ABD’nin ve dünyanın başına gelen en büyük felaketlerden biri olan Donald Trump 4 Şubat 2025’te İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ile yaptığı ortak basın toplantısında şunları söyledi (bozuk ifade kendisine ait, köşeli parantezlerle biraz iyileştirmeye çalıştım, yine de pek olmadı!):
“…Vicdan sahibi ilgili ülkelere gitmeliyiz ve [oralarda] Gazze’de yaşayan bir milyon Filistinlinin yerleşeceği, ölümü ve yıkımı, kötü kaderlerini sonlandıracak çeşitli alanlar inşa etmeliyiz. …
“[Filistinliler] evlerle dolu güvenlikli bir bölgede yerleşebilir ve [Gazze’ye] geri dönüp [aynı şeyleri] tekrar yapmak zorunda kalmak yerine hayatlarını barış ve uyum içinde sürdürebilirler. ABD, Gazze Şeridi’ni devralacak ve biz de orada iş yapacağız.
“[Oraya] Sahip olacağız ve alandaki tehlikeli patlamamış bombaların ve diğer silahların sökülmesinden sorumlu olacağız, alanı düzleyeceğiz ve yıkılmış binaları ortadan kaldıracağız, düzleyeceğiz. Bölge halkı için sınırsız sayıda iş ve konut sağlayacak bir ekonomik kalkınma yaratacağız. Gerçek bir iş yapacağız, farklı bir şey yapacağız…
“Muhteşem bir şey yapma fırsatımız var. Sevimli olmak istemiyorum. Ukala olmak istemiyorum. Ama bu Orta Doğu’nun Rivierası, çok muhteşem olabilecek bir şey olabilir.”
Gazze’yi patlamamış bombalardan ve enkazdan değil Filistin halkından temizlemeyi amaçlayan Trump, onları Mısır ve Ürdün gibi üçüncü ülkelere taşıma niyetinde. Filistin halkının bölgeye yeniden dönüşünü öngörüp görmediği kendisine sorulduğunda, bunun yerine bölgenin “dünya halklarına” ev sahipliği yapabileceğini, ABD’nin “uzun vadeli bir mülkiyet pozisyonu” öngördüğünü söylemiş.
Trump bu görüşlerini 9 Şubat’ta şöyle netleştirdi:
“Bence insanların, Filistinlilerin ya da Gazze’de yaşayanların bir kez daha geri dönmelerine izin vermek büyük bir hata ve Hamas’ın geri dönmesini istemiyoruz. Burayı büyük bir emlak alanı olarak düşünün ve Amerika Birleşik Devletleri buraya sahip olacak ve biz de yavaş yavaş –çok yavaş, acelemiz yok– burayı geliştireceğiz. Yakında Orta Doğu’ya istikrar getireceğiz.”
Yani bu bir tehcir planı!
Amerika Birleşik Devletleri tarihi tehcire hiç yabancı değil. 1830-1850 tarihleri arasında, Başkan Andrew Jackson’la başlayıp Başkan Zachary Taylor’la biten, altı ABD başkanının başrollerde olduğu yirmi yıllık dönemde (hani çocukluğumuzda “Kızılderili” diye bize belletilen) Kuzey Amerika yerlileri kendi topraklarından zorla uzaklaştırılarak rezervasyonlara yerleştirildi. “Trail of Tears” (Gözyaşı Yolu) diye adlandırılan bu tehcir sırasında Cherokee, Creek, Chickasaw, Choctaw, Seminol ve Navaho kabilelerinden yaklaşık 60,000 yerli Mississippi Nehri’nin batısındaki “Kızılderili Bölgesi”ne sürüldü. Binlerce insan yolculuk sırasında hastalık, açlık ve soğuktan hayatını kaybetti ve yerli halkların kültürleri büyük zarar gördü.
ABD hükümeti, tehciri kendi halkına yerli halkları “medenileştirme” misyonu olarak sundu. Yerli halkların “geri kalmış” ve “vahşi” olduğu, Avrupalıların ise “uygar” ve “medeni” olduğu fikri yaygın olarak savunuldu. Bu söylem, tehcirlerin yerli halkların iyiliği için yapıldığı, onların daha iyi bir yaşama kavuşacağı iddiasını da içeriyordu. Tehcir güvenlik gerekçesiyle de savunuluyor, yerli halkların beyaz yerleşimcilere saldırılar düzenlediği, bu nedenle gerekli olduğu söyleniyordu.
Oysa bu tehcirin en önemli nedeni, beyaz yerleşimcilerin ve hükümetin yerli topraklarına duyduğu ihtiyaçtı. Hükümet, bu durumu genellikle “yerli halkların toprakları verimli kullanamadığı” veya “toprakların boş olduğu” gibi gerekçelerle meşrulaştırmaya çalıştı.
ABD kurulmadan çok önce Afrikalıların yurtlarından koparılıp köle olarak çalıştırılmak üzere “Yeni Dünya”ya getirildiğini ve beyaz Amerikan uygarlığın temelinin bu tehcirle atıldığını biliyoruz. Yani Amerika yerlilerinin maruz kaldığı tehcir bu ülkedeki ilk tehcir değildi. Ama maalesefe sonuncusu da olmayacak, ABD hükümeti II. Dünya Savaşı sırasında batı kıyısında yaşayan Japon asıllı Amerikalıları (yaklaşık 120.000 kişi) toplama kamplarına yerleştirecekti.
Tehcir konusunda sicili temiz bir ülke var mıdır emin değilim! Saymakla bitmez ama bunların bir bölümünden söz edelim burada!
İber Yarımadası’nın Hıristiyanlaraca “yeniden fethi” (Reconquista) sonrasında Müslüman ve Yahudilerin tehciri, İspanya tarihinin en dramatik ve trajik süreçlerinden biri oldu. 1492 Elhamra Kararnamesi ile yaklaşık 200,000 Yahudi İspanya’dan sürülerek mallarına el konuldu. Yaklaşık 300,000 Müslüman da İspanya’dan çıkarılıp malları müsadere edilerek Kuzey Afrika ülkelerine sürgün edildi. Din değiştiren Müslümanlar (Moriskolar) bile kendilerini bu sürgünden kurtaramadı.
Britanya sömürgecileri Avustralya Aborijinlerini 1788’den itibaren geleneksel topraklarından çıkardılar. “Terra Nullius” (boş toprak) doktrini ile Aborijinlerin toprak hakları yok sayıldı. Birçok Aborijin topluluğu çöllere ve verimsiz bölgelere sürüldü. Bu süreçte hastalıklar, çatışmalar ve yaşam koşulları nedeniyle büyük nüfus kayıpları yaşandı
Yeni Zelanda’da da Maori toprakları sistematik olarak beyaz yerleşimcilerce ele geçirildi. 1860’larda büyük toprak müsadereleri yaşandı ve Maori toplulukları daha küçük ve genellikle daha verimsiz alanlara sürüldü.
19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle Doğu Anadolu Bölgesi’nde büyük bir Ermeni nüfusu yaşamaktaydı. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu İtilaf Devletleri’ne karşı savaş halindeyken bazı Ermeni gruplarının yerel ayaklanmalar düzenlemesi ve Rusya ile işbirliği yapması üzerine, Osmanlı Hükümeti 24 Nisan 1915 tarihinde bir ferman yayınlayarak, Ermenilerin tehcir edilmesine karar verdi. Tehcir kararı, Ermenilerin yaşadıkları bölgelerden alınarak Suriye, Lübnan ve Filistin gibi Osmanlı topraklarına zorla göç ettirilmesini içeriyordu. Tehcir sonucunda, yüz binlerce Ermeni hayatını kaybetti ve Ermeni nüfusu büyük ölçüde ülke topraklarından “temizlendi.” Tehcir edilen Ermenilerin geride kalan malları da emval-i metruke (terk edilmiş mülk) kabul edilip müsadereye uğradı.
Bu tehcirin üzerinden daha on yıl bile geçmeden hayata geçirilen 1923’teki Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi de bir tehcir anlaşmasıydı. Mübadele sonucunda, yaklaşık 1.2 milyon Ortodoks Hıristiyan Yunanistan’a, 400 bin Müslüman Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı.
“İskâna tabi tutmanın” ya da “zorunlu iskânın” Osmanlı ve erken cumhuriyet döneminin sık başvurduğu bir yöntem olduğunu hatırda tutarsak tarihimizde irili ufaklı birçok tehcir bulunduğunu da irkilerek fark ederiz!
Nazi Almanyası döneminde, Yahudiler hem Almanya’dan hem de Alman işgali altına giren birçok Avrupa ülkesinden toplanarak toplama kamplarına gönderildi ve burada sistematik biçimde katledildi. (Ne garip ve ne trajiktir ki tarihin en büyük soykırımına maruz kalan Yahudilerin önemli bir bölümünün yaşadığı İsrail’de Netanyahu hükümeti Filistin halkına soykırım uyguluyor.)
Sovyetler Birliği döneminde, Stalin rejimi Çeçenleri, İnguşları, Kırım Tatarlarını, Kafkasya Almanlarını ve Polonyalıları kendi topraklarından zorla uzaklaştırarak Sibirya ve Orta Asya gibi bölgelere sürdü. Bu tehcirler sırasında binlerce insan hayatını kaybetti.
Hindistan ve Pakistan’ın 1947’de ayrılması sonucunda Müslüman veya Hindu milyonlarca insan doğup büyüdükleri topraklardan kovalandı.
Çin hükümetinin, Sincan bölgesinde yaşayan Uygurları toplama kamplarına göndermesi, zorla çalıştırması da halen devam etmekte olan bir trajedi.
Ne yazık ki tehcir, insan toplulukları arasındaki iktidar ve kaynak mücadelesinin tarihsel bir biçimi. Ama sömürgecilik, emperyalizm ve milliyetçilik çağında, yani 15. yüzyıldan 21. yüzyıla kadar uzanan dönemde tehcir siyaseti çok sistematik hale geldi ve boyutları milyonlarca insanı kapsayacak kadar genişledi.
Tehcir ve çoğunlukla ona eşlik eden katliamlar bu felakete maruz bırakılanlarda, sonraki kuşaklara da aktarılan güçlü bir yaralanma duygusu (travma) bırakır. Toplumsal kimliğin parçalanması, güven duygusunun yitirilmesi, kendini aşağılanmış hissetme, bir yere bir topluluğa ait olma duygusunun zedelenmesi, insanların tanıdık çevrelerinden ve sosyal destek ağlarından koparılmasının yarattığı uyum sorunları akla gelen başlıca etkiler. Ama tehcir sırasında yaşanan insani ve maddi kayıpların acı hatırası, bir türlü kurtulunamayan öfke ve yas gibi duygular bunların tümünden daha kötü olmalı. Sonraki kuşaklarda da süren bu etkilere, kültürel kimliklerin, dillerin, gelenek ve değerlerin zayıflamasının yarattığı kayıp duygusu ve sürekli bir “geri dönüş” hayali eklenir. Ebeveynlerin veya büyükanne ve büyükbabaların yaşadığı acılar, çocukların ve torunların psikolojisini derinden etkiler, sonraki kuşaklara “aktarılan travma” anksiyete, depresyon, öfke, güvensizlik gibi sorunlara yol açabilir.
Tüm bu acılar tehciri uygulayanlar için bir şey ifade etmez, onların gözleri milli, dini, ekonomik veya siyasi bir amaca ulaşmak için önlerinde engel olarak gördüklerini bertaraf etmekten başka bir şey görmez. Bu nedenle halkların iktidarları dizginleyebilecek, engelleyebilecek bir bilince ve kapasiteye ulaşabilmeleri gelecekte benzer trajediler yaşamamanın en önemli çaresi gibi görünüyor. Hele de uluslararası hukukun, birçok ülkedeki iç hukuklar gibi iflas ettiği şu yaşadığımız günlerde. Unutulmamalı ki Netanyahu hükümetinin soykırım siyasetine en büyük ve sürekli karşı çıkış İsrail’de veya dünyanın başka yerlerinde yaşayan Yahudilerden geldi. Katilleri durdurmaya yetmedi, ama belki onlar da olmasa bu trajedi daha da uzayıp gidecekti, kim bilir!
Tehcir sözcüğü Arapça hicretten yani göç etmekten geliyor. Hicret bir tür gönüllülük içerse de, tehcir, daima zorla yaptırıldığından “zorla göç ettirme, göçe zorlama, yerinden sürülme” demek.
Tehcire kaynaklık eden hicret sözcüğünün ise, ayrılık acısı, “insanın içinde yer eden, unutulmaz, onulmaz, dinmez acı” anlamlarına gelen Arapça hecr (hicrân) mastarından türemiş olması, insanların yurdundan ve toprağından koparılmanın anlamını çok iyi kavradığını göstermiyor mu?
Dünya ve Türkiye edebiyatında da tehcirlerin yarattığı acıları dile getiren birçok eser var. William Saroyan, Dido Sotiriyu, Amerikan yerlilerinin tehcirini anlatan Louise Erdrich, kendisi de bir Amerikan yerlisi olan şair Joy Harlo akla gelen birkaç isim.
Ama bence burada kendisini anmamız gereken kişi Filistinli şair Mahmud Derviş. Halen İsrail sınırları içinde bulunan, Akka yakınlarındaki Birve Köyü’nde doğan ve daha yedi yaşındayken ailesiyle birlikte Lübnan’a kaçmak zorunda kalan şairin bir şiirini buraya alıyorum. Çeviri Mehmet Hakkı Suçin’e ait.
Kimlik Belgesi
Kayda geçir!
Ben bir Arabım
Kimlik numaram elli bin
Çocuklarım sekiz
Dokuzuncusu yolda bu yaz sonunda
Kızıyor musun?
Kayda geçir!
Ben bir Arabım
Emeğin yoldaşlarıyla çalışıyorum taş ocağında
Çocuklarım sekiz
Taştan çıkarıyorum ekmeklerini
Elbise ve defterlerini
Ne sadaka dileniyorum kapında
Ne de küçülüyorum
Kapının eşiğinde
Öyleyse kızıyor musun?
Kayda geçir!
Ben bir Arabım
Unvanı olmayan bir ad’ım
Çok sabırlıyım
Her şeyin öfkeden köpürerek yaşadığı bir diyarda
Köklerim
Zamanın miladından önce demir attı
Çağlar açılmadan önce
Serviden ve zeytinden
Otlar boy atmadan önce…
Soylu efendilerden değil babam
Karasaban süren bir aileden
Bir çiftçiydi dedem
Ne asildi ne de asilzade!
Güneşin ihtişamını öğretti bana okumadan önce
Evim bir bekçi kulübesi
Ağaç dalları ve kamıştan
Memnun ediyor mu seni bu hâlim?
Ben unvanı olmayan bir ad’ım!
Kayda geçir!
Ben bir Arabım
Saç rengim kömür karası
Gözlerim kahverengi
Ayırıcı özelliklerim:
Kafamda kefiye üzerinde duran bir agel
Ve kaya gibi sert avuçlarım
Dokunanı tırmalar
Adresim:
Ücra bir köydenim
Sokakları adsız
Unutulmuş
Tüm erkekleri tarlada, taşocağında
Öyleyse kızıyor musun bana?
Kayda geçir!
Ben bir Arabım
Gasp ettin atalarımın bağlarını
Ben ve çocuklarımın sürdüğü toprakları
Bir şey bırakmadın, ne bize ne de torunlarıma
Bu kayalardan başka…
Onları da aşıracakmış hükümetiniz,
ne diyorsun buna?!
Madem öyle yaz!
İlk sayfanın en başına:
İnsanlardan nefret etmem
Ve gasp etmem kimsenin haklarını
Ama aç kalınca
parçalarım beni gasp edenin etini
Öyleyse kork, korkmalısın açlığımdan
Ve öfkemden!