33 yıl önce Diyarbakır’da susturulan Musa Anter’in davası, zaman aşımına kurban edildi. Onun izinde yürüyen gazeteciler hâlâ aynı baskılarla, aynı kurşunlarla sınanıyor.
Henüz beş yaşındaydım. Babamın gözlerinden süzülen yaşlar hafızama kazındı o gün. Sessizce yanına sokulup sordum,
“Ne oldu baba, niye ağlıyorsun?”
“Amcamızı yitirdik,” dedi.
O an ‘yitirmek’ kelimesinin ne demek olduğunu tam bilmesem de, içimde bir boşluk oluştuğunu hissettim. Yıllar ve kayıplar öğretti bana o kelimenin ağırlığını.
Lise yıllarında, politikayla ilgilenmeye başladığımda Apê Musa’nın yazılarıyla buluştum. Hiç tanımadığım bir adam, bana idealist bir amca figürü oldu. Yazıları düşünmemi, sorgulamamı sağladı. Gazeteci olmamda en büyük pay, onun kalemine aittir.
Yıllar sonra Batman’da kendi gazetemi çıkarmaya karar verdiğimde, ona duyduğum saygı ve sevgiyi ilk sayıda hissettirmek istedim. Gazetemin adı “Batman Sokak”tı. İlk sayıyı Eylül 2012’de çıkardım. Arka sayfayı, ölüm yıldönümü nedeniyle Apê Musa’ya adadım. Matbaadan çıkan gazeteyi dağıtmaya başladığımda, o yıllarda kültür ve sanatın kalbi olan Yılmaz Güney Sineması’na da uğradım. Gazeteyi yöneticisine verdim Bana dönüp “Babamı basmışsın gazetene” dedi. Şaşkınlıkla yüzüne baktım ve sordum,
“Siz Dicle Anter misiniz?”
Yıllardır fikirleriyle yol yürüdüğüm adamın öz oğlu karşımdaydı. O an, benim için unutulmaz bir andı. Belki Dicle Anter bugün beni hatırlamaz ama o tanışma, gazeteciliğe daha sıkı sarılmama vesile oldu. Yıllar sonra o kültür merkezi de yok edildi. Sanatla, kültürle yaşayan bir mekân, kirli ellerle tarihe gömüldü.
20 Eylül 1992’de, Diyarbakır’ın puslu sokaklarından birinde Apê Musa haince pusuya düşürüldü. Oysa o, hayatı boyunca barıştan, kardeşlikten bahsetmişti. Kalemi, son nefesine kadar mücadele içindeydi.
Bir sözünde şöyle der:
“Tüm çabam budur, bir millet diğer milletin soluğudur. Kucak açtım her gelene. Ne mutlu, ah ne mutlu kardeşiz diyene.”
Bugün, o ülkede “kardeşiz” diyebilmek bile neredeyse suç. Barışı savunanların yargılandığı, gazetecilerin hapsedildiği bir ülke orası.
Musa Anter yalnızca Kürt halkı için değil, bu coğrafyadaki tüm halklar için bir simgeydi. Kendini, Hakkari’den Edirne’ye kadar maaşsız, çıkarsız bir dede olarak tanımlar, herkesin yanında dururdu. Ve bir gün, Pir Sultan gibi, Sokrat gibi ölmeyi dilediğini söylemişti. Kısmen de öyle oldu. Ama ondan korkanlar, onu öldürenler, gerçek bir yargı önünde hiç hesap vermedi.
Cinayetin üzerinden tam 33 yıl geçti. Yıllar boyunca dava dosyası açıldı, kapandı, taşındı. Faillerin isimleri biliniyordu ama yargı süreci sürekli geciktirildi. 2022’de dava zaman aşımı nedeniyle düştü. Tam da sürenin dolduğu gün, mahkeme “Artık geç kaldık” dedi.
O yetmezmiş gibi, 2025’in başında JİTEM ana davası da zaman aşımından düşürüldü. Yani 1990’ların karanlığında kaybolan binlerce insanın hesabı, bir takvim yaprağına teslim edildi.
Zaman aşımı dedikleri şey aslında cezasızlığı garanti altına alan bir perde. Faili meçhul denen cinayetler, aslında faili meşhur cinayetlerdir. Faili herkes biliyor ama devlet bu bilginin üstünü örten bir gölge gibi.
Gazeteciler hâlâ öldürülüyor. Daha geçen yıl, 19 Aralık’ta Suriye’nin kuzeyinde gazeteciler hedef alındı. Haber takibi yapan medya çalışanları hava saldırısında yaşamını yitirdi. İsimleri raporlara geçti ama dosyalar tozlu raflara kalktı. Tıpkı Apê Musa’nın dosyası gibi…
Ben bugün İsviçre’de sürgündeyim. Gazeteci olduğumu kabul etmek istemeyen bir devletin gölgesinde yaşıyorum. Türkiye’de hakkımda açılan dosyalarla, burada ise yok sayılmakla sınanıyorum. Apê Musa’nın izinde yazmaya devam eden bir gazeteci olarak, tek farkım belki de şimdilik hayatta olmam.
Ama bu dünyada gazeteci olmak hâlâ aynı anlama geliyor; ya susturulmak ya da susturulana kadar yazmak…
Apê Musa’nın kalemi hâlâ yerde değil. Onun düşleri, sözleri, yazıları yaşıyor. Zaman aşımına sığmayan bu cinayet, bir gün mutlaka adaletle yüzleşecek. Biz yazmaya, hatırlatmaya, onların unutturmak istediğini haykırmaya devam edeceğiz.
Çünkü Apê Musa’yı öldürenler, fikirlerini öldüremedi.