Bir şeyin gerçekleşmesini istiyorsanız onun için çaba sarf edersiniz değil mi? Barış isteyenler de böyle yapıyor…
Konferansların, panellerin, forumların biri bitip biri başlıyor. Başta DEM Parti olmak üzere, insan hakları ve demokrasi savunucuları, sosyalist örgütler, sanatçılar halk buluşmalarıyla toplumda farkındalık yaratmaya çalışıyorlar. Elli yıla yaklaşan çatışmalı sürecin acılarını en fazla yaşamış, köylerinden sürülmüş, evleri, mahalleleri bombalanmış Kürt halkının ezici çoğunluğunun, barışı yürekten desteklemesine rağmen, yani ikna edilmeye ihtiyaç duyulanların sayısı çok az olmasına rağmen, Kürtler canla başla barışı toplumsallaştırma çabası içindeler. Diğer cenahta ise kara propagandayla adeta savaş borazanlığı yapan kesimlerin çokluğuna rağmen bu olumsuzluğu giderme yönünde, halka barışın getireceklerini anlatıp ikna etme yönünde, iktidar eliyle bir çaba ne yazık ki göze çarpmıyor. En azından “Cumhuriyet barışla değil asıl kardeş kavgasıyla tehlikeye girer!” diyen bir söz dahi duyulmuyor!
Liderleri Erdoğan ve Bahçeli ne derse mutlak doğru kabul edip hemen hizaya girenler için iknaya gerek görülmeyebilir belki ama başta muhalefet olmak üzere barışın kazandıracaklarını toplumun gözünde bir çırpıda netleştirmek mümkün olmasına rağmen bu yönde hiç çaba sarf edilmemesinin bence bir açıklaması olmalı: Belki de devletin korkusu “Barış herkes için gerekli ve mümkünken”, “neden ısrarla savaş politikalarına sarıldığının sorgulanacak olmasıdır! Oysa barışı getirecek adımları cesaretle atabilen siyasetçilerin halkların gözünde en büyük Nobel Barış ödülünün sahibi olacağına kuşku yok…
Acıların yarıştırılması, rakamlarla ifade edilmesi çok yanlış elbet ama kabaca söylersek 45 yılda yaşamını yitirenlerin yüzde 90’ı Kürt’tür. Yüzde 10’un büyük çoğunluğu da asker, polis ve korucu gibi devlet görevlileri, çok azı sivildir. Türk tarafının aksine her Kürt ailesinden mutlaka yaşamını yitiren, hapse giren, işkence gören, kaybedilen bir fert var. Kürtler savaşın acılarını tenlerinde, içlerinde yaşadılar. Dolayısıyla bu acıların bitmesi için öfkesini içine gömerek, affetmese de barış istiyor. Aynı duyguları taşımasa da karşı taraftan da uzatılan bu eli havada bırakmaması beklenir elbet. Bunun aksi ise ben acı çektim başkaları da çeksin demektir çünkü. Barış olasılığına dahi komplo teorileriyle karşı çıkan, muhalefet edenlerin hemen hepsi şehitler üzerinden siyaset yaptıkları için ayaklarını bastıkları zeminin kayacağı endişesiyle ellerinde benzin bidonlarıyla yangını yeniden başlatma peşindeler. Oysa asker ailelerinin de barış anneleri gibi ellerini uzatmasından daha elverişli bir anahtar yok ve iktidar gerçekten barışı istese bunu kolaylıkla sağlayabilir…
Diyarbakır’da geçen hafta sonu İHD’nin düzenlediği “Barışa Giden Yol: Hafıza ve Adalet” buluşması, bu yönde çok önemli bir ilki gerçekleştirdi. Yaklaşık 10 yıl önce Kadıköy’de, Kamuran Erkaçmaz’ın asker ve gerilla aileleriyle yaptığı söyleşilerden oluşan “Acının İki Yüzü!” sergisinin açılışında bunu yapmaya çalışmış ama başarısız olmuştuk. Uğur Kaymaz’ın annesi dahil olmak üzere birçok acılı Kürt ailesi gelmesine rağmen uçak biletlerini dahi aldığımız asker aileleri son anda malum çevrelerce şehit ailelerine tanınan maddi olanakları kaybetmekle tehdit edildikleri için gelememişlerdi. Ancak İHD bunu başardı ve savaşın çirkin yüzünü teninde duymuş onlarca acı yüklü yaşanmışlık aynı salonda dile geldi.
Salondakiler “birbirlerini yaralarından tanıyordu” aslında. “Şehitler ölmez dense de benim babam öldü!” diyerek söze başlayan Ulaş Bayraktar’ın çok küçük yaşlardayken yüzbaşı rütbesinde yitirdiği babasının son sözleri “İki çocuğum var, beni kurtarın” olmuştu! Sokak ortasında yatan annesinin cenazesine keskin nişancıların ateşi nedeniyle bir hafta yaklaşamayan Taybet Ana’nın oğlunun “O orada öylece yattı, biz burada öldük!” sözünü, Roboski’de 17 si çocuk 34 canı toprağa verenlerin yüzlerindeki derin çizgileri, Suruç’ta eşini evladını yitirenlerin, 10 Ekim Ankara katliamından yaralı kurtulanların paylaştıklarını, dört çocuğunu yitiren ananın “keşke benim evladım da mahpusta olaydı da sarılabileydim” sözünün 32 yıl yatıp çıkan Soydan Akay’da yarattığı “utancı” anlatacak söz yazmak zor…
Diyarbakır’dan, bu çatışmalı yılların acılarını yeniden yaşamanın yanında, Barış Annelerin tek tek hepimizin boynuna astığı beyaz tülbentlerin sorumluluğuyla ayrıldık. Benim açımdan ise durum daha farklıydı: 1990 yılında gece yarısı ev telefonumu arayarak “Bana bunları neden öğrettin? biz şimdi kendi köylerimizi bombalıyoruz!” diyen öğrencimin yarattığı kırılmayı paylaştığım analardan birinin bana “Savaş Pilotu” değil, “Barış Pilotu” demesi yükümü de sorumluluğumu da iki kat artırmış oldu.
Onurlu ve kalıcı barışı sağlayacak Demokratik Toplum hedefi, uzun, zor bir yol ama bu yolda bir ömür yürümeye değer…