Mustafa Kemal KAÇAROĞLU, 48 yıl önce kaçırıldıktan sonra işkence edilerek öldürülen Kurtuluş Hareketi üyesi ve Teknik Güç Dergisi Yazı İşleri Müdürü Zeki Erginbay için yazdı: “Mahir Çayan’ın dediği gibi, yolumuz bu yolda düşenlerin yoludur.”
“Dün gece seyrimde gördüm cerenim.
Kızlar ne kadar çok seviyorlarmış ki seni
Mosmor olmuş gülyazısı bedenin
Mosmor olmuş gülyazısı bedenin
Düşmüş sanki erguvanlar içinde
En genç burcu yıldızdan bir kalenin
En genç burcu yıldızdan bir kalenin
Uçmuş sanki uçsuz bir uçuruma
Gökyüzünün çakır gözlerinden
Gökyüzünün çakır gözlerinden
Düşmüş bir damla, bir deniz feneri
Işınlarıyla şile bezlerinin
Güdüyor çobansız kalmış tekneleri”
-Can Yücel
Bu yıl Zeki Erginbay’ın katledilişinin 48. yılı.
1948’de Sabahattin Ali ve 1969’da Taylan Özgür’ün öldürülmesinden sonra Zeki Erginbay’ın katledilmesi, Türkiye’de işlenmiş en büyük faili meçhul cinayetlerden birisidir. Zeki, faşist hareket ve kontrgerilla iş birliği ile katledildi. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde (İTÜ) faşist bir öğrencinin öldürülmesinde payı olduğu yorumları yapılmış olsa da, bu izahın yeterli olmadığı kanaatini yıllardır taşımaktayız.
Zeki, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) bağlamında öğrenci hareketinde etkin bir isimdi. Yetenekleri, politik birikimi ve örgütçülüğü ile daha öğrenciyken İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Teknik Güç Dergisi yazı işleri müdürlüğünü üstlenmişti. İMO’daki nüfuzu üzerinden Tüm Teknik Elemanlar Derneği’nde (TÜTED) önemli görevler sürdürüyordu. TÜTED dolayısıyla da Türkiye Mimar ve Mühendisler Odalar Birliği (TMMOB) zemininde konumlanmış Demokratik Kitle Örgütleri üzerinde de önemli bir etkiye sahipti. TMMOB’te “mühendislerin sorunları halkın sorunlarından ayrı olarak çözülemez” ilkesi doğrultusunda tüm ezilenlerin mücadelesini sahiplenmekteydi. Zeki’nin Demokratik Kitle Örgütleri üzerindeki bu etkisinin oligarşi tarafından görülmemesi söz konusu olamazdı.
12 Mart darbesi sosyalist harekete ciddi bir darbe indirmiş olsa da, toplumsal muhalefetin önüne geçemedi. Devrimci hareketin gençlik ve işçi sınıfı içerisinde kitleselleşmeye başlamış olması, oligarşinin sınıf mücadelesinin önünü kesmek için farklı yöntemleri sahaya sürmesini beraberinde getirmişti. Bu yöntemlerden birisi, Ecevit’in “ortanın solu” politikasıydı. Ecevit, 12 Mart Darbesi’nin yarattığı tepkileri arkasına alırken; “toprak işleyenin, su kullananın”, “emek en yüce değerdir”, “ne ezilen ne ezen; insanca, hakça bir düzen” sloganlarıyla sosyalistlerin yeniden örgütlenmesini ve toplumsal muhalefetin bağımsız bir biçimde gelişmesini engellemek istiyordu.
Oligarşinin sınıf mücadelesini bastırmak için başvurduğu diğer yöntem ise, faşist hareketi devrimci hareketin üzerine saldırtmak olmuştur. 1971 öncesinde mitingleri dağıtma, devrimcileri yıldırma, okulları yer yer işgal etme biçiminde olan eylemleri, artık iyice profesyonelleşmiş vurucu timler ile sosyalistlerin üzerine saldırarak, okulları, mahalleleri, fabrikaları, iş yerlerini işgal edip buralarda faşist yapılar oluşturma ve sosyalistlere yaşam alanı bırakmamak biçimini almıştır.
Oligarşi, 60’lı yılların ortalarında ABD emperyalizminin, Soğuk Savaş’ın bir öğesi olarak komünizme karşı oluşturduğu özel harp örgütlerini (Gladio, Gayrinizami harp dairesi) yani kontrgerillanın NATO çerçevesinde T.C.’de de geliştirilmesi ve bunu sivil faşist bir hareketle kucaklaşmasını amaçlamıştı.
Bu arada belirtmekte yarar var, 1970’lerde emperyalizmin dünya ölçeğinde ekonomik planda ithal ikameci sistemden, monetarizm de denen neoliberal bir sisteme geçişin adımları da atılmaktadır. Bu, aynı zamanda çevre ülkelerin de bu sisteme uyması demekti. Türkiye de buna dahildi. Böyle bir politikanın kitlelere, yani işçi sınıfı ve ezilenlere maliyeti daha fazla yoksulluk demekti. Bu da kitlelerin bunu kolay kabul edemeyecekleri ve dolayısıyla isyan edecekleri anlamına geliyordu. Ancak cunta koşullarında bu ağır ekonomi modeli uygulanabilirdi. Nitekim de öyle oldu, 12 Eylül cuntası ile bu gerçekleşmiş oldu.
Şimdi tüm bu anlatımlardan sonra, Zeki Erginbay’ın öldürülmesinin ve hemen peşinden 1977 1 Mayıs katliamı göz önüne getirildiğinde, cuntanın koşullarının hazırlanması açısından ölüm nedeni daha iyi anlaşılır hale gelir.
Zeki Erginbay ile yollarımız, 70’lerde Dev-Genç’ten sonra, İstanbul’da kesişti. Zeki, İstanbul DEVGENÇ bölge yürütme kurulu üyesiydi. Ankara’ya DEV GENÇ toplantıları için geldiğinde görüşürdük. Araya 12 Mart mahpusluk yılları girmişti. O, İstanbul cezaevlerinde; biz de Ankara Mamaktaydık. O da bizim gibi cepheciydi. Zaten Dev-Genç ve Cephe davasından da yargılandı. Ve bizim gibi, 74 Ecevit affıyla dışarı çıktı.
Zeki, 12 Mart sonrası Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile ilişkilenmişti. Aynı zamanda Genç Sosyalistler Birliği (GSB) ile de ilişki sürdürüyordu. Onun bu siyasi konumlanışı, esas olarak işçi sınıfının devrimdeki rolünden kaynaklanan bir duruştu. Süreç içinde Kurtuluş ile ilişkilenmesinin temelinde de bu sınıfsal yaklaşım belirleyici olmuştu. Ama bunun yanında, o dönem açısından monolitik sosyalizm anlayışı etkili olsa da, Kurtuluş’un birlikçi yaklaşımının önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum.
Henüz Kurtuluş Dergisi çıkmamıştı. Fakat daha sonra, Kurtuluş’u oluşturacak arkadaşlar olarak 71 direnişi ile ilgili düşüncelerimizi “Geçmişin Değerlendirilmesi ve Yol Ayrımı” başlığı altında teksir ile basıp illere dağıtmıştık. Bunun yanında yine teksirle, “Sosyal Emperyalizm mi, Büyükhan Şovenizmi mi” ve “Milli Mesele” başlığında iki broşür daha yayınlamıştık.
“Yol Ayrımı” yazısında, bilindiği gibi Mahir Çayan’ın “kesintisiz devrim”deki “Öncü savaşı” eleştirisinden yola çıkarak, işçi sınıfının devrimdeki tarihsel rolü, yani öncülüğü açıkça şöyle belirtiliyordu:
“Proleterya partisinin siyasal önderliği altında sıcak mücadele doğru biçimini bulacak ve kitlelerin kavrayışıyla, yenilmez bir güç olarak anti-oligarşik devrime kadar yenilgilerden geçerek ilerleyecektir. Bu mücadelede işçi ve köylülerin önderi, modern sanayi proletaryası temeli üzerinde yükselecek olan proletarya partisi olacaktır.”
Zeki ile yaptığımız bazı istişarelerden sonra aramızda saygı ve güvene dayalı bir ilişki gelişti. O, GSB’nin de ikna edilmesi gerektiğine inanıyordu. GSB, ağırlıkla genç işçilerin oluşturduğu bir işçi gençlik örgütüydü. Sınıfla ilişkiler bağlamında önem verilmesi gereken bir çevreydi. Şöyle ki; 12 Mart’ın hemen sonrasında Taksim’de izinsiz fiilen gerçekleştirilmiş 1976 ilk 1 Mayıs’ta, GSB’nin 2500 kişi civarında bir kitleyi yürüttükleri söylenmişti. Ben, İstanbul’da olduğum halde kaçak durumda olduğum için katılamamıştım. Gerek Ankara’dan gelip 1 Mayıs’a katılan Mahir Sayın, gerekse İstanbul’daki arkadaşlardan bu bilgiyi almıştım. Başlarında cephe davasından yargılanmış Baykal Gürsoy vardı.
Zeki aracılığıyla Baykal ve arkadaşlarıyla birkaç görüşme yaptık diye hatırlıyorum. Bu görüşmelerde Zeki de vardı. Bu görüşmelerden sonra, ilişkilerde yol alabilmek için teorik bir tartışma gereği ortaya çıkınca, Mahir Sayın’ın Zeki ile birlikte bu görüşmelere devam etmesini daha uygun gördük. Bu arada, 1976 Haziran’ında Kurtuluş dergisi de yayınlanmaya başlamış ve Türkiye genelinde de etkisi hissedilmeye başlamıştı. Dergi ile birlikte grubumuz da siyaset sahnesine çıkmış oldu. Ve ismimiz de Kurtuluş Grubu oldu. Kurtuluş ismi, THKP’nin yayın organının ismi olduğu için benimsenmişti.
Tartışmalar sonunda GSB’liler, birkaç gün tavırlarını belirlemek için izin istediler. Bu arada Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile görüştükleri bilgisine Zeki üzerinden sahip olduk. Çünkü GSB içinden bazıları da kendilerini TKP’ye daha yakın görüyormuş. Zeki, baskın eğilimin bizle beraber yürüme yönünde olduğu bilgisini vermişti. Birkaç gün sonra, Baykal Gürsoy ile birlikte, GSB’nin hemen hemen tümünün TKP’ye geçtiği bilgisi bize ulaştı. Beklentilerimiz açısından bir şok etkisi yaratmadığını söyleyemem. Burada önemsediğimiz, İstanbul gibi bir proletarya kentinde diri ve canlı bir işçi kitlesine sahip olmalarıydı. Nitekim TKP’nin, sendikalar (DİSK) üzerinde süreç içerisinde bir güce ulaşmasında GSB’nin payı azımsanamaz.
Zeki, Kurtuluş tercihini çok önce yapmıştı. Fakat devrimci kamuoyuna açıklamamıştı. Nedeni de, GSB ile yapılan tartışmalarda olumsuz bir etki yapabileceği düşüncesiydi. GSB, TKP’ye geçtiğini ilan edince, Zeki de Kurtuluşçu olduğunu kamuoyuna açıkladı.
Zeki, örgütçü, çalışkan, kararlı, yetenekli ve ideolojik–politik birikime sahip bir yoldaşımızdı. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, devrimci gençlik hareketindeki gençlik önderliği yanında, Demokratik Kitle Örgütleri üzerinde azımsanmayacak bir popülaritesi ve ağırlığı vardı. Sınıfın örgütlenmesine verdiği önem bağlamında, sınıfla ilişkiler konusundaki yaklaşımı değerlendirdiğimizde, Zeki tam bir işçi sınıfı devrimcisiydi.
Zeki, Kurtuluş’un olduğu kadar Türkiye Devrimci Hareketi’nin de önemli bir kaybı olmuştur. Yaşamış olsaydı, bugün Türkiye Devrimci Hareketi’nin önderlerinden birisi olması kaçınılmazdı.
Zeki’den önce, Kurtuluş’un gençlik ilişkileri belli sınırlılıktaydı. Daha çok İstanbul Üniversitesi merkez bina etrafında şekilleniyordu. Bir de Çiçekçi’de genç ve militan bir kadro vardı. İTÜ’de ilişkilerimiz yok denecek kadar azdı. Zeki ile birlikte, İTÜ’de önemli gençlik kadrolarımız olmuştu. Zeki yine, Pendik Sapanbağları ve Maltepe’de TİP’ten gelen işçi ilişkilerini de Kurtuluş’a taşımıştı. Bu anlatımlardan da çıkarılacağı gibi, Zeki’nin, Kurtuluş’un İstanbul örgütlenmesinde önemli katkıları olmuştu.
İMO üzerinden TÜTED ve Demokratik Kitle Örgütleri üzerindeki etkisi de dikkate alındığında, Zeki istese o günkü koşullarda tek başına bir grup kuracak potansiyel ilişkilere sahipti. Sıcak yoldaşlık ilişkileri içerisindeki sohbetlerimizde, Zeki’yi daha iyi tanıma fırsatı buldum. Devrime her şeyini verecek bir özveri anlayışına sahipti. Ve devrimin, oligarşi karşısında, işçi sınıfı temeline dayalı ciddi bir politik güçle olacağının bilincindeydi. Bu nedenle sosyalistlerin birliğine özel bir önem veriyordu.
Kurtuluş’un gençlik içindeki yayını olarak düşündüğümüz KURTULUŞ İÇİN İLERİ dergisini, Zeki ile birlikte gençlikten bir kısım arkadaş ile tasarlamıştık. Zeki’nin, bu yayının çıkarılmasında; gerek teknik planda, gerekse politik içeriğinin belirlenmesinde çok özel katkıları olmuştu. O dönemi yaşayan arkadaşların da bildiği gibi, KURTULUŞ İÇİN İLERİ dergisi, İMO’da Teknik Güç olanakları ile çıkartılmıştı.
Zeki, GSB ile birlikte davranırken, TKP üzerine eleştirileri olan bir yazı taslağı hazırlamıştı. Mahir Sayın ile birlikte, Zeki’yi bu yazısını biraz değişiklikle Kurtuluş Sosyalist Dergi’de yayınlanmasına ikna etmiştik. Ve nitekim, Kurtuluş’un 6. sayısında bu yazı “TKP ÜZERİNE” başlığı ile yayınlanmıştı.
Zeki Erginbay’ın ölümüne gelince; Zeki, Kurtuluş ile irtibatlandığında, Kurtuluş’un henüz resmi bir örgütlenmesi yoktu. Gerek Kurtuluş Sosyalist Dergi’nin çıkarılması, gerekse örgütlenme çalışmaları konusunda beş kişilik doğal bir önderlik karar veriyordu. Yeni yeni Leninist kolektif bir örgütlenme anlayışının teorik olarak kavranması için kadro eğitimleri yapılıyordu. Benim de içinde bulunduğum gayri resmi İstanbul komitesi gibi bir şey oluşturmuştuk. İstanbul’da böyle bir süreç başlatmıştık. Zeki de bunun bir üyesiydi. Nişantaşı’nda Doğan Tarkan’ın evinde, İstanbul’un sorunlarını tartıştığımız bir toplantının bitiminden sonra, Zeki ile birlikte evden ayrıldık. İMO, Doğan’ın evine yakındı zaten. Ben de başka bir yere geçecektim. Halasgargazi’ye doğru Zeki ile yürürken, “Kaçar, bugünlerde arkamda birilerinin dolandığını hissediyorum, sanki takip ediliyormuşum gibi bir durum var. Bana bir silah gönderir misin?” dedi. Faşistlerce takip edildiği hissiyatı uyandı bende. Zeki’ye, Feriköy Kültür Derneği üzerinden istediği şeyi en kısa sürede göndereceğimi ifade ettim. Zeki’den ayrıldıktan sonra, işin önemi itibariyle aynı gün Feriköy’de sorumlu arkadaşa ulaştım ve Zeki’ye istediği şeyin gönderilmesi bilgisini ilettim. Ama ne yazık ki, ertesi gün öğlen civarında Zeki’nin kaybolduğu haberi geldi. İlk önce aklımıza kötü bir şey gelmedi ama tedirgin olduk.
Günler geçtikçe işin ağırlığını hissetmeye başladık. İstanbul 1. Şube olduğu yönünde alınan bilgiler teyit edilemedi. O tarihlerde, faşist katillerin karargahı olan Edirnekapı öğrenci yurdunda sorgulandığına dair kimi ihbarlar alınıp, suç duyurusunda bulunulduysa da bundan sonuç alınamadı. Bütün aramalara rağmen bulunamayan Zeki’nin kaçırılmasından 12 gün sonra, 5 Şubat 1977 günü, Ömerli Barajı yakınlarında, Şile yolu üzerinde cesedi bulundu. Buradan anlaşılıyor ki, Zeki; görüşmemizin ertesi günü yani 23 Ocak 1977 günü, Şişli Osmanbey’de çalıştığı İMO İstanbul Şubesinde, Teknik Güç’ün yayınlanacak yeni sayısının sayfa düzenini yaparak çıktıktan sonra, güpegündüz kaçırıldı. Zeki, kaçırılmadan önce, onu en son gören kişi ben olmuştum.
Ölüm haberini aldığımız gün, Ülkü Ocakları’na bir misilleme yapmayı düşündük. Ama böyle bir olayın, cenaze törenini provoke edecek bir fırsatı polis ve ülkücülere vereceği düşüncesiyle, o gün cenaze için Ankara’dan gelen Mahir Sayın ve Şaban İba’nın beni ikna etmesiyle misillemeyi erteledik.
Cenaze, haber aldığımızın ertesi günü, Barbaros Parkı karşısındaki Beşiktaş Camii’ne getirildi. O dönemde, İstanbul Tabip Odası Başkanı, aynı zamanda Kurtuluşçu olan Şakir Derkut ile birlikte, sorumlu birkaç arkadaşımız cenazeyi incelemeye gittiler. Hatırladığım kadarıyla, Zeki’nin vücudunda sigara yanıkları ile oluşmuş işkence izleri ve sol göğsünde bir kurşun yarası tespit edilerek zabıt tutuldu. Zeki’nin işkence ile katledilmesi, bizde ve devrimci saflarda büyük bir infial yarattı. Zeki ile yakın arkadaşlığım olduğu için oldukça yoğun bir üzüntü ve duygu yoğunluğu içerisindeydim.
Kurtuluş zeminine ve cenazeye katılmak isteyecek devrimci örgütlere ve gruplara, cenaze için Beşiktaş’taki Barbaros Parkı’nda toplanılacağını haber verdik. O konjonktürde, dayanışma amacıyla cenazelere, değişik devrimci örgütlerin kitlesel katılımı ile oluyordu. Barbaros Parkı’nda cenaze için çok büyük bir kitle toplandı. Bizim düşüncemiz, cenazenin yürüyerek Kabataş iskelesine getirilmesi ve oradan da gemiler ile Üsküdar’a geçilip, uzun bir yürüyüşle Kadıköy’e cenazenin taşınmasıydı. Kadıköy’de, iskeledeki Osmanağa Camii’nde kılınacak cenaze namazından sonra da, cenazenin yine yürüyerek Bağlarbaşı’na getirilmesi ve orada yapılacak törenden, yani tüm devrimci grupların konuşmalarından sonra, şimdiki gömülü olduğu Kısıklı Mezarlığı’na götürülmesi şeklinde planlanmıştı.
Yürüyüş başlamadan önce, polis cenazenin yürüyerek Kabataş’a götürülmesine izin vermeyeceğini, cenaze arabasıyla götürülmesini ve yürüyüş kolu oluşturmadan dağınık bir şekilde iskeleye gidilmesini kararlaştırdığını, yürüyüşten sorumlu arkadaşlara iletti. Bunun üzerine, gençlikten yöneticilerin de içinde olduğu İstanbul’daki öncü kadrolar ile Barbaros Parkı’nın bir köşesinde bir araya gelerek değerlendirme yaptık. Kurtuluş’un İstanbul’daki gelecek örgütlenmesi açısından, içinde bulunulan siyasi konjonktürde yürünmemesinin büyük bir zaaf oluşturacağını arkadaşlara ifade ettim. Onlar da benimle aynı hissiyatta olduklarını ve sonuçları ne olursa olsun yürümek gerektiği şeklinde düşüncelerini söylediler. Ve sonuçta, polisle çatışmayı göze alarak Kabataş’a yürüme kararı alındı. Bunun üzerine, caddede yürüyüş kolları dizildi. Kurtuluş’un flaması önde, cenaze arkada; ben de kortejin önünde tek kişi olarak yürüdüm. Benim önde tek başıma yürümemin nedeni, polisle karşılaştığımızda bir provokasyona yol açmadan inisiyatif yüklenme düşüncesinden kaynaklanıyordu. Arkadaşlar da bu düşünceme onay vermişlerdi. Polis müsaade etmez ve yürüyüşten sorumlu arkadaşların polisle müzakerelerinden bir onay çıkmayıp çatışma durumu oluşursa, ilk kurşunu ben sıkacaktım.
Fakat beklediğimiz olmadı ve polis müdahale etmedi. Cenazeyi Kabataş’a getirdik. Oradan, gemilerde marşlarla Üsküdar’a, oradan da yürüyerek Kadıköy’e getirildi. Kadıköy’de cami önünde beklerken, can sıkıcı bir olay oldu. Yürüyüş için kortej düzenlemesine geçildiğinde, TKP’liler, “Zeki bizim arkadaşımız; bu nedenle İlerici Gençlik Derneği (İGD) önde yürüyecek,” diyerek kortejin önünde konumlanmışlar. Arkadaşlar bu bilgiyi getirince, kan beynime sıçradı. Bu provokasyondan başka bir şey değildi. Zeki’nin Kurtuluşçuluğunu devrimci kamuoyuna açıklaması aylar olmuştu. Hemen, kortejin güvenliğini sağlayan beş altı arkadaşı ve İMO’nun Başkanı Ertuğrul Tığlay’ı yanıma çağırdım. Ve hemen görevlendirdiğim arkadaşlarla gidip, İGD’lilerle konuşup, kortejin önünden çekilmelerini, yoksa kortejden zorla atacağımızı deklare etmelerini söyledim. Birlikte gidecek “mevcutlu” militan yoldaşlara da, “bu işi bitirmeden yanıma gelmeyin” talimatını verdim.
Durumun ciddiyetini kavrayan İGD yetkililerinin fazla direnmeden pankartlarını ön taraftan alıp arka sıralara geçtiğini, arkadaşlar gelip bilgi verdiler. Ve sorun, bir tatsızlık olmadan çözülmüş oldu.
Planlandığı gibi, Kadıköy Osmanağa Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra, yürüyerek Bağlarbaşı kavşağına varıldı. Orada tören yapıldı. Cenazeye katılan tüm gruplara söz hakkı verildi. O dönem, sol içi şiddete ilişkin olaylar yaşansa da, böyle bir gelenek sosyalist hareketin geleceği açısından oldukça umut vericiydi. Cenaze, Kısıklı’daki şimdiki yattığı yere götürülerek gömüldü. Zeki’nin cenazesinde, Kurtuluş pankartı arkasında ikibin beşyüz kişi civarında bir kitle yürümüştü. Bu kitlenin önemli bir kesimi, Kurtuluş aidiyeti üzerinden yürümemişti. Daha bir kaç ay önce yine, Zeki’nin, Pendik Sapanbağları ve Maltepe’deki ilişkilerine güvenerek yaptığımız İstanbul’daki ilk mitinge ikiyüz kişi katılmıştı. Bu da gösterdi ki, yürüyen kitle Zeki’nin siyasal ve tarihsel kimliğine önem verdiği için, Kurtuluş pankartı arkasında yürümüştü. Bu bile, Zeki’nin Türkiye sosyalist hareketi açısından değerini ortaya koyuyordu. Kurtuluş ismi, İstanbul ve Türkiye’de bu cenazeden sonra daha çok duyulur oldu.
Zeki yoldaş, devrim uğrunda ölen tüm yoldaşlarımız gibi, kalbimizde ve mücadelemizde yaşıyor. Yaşamaya devam edecek.
Proletaryanın kızıl sancağını, oligarşinin burçlarına dikinceye kadar, özgürlük yürüyüşümüzde bu yoldaşlarımızla hep birlikte yürüyeceğiz.
Ve buradan bir kez daha haykırıyoruz: Mahir Çayan’ın dediği gibi, yolumuz bu yolda düşenlerin yoludur.