Kürt Sorununun çözümü yönünde tarafların farklı tanımlar yaptığı, farklı beklentiler içerisinde olduğu yeni bir müzakere süreci yaşanıyor. Her ne kadar tarafların nasıl bir yol haritasına sahip olduğu net olarak bilinmese de, PKK Lideri Öcalan’ın 27 Şubat’ta ilan ettiği Barış ve Demokratik Toplum manifestosunun ardından PKK kongresini topladı ve Öcalan’ın önerdiği yönde kararlar aldı. 11 Temmuz’daki temsili silah yakma seremonisinin ardından TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un çağrısıyla TBMM çatısı altında “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” kuruldu ve çalışmalarına başladı.
Emek, kadın, LGBTİ+, ekoloji, insan hakları, halk ve inanç hareketlerinin, gençlik örgütlerinin, sosyalist parti ve siyasal çevrelerin sözcülerine bu gelişmelere ve atılması gereken adımlara ilişkin görüşlerini sorduk.
Ali Coşkun / İşçi Hakları Meclisi
Siyasi Haber: Geçtiğimiz yıl Ekim ayında Devlet Bahçeli’nin ilanı ve Şubat ayında PKK lideri Öcalan’ın Barış ve Demokratik Toplum çağrısıyla yeni bir müzakere süreci başlamış oldu. Bugün silahların susması ve şiddet zemininin ortadan kalkması işçi ve emekçiler için ne ifade ediyor? Barışın emekçiler için anlamı nedir?
Ali Coşkun: Emek örgütlerinin, sendikaların, işçi derneklerinin örgütlenmede önünde duran önemli bir sorun, işçiler arası kültürel farklılıkların sistem tarafından ayrışma noktası olarak kullanılmasıdır. Günümüzde emek örgütlenmeleri; A politikasından sendika, B kültüründen sendika diye kodlanmış durumda. İşçi, siyasal tercihi ne ise ona göre sendika seçiyor. Yani var olan sendikalar, işçileri bu ayrım noktasından yakalayarak örgütleniyor; sınıf perspektifiyle değil. Fakat bu bir sonuç.
Ülkede adı konulmamış bir savaş var ve bu savaşın tarafı haline getirilmiş milyonlarca işçi var. Her sektörde bu savaşın bir şekilde tarafı olmuş işçiler var. Çıkarları ortak olsa da yan yana gelmeleri kolay değil. Çözüm süreci, barış süreci işçilerin birbirlerine olan bakışını da değiştirebilir. Şu anki sistem, işçilerin öfkesini yönlendirmek için savaşı da kullanıyor. Manipülasyon yoluyla işçinin yoksulluğu ve düşük ücretle çalışması, savunma politikaları ve “terör” gerekçesiyle meşrulaştırılıyor; böylece hedef başka yere, dolayısıyla da en yakındaki işçiye yönlendiriliyor. Bu durum, işçinin en yakınındakini düşmanı görmesine neden olarak sermayeye karşı birlik olmasını engelliyor. Barış gerçek anlamda sağlanır ve işçilerin siyasal tercihleri kriminalize edilmezse, barış emek mücadelesi için elverişli bir ortam yaratabilir.
Savaş politikaları, emekçilerin yoksullaşmasına, sendikal haklarının bastırılmasına yol açıyor
Barışın toplumsallaşabilmesi için demokratik kitle örgütleri nasıl bir rol oynamalıdır? Bu süreçte emek örgütleri nasıl bir görev üstlenebilir? Kalıcı bir barış ve demokratikleşme için işçi örgütlerinin özgün talepleri nelerdir?
Barış’ın toplumsallaşması için emek örgütleri zaten uzun süredir bir çalışma yürütüyor. Yıllardır anlattığımız şey şu:Farklı kültürlerden, inançlardan, yönelimlerden ve siyasal tercihlerden gelen işçilerin sermayeye karşı birlik olmadan kazanamayacağı gerçeği. Bunu her çalışmada dile getiriyoruz ve anlattıklarımız gücümüz oranında hayata nüfuz ediyor.
Türkiye’de sınıf içinde örgütlü sendikalar ise büyük ölçüde burjuva partilerinin etkisi altında kalmış durumda. Sendikacılık ya bir meslek haline geliyor ya da kariyerde bir basamak olarak kullanılıyor. Her seçim döneminde bunu net biçimde görebiliyoruz. Büyük sendikaların yöneticilerinin hangi partilerden milletvekili olduğunu defalarca gördük. Bu nedenle, bu sendikaların etkilendikleri siyasi organizasyonlardan bağımsız hareket etmelerini de bekleyemeyiz.
Dolayısıyla sendikalar ve emek örgütleri sınıf perspektifiyle hareket ettiğinde, işçiler arasında gerçekten barışı konuşmaya başlayabileceğiz.
Barışın toplumsallaşabilmesi yalnızca siyasi aktörler arasındaki müzakerelerle değil, toplumun en geniş kesimlerinin sürece katılımıyla mümkündür. Bu noktada demokratik kitle örgütlerine özel bir görev düşmektedir. Mahalle derneklerinden kadın örgütlerine, gençlik yapılarından çevre hareketlerine kadar bütün toplumsal dinamikler -ki bunların tamamı aynı zamanda işçi sınıfının bir parçasıdır- barışın yalnızca silahların susması olmadığını; aynı zamanda eşitlik, adalet ve özgürlük temelinde yeniden inşa edilmesi gerektiğini vurgulamalıdır.
Emek örgütleri, yani sendikalar, işçi dernekleri ve platformlar, bu sürecin omurgasını oluşturabilir. Çünkü işçi sınıfı, üretimden gelen gücüyle toplumsal barışın en güçlü dayanağıdır.
Savaş politikaları, emekçilerin yoksullaşmasına, sendikal haklarının bastırılmasına ve toplumsal bölünmelerin derinleşmesine yol açmaktadır. Bu nedenle emek örgütlerinin görevi, barış talebini işçilerin gündelik yaşamıyla buluşturmaktır. Bunun anlamı, “Savaş bütçesine değil, emekçilere kaynak!” diyebilmek ve “Barış olmadan ekmek de olmaz!” şiarını yayabilmektir.
Barışın toplumsallaşması için işçilerin barış, demokrasi ve ekmek talepleri ortak bir mücadele hattında birleştirilmelidir
Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nda görüşleri alınmak üzere emek örgütlerinin de davet edildiğini biliyoruz. Emek örgütleri ve Komisyon arasında ilişkilenme biçimi nasıl olmalı? Komisyonun yapısı ve çalışma perspektifine ilişkin değerlendirme, eleştiri ve önerileriniz nelerdir?
Kalıcı barış ve demokratikleşme için işçi örgütlerinin özgün talepleri şu başlıklar etrafında şekillenebilir:
- Sendikal örgütlenme ve grev hakkının hiçbir baskıya uğramadan güvence altına alınması,
- Kaynakların savaşa değil, işçi ücretlerine, sosyal haklara ve kamu hizmetlerine ayrılması,
- Tüm halkların eşit yurttaşlık haklarının tanınması, dil ve kimlik üzerindeki baskıların kaldırılması,
- İfade, basın ve örgütlenme özgürlüğünün genişletilmesi,
- Demokratik bir anayasa sürecinde emekçilerin taleplerinin merkezde yer alması.
Özetle, barışın toplumsallaşması için demokratik kitle örgütleri toplumu seferber etmeli; emek örgütleri ise işçilerin barış, demokrasi ve ekmek taleplerini ortak bir mücadele hattında birleştirmelidir. Emek örgütleri, Komisyon ile ilişkisini salt bir “danışma” düzeyinde değil; karar süreçlerine doğrudan katılım ilkesi üzerinden kurmalıdır. Görüş sunmanın ötesine geçerek, alınacak kararların emekçiler lehine uygulanabilir olması için denetleyici ve yönlendirici bir rol üstlenmelidirler. Komisyon toplantılarının ve alınan kararların şeffaf olması; işçi temsilcilerinin yalnızca sembolik değil, etkili aktörler olarak sürece dahil edilmesi elzemdir.
Komisyonun yapısına dair eleştirilerimizi şu şekilde dile getirebiliriz: Eğer Komisyon yalnızca siyasal partiler, devlet kurumları ve sermaye çevreleriyle sınırlı tutulursa, bu durum emekçilerin taleplerini gölgeler. Bu nedenle yapısı eşit temsile dayalı olmalı; karar alma mekanizmalarında “danışmanlık” değil, ortak karar hakkı tanınmalıdır. Aksi halde süreç, göstermelik bir katılıma indirgenir. Komisyon, toplumsal kesimlerin çeşitliliğini yansıtmalı; sendikalar, meslek odaları, kadın örgütleri, gençlik örgütleri ve göçmen temsilcileri mutlaka yer almalıdır.
Çalışma perspektifi açısından önerilerimiz şunlardır: Komisyonun görevi salt “barışı tesis etmek” değil; barışı emek, adalet ve demokrasi ekseninde toplumsallaştırmak olmalıdır. Çalışma usulleri demokratik temelde yürütülmeli; düzenli toplantılar yapılmalı, alınan kararlar kamuoyuna açıklanmalı ve emekçilerden gelen talepler raporlanmalıdır. Emek örgütleri ise işçi sınıfının özgün taleplerini -insanca yaşam ücreti, güvenceli çalışma, örgütlenme özgürlüğü ve sendikal hakların korunması- bu platformda sürekli gündemde tutmalıdır.
Sonuç olarak, emek örgütleri, Komisyon’la ilişkisini “davet edilen misafir” olarak değil, toplumsal barışın asli kurucu unsuru olarak kurmalıdır. Komisyonun kalıcı ve güven verici bir rol oynayabilmesi için demokratik, eşit ve şeffaf bir işleyiş zorunludur.
Ekonomik talepler ile barış ve demokrasi talepleri birbirinden ayrı düşünülemez
Erdoğan-Şimşek programıyla ücretler baskılanıyor ve emekçiler her geçen gün daha fazla yoksullaşıyor. Son dönemde emek örgütleri genel grev genel direniş çağrısını yükseltiyor. Bu süreçte işçi ve memur sendikaları birleşik bir mücadele hattı örebilir mi? Ekonomik talepler ile barış ve demokrasi talepleri nasıl buluşturulabilir?
Ücretlerin baskılanması ve alım gücünün hızla erimesi, işçi ve emekçileri en temel yaşam ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak hale getiriyor. Bu tablo yalnızca ekonomik bir krizin değil, aynı zamanda siyasal bir tercihin sonucudur. Erdoğan–Şimşek programı, sermaye sınıfının çıkarlarını güvence altına almak için uygulanmaktadır. Bu nedenle mücadele, yalnızca ücret artışları ya da ekonomik taleplerle sınırlı kalamaz.
Genel grev ve genel direniş çağrılarının yükselmesi, işçi sınıfının mücadele potansiyelinin görünür hale geldiğini göstermektedir. Buradaki kritik nokta, işçi sendikaları ile memur sendikalarının ortak bir hatta buluşabilmesidir. Çünkü aynı program, hem kamu emekçilerini hem de özel sektör işçilerini aynı biçimde yoksullaştırmaktadır. Birleşik mücadele, farklı kesimlerin ortak çıkarlarının öne çıkarılmasıyla mümkün olabilir.
Ekonomik talepler ile barış ve demokrasi talepleri birbirinden ayrı düşünülemez. Baskı rejimi ve savaş politikaları, işçi sınıfının örgütlenmesini ve hak arayışını bastırmanın en etkili araçlarıdır. Demokrasi olmadan sendikal özgürlükler, grev hakkı ve toplu sözleşme hakkı kullanılamaz; barış olmadan ise kaynaklar halkın refahına değil, savaşa ve silaha aktarılır. Dolayısıyla ücret mücadelesi, özgürlük ve barış mücadelesiyle birleştiğinde gerçek anlamını bulur.
Kısacası, ekonomik talepler ile siyasal-demokratik talepler aynı zeminde buluşturulmalı; işçi sınıfı kendi bağımsız hattıyla toplumsal muhalefetin öncüsü haline gelmelidir.
