İçinde yaşadığımız kapitalist sistem; doğa, toplum ve toplumsal bir varlık olan insanın varoluşu gerçeği ile şiddetli bir biçimde çelişiyor. Kâr için üretim ile toplumsal gereksinmelerin karşılanması için kolektif üretim arasındaki çelişki giderek şiddetleniyor. Sermaye kâr oranlarının düşmesi eğilimiyle başa çıkma uğraşısı içinde, geçmişte alışverişin konusu olmayan bütün alanları piyasanın istilasına açıyor. Mevcut sermaye birikim tarzı, kamu hizmetlerini ticarileştiriyor ve özelleştiriyor; eğitimi, sağlığı, iletişimi, ulaşımı, sosyal güvenliği, kamu güvenliğini, çok değil daha elli yıl önce parayla alınıp satılması düşünülemeyecek her şeyi metalaştırıyor. Toplumsal olan her şey kârın ve özel çıkarın nesnesine dönüşüyor. Her şey özelleşiyor!
Finansmanı vergilerle karşılanan bir hak ve kamu hizmeti niteliği ile karşılanması gereken eğitim gereksinimi, ticarileşmenin ve özelleşmenin bir arenası haline geldi. Bu süreç, ihracata dayalı büyüme ve dışa açılma, küresel sermaye ile bütünleşmenin önünü açan 24 Ocak 1980 kararları ve yeni bir sermaye birikiminin ön koşullarını yaratan 12 Eylül darbesinden sonra başlayan neo-liberal ve neo-muhafazakâr ittifakla devam etmiş; AKP döneminde daha da derinleştirilmiştir. AKP iktidarı, neo-liberal politikalara eklemlenen güçlü dinselleştirme politikaları ile eğitimin hem amaçlarını ve yapısını, hem de süreç ve okul iklimini, başta 4+4+4 olarak bilinen reformlarla ciddi biçimde dönüştürdü.
Kitlesel gücünü, modernist/batıcı değerlerin ve yaşam tarzının kurucu/taşıyıcısı Cumhuriyet’in ve onun beslediği burjuvazinin sömürdüğü, ötekileştirdiği, aşağıladığı kır ve kent yoksullarından alan AKP, ötekileştirilmiş kimlikleri de sarmalına alarak, ama temelde sınıfsal itkileri çok güçlü biçimde toplumu “biz” ve “onlar” temelinde ayrıştırarak, okulları da bu bağlamda yeniden yapılandırıyor. Böylece kendini modernist/batıcı değerlerin ve yaşam tarzının kurucusu ve taşıyıcısı kitlelerle, postmodern/geleneksel İslami referanslarla hareket eden ve bu değerlerin taşıyıcısı yoksul kitleleri, ticarileştirme ve özelleştirme pratikleri ile birbirinden ayrıştırmaktadır.
Özel liseler, en varsılların, ödeme gücü ve borçlanma kapasitesi en yüksek ailelerin çocuklarının gittiği okullardır. Ortaöğretim düzeyinde, Anadolu Liseleri, Güzel Sanatlar Liseleri, Sosyal Bilimler Liseleri, içine dinsel müfredat taşınmış olsa da, birinci grup içinde yer alırken, yoksul ve kültürel sermayesi düşük olan kitlelere kalan İmam Hatip Liseleri ile Mesleki ve Teknik Liseler olmuştur. Zaten bu yol ayrımına TEOG sınav sonucu ile gelinmektedir. Bilal Erdoğan’ın bunlar arasında en çok iman hatip liseleri ile ilgileniyor olması, Gülen Cemaati’nin yaptığı işi devralmaya çalışıyor olması ile ilişkilidir; diğer bir deyişle gençlerle ve muhafazakâr ailelerle güçlü bağlar kurmak ve iktidarı sürekli kılacak kitle tabanı yaratmak için!
Öğrencilere serbestçe seçimi mümkünmüş gibi sunulan, (1) özel liseler, (2) ayrıcalıklı devlet liseleri ile (3) meslek liseleri ve (4) imam hatip liseleri yol ayrımları; sınıfsal olarak toplumsal eşitsizliklerin yeniden üretilmesine daha da elverişli duruma getirilmiştir. Toplumun farklı katmanlarının karşılaştığı mekânlar olan okullar, hastaneler, konutlar, kentlerdeki sınıfsal ve mekânsal ayrışmaya koşut biçimde, eğitimsel ayrışmaya daha çok hizmet edecek nitelikte dönüştürülmüşlerdir. Bugün ilkokullar ve ortaokullar arasındaki ayrışma da benzer dinamiklerle ortaya çıkmaktadır.
AKP’nin eğitim anlayışı, çocuğun yaşamını ve geleceğini, devletin ve ailenin paternalist tahakkümüne teslim eder niteliktedir. Çocukların ve gençlerin çok yönlü gelişim ve özgürleşme hakları gasp edilmektedir. Okullar, “farklılıklar”ın karşılaştığı müşterek yerler ve ortak kamusal alanlar olmaktan çıkarılmaktadır.
Finansmanı vergilerle sağlanmaktan ısrarla kaçınılan, okul öncesi eğitim en çok ticarileştirilen ve dinselleşmeye de açılan bir eğitim düzeyidir. Resmi okullarda ana sınıfları, ilkokullara para sağlayan temel kaynaklardan biri olmuştur. İlkokullar, bütçe kısıntıları nedeniyle, okul içinde yaratılan gelir kaynakları nedeniyle sınıfsal olarak bir hayli ayrışmış durumdadır. Velileri yoksul olan okullar, ‘varoş ilkokulları’ ile veli profili görece üst sosyo-ekonomik düzeyden olan okullar ise ‘ayrıcalıklı ilkokullar’ olarak ayrışmış durumdadır. Ayrışma ile sonuçlanan bu eğilim, ortaokullar ve liseler için de geçerlidir.
Yurttaşlar arasında eşitlik ve adaletin sağlandığı bir mekân olmaktan ziyade eğitimin, toplumsal eşitsizliklerin yeniden üretildiği bir alan olma özelliği giderek güçlendirilmektedir. Okullarda çok çeşitli adlar altında para toplanmakta ya da okul-aile birlikleri yoluyla gelir yaratılmaktadır. Okul-aile işbirliği olarak adlandırılan pedagojik yaklaşım, adeta “veliden para isteme” aracına dönüşmüştür. Bu kanallarla yaratılan ve yıllık geliri 150 bin TL’nin üzerinde olan ‘ayrıcalıklı okullar’la, yıllık geliri güç bela 10 bin TL olan ‘varoş okulları’ aynı MEB’in okullarıdır.
Kent ve kır yoksullarının yaşadığı bölgelerde okullar, kalabalık sınıflar, kötü fiziksel koşullar, okuldan kaçmaya hazır genç öğretmenler, ders ücretli öğretmenler, kütüphanesi, çok amaçlı salonları, spor tesisleri olmayan düşük nitelikli okullar olarak betimlenmektedir. Bu okullar, çocuklara umut ve esin kaynağı olamazken, MEB, eğitimde özelleştirmeleri teşvik etmek üzere özel okullara eğitim desteği vermektedir. Özel okullarda eğitim desteği, öğrenci başına okul öncesi öğrencileri için 2.500 TL., ilkokul öğrencileri için 3.000 TL., ortaokul öğrencileri için 3.500 TL., ortaöğretim öğrencileri için 3.500 TL., temel lise öğrencileri için 3.000 TL., kaynağı özel okul sermayesine aktarmak demektir. Bu teşvikler, emeğin orta ve üst gelir katmanlarının çocuklarını devlet okullarından almasını ve özel okullara göndermesini de sağlamaktadır. Diğer bir deyişle bu teşvik, orta sınıfların devlet okullarını terk etmesine de yol açmaktadır.
Eğitimin ticarileşmesi ve özelleştirilmesi uygulamaları, üniversiteleri de derinden etkilemektedir. 2013 yılında 175 olan üniversite sayısı içinde vakıf üniversitelerin sayısı (71) nerdeyse devlet üniversitesinin sayısına (104) yaklaşmıştır. Vakıf üniversitelerinde artan öğrenim harçları ve ek gelir kaynakları yaratma girişimleri, tüketici mahkemelerinde incelenmeye değer dava konuları haline gelmiştir. Hem vakıf hem de devlet üniversitelerinde kapalı ekonominin yaratıldığı kampüs mekânları, “piyasa” faaliyetlerine açık hale getirilmiştir. Üniversite sanayi işbirlikleri çerçevesinde tekno-parklar, paralı sürekli eğitim programları, sertifikalar, yüzbinlerce üniversiteli işsize rağmen açılan öğretmenlik sertifikası programları, ikinci öğretim ve yaz okulları ile üniversiteler “şirket” gibi işletilmeye başlanmıştır. Aynı üniversiteler, toplumun en derin sorunları karşısında üç maymunu oynamaktadır. Yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklar; özgürlüklerin her geçen gün kısıtlanması; Soma ve Ermenek’te işçilerin ölümüne bile bile göz yumulması, kadın cinayetleri ve nükleer santraller karşısında üniversiteler derin bir sessizliğin içindedir.
Özgür ve eşitlikçi bir kamu hizmeti için, müşterek alanlarımız olan okullara ve üniversitelere sahip çıkmak gerekmektedir. Okullar, biz vergi veren Türkiye halklarının, yurttaşlarının müşterekleridir. Bu alanlar ne sermayeye, ne bir avuç bürokrata ve yöneticiye, ne de bir hizibe terk edilebilir. Yüksek fiyatlar ve yüksek borçlarla çocuklarını özel okullara, temel liselere yollamaya çalışan aileler, hem kendi yaşamlarını, hem çocuklarının yaşamlarını, hem de terk ettikleri yoksul çocukların yaşamlarını daraltmaktadırlar. Okulları çoğul, çok renkli kamusal-kişisel müşterek alanlar olarak yeniden inşa etmek mümkündür. Kuşkusuz bu tek başına yürütülecek bir mücadele değildir; örgütlü ve dayanışmacı bir direnci ve geleceğe dair umudu gerektirmektedir.