepsi bu çelişkili duruştan kaynaklanıyor. Sürecin sonunda görülecektir ki Marksizmle beraber eşik atlamış ve evrensel nitelikler kazanmış sınıflar mücadelesi “ben geçersiz kıldım” diyerek geçersizleşmez veya “silah düşmanlaştırır” denilerek haklı savaşın silahı bir anda boşa düşürülemez.