Çeviri: Emre Köse
Kendini savunma ittifakı olarak ilan eden bu teşkilat, kendisini hukukun ve demokrasinin hamisi olarak görüyor. Özünde ise dünyanın dört bir yanında kanlı bir yıkım izi bırakıyor.
NATO, bu yıl 75. doğum gününü kutluyor ve gücünün zirvesinde görünüyor. Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü, genişlemeye her zamankinden daha fazla odaklanıyor. NATO Ukrayna’da, uluslararası hukuku ihlal eden saldırganlık savaşına karşılık olarak Rusya’ya karşı bir vekalet savaşı yürütüyor: Askeri ittifak, Ukraynalı askerlerin NATO silahları konusunda eğitilmesinde, büyük miktarda silah teslimatında, istihbarat bilgilerinin ve hedef verilerinin sağlanmasında ve sahada kendi askerlerinin bulunmasında rol alıyor.
Alman Taurus tipi gibi 500 kilometre menzille Moskova ya da St. Petersburg’a ulaşabilen seyir füzelerinin Ukrayna’ya teslim edilmesi ve geniş çaplı NATO birliklerinin konuşlandırılması tartışılıyor. Belirtiler bir fırtınaya işaret ediyor.
NATO, Asya’daki varlığını da genişletiyor: Japonya ve Güney Kore gibi yeni ortak ülkeleri bünyesine katarak Hint-Pasifik bölgesine doğru ilerliyor ve Çin ile savaş arayışına giriyor. ABD ve diğer NATO üyesi ülkelerin askeri harcamaları rekor seviyelere yükseliyor. Silah tedarikçileri şampanyalarını patlatırken, silahlanmanın devasa maliyetleri halka fatura ediliyor.
Aşırı gerilim, sosyal çalkantılar ve tırmanma riski bu geniş güç politikasının dezavantajları. Bunlar ittifaka yönelik, daha önce görülmemiş bir meydan okuma. Bu durum, NATO’yu bugün mitlere daha da bağımlı hale getiriyor. Üç büyük mit, askeri ittifakın kuruluşundan kanlı tarihine ve günümüze kadar uzanıyor.
Savunma ve uluslararası hukuk miti
NATO bir savunma ittifakıdır. Bu her zaman tekrar edilen bir söylem. Ancak askeri ittifakın tarihine baktığımızda şunu görebiliriz: Ne NATO kurulduğunda ana odak karşılıklı savunmaydı ne de ittifakın son on yıllardaki görünümünde savunmacı bir yönelimden söz edilebilir. Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5. Maddesi sıklıkla NATO’nun bir savunma ittifakı olduğunun delili olarak gösterilir.
Kuruluş anlaşmasında imzası bulunan on iki devlet —ABD ve Kanada’nın yanı sıra Avrupa devletleri Belçika, Danimarka, Fransa, İngiltere, İzlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç ve Portekiz— 1949 yılında “Avrupa veya Kuzey Amerika’da bir [tarafa] veya daha fazlasına yönelik silahlı bir saldırının hepsine yönelik bir saldırı olarak kabul edileceği” konusunda anlaşmışlardı. NATO üyeleri böyle bir saldırıya karşı kendilerini ortaklaşa savunmak için birbirlerine yardım etmeyi taahhüt ederler.
Burada, Amerikalar Arası Karşılıklı Yardım Antlaşması açık bir model olarak hizmet etti. Bu karşılıklı yardım paktı, Washington’un girişimiyle 1947 yılında Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde Amerikalı üye ülkeler tarafından imzalandı ve bir yıl sonra yürürlüğe girdi. Soğuk Savaş döneminde ABD, bu antlaşmayla Amerika kıtasındaki hakimiyetini teminat altına almak istedi ve bu nedenle aynı yıl Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) kuruldu. Bu, ABD’nin 1823’te Batı yarımküresini münhasır nüfuz bölgesi olarak ilan ettiği Monroe Doktrini’nin güncellenmiş haliydi.
NATO da bu geleneğin bir parçası. Amerikalar arası antlaşmada olduğu gibi, Kuzey Atlantik Antlaşmasını imzalayan ülkeler güç ve askeri politika açısından tamamen dengesiz. Dolayısıyla ABD’nin NATO’yu kurarken savunma konusunda diğer ittifak ortaklarının desteğiyle ilgilenmediği aşikâr. Washington daha ziyade bir “Pax Americana”, yani ABD’ye tartışmasız lider güç olarak diğer ittifak ortaklarının dış ve güvenlik politikaları üzerinde kontrol sağlayan özel bir etki alanı yaratmaya çalışıyor. NATO’nun temeli bir değiş-tokuştur. Diğer Nato üyeleri demokratik egemenliklerinin bir kısmından vazgeçer ve fiilen ABD’nin güvenlik garantisi anlamına gelen NATO güvenlik garantisi ile ödüllendirilir.
Askeri ittifak bünyesinde, artık NATO üyeleri, bir zamanlar Roma İmparatorluğu’nun gücünü korumak için imparatorluğun doğusunda askeri bir tampon bölge olarak hizmet verenler gibi müşteri devletler seviyesine inerler. Dış politika yönelimlerini tehlikeye atabilecek herhangi bir iç siyasi değişim, bu müşteri devletlere kendi çöküşleri pahasına yasaklanmıştır. Bu tür gelişmeleri önlemek adına NATO, Soğuk Savaş sırasında “artık” üyeleri ile kendi darbe örgütlerine bel bağlamıştı. Ayrıca NATO üyeliğini sorgulayan siyasi güçlerin iktidara gelmesini aktif bir şekilde engellemek için terör yöntemlerine de başvurmuşlardı.
Sovyetler Birliği ile olan sistemsel çatışmanın sona ermesi NATO’nun birincil amacı olan Pax Americana’yı kökten değiştirdi. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana NATO kendisini giderek artan bir şekilde dünya polisi rolünde görmeye başladı. O dönemde hala Sırbistan ve Karadağ’dan oluşan Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin işgal edilmesi ile askeri ittifak, 1999 yılında ilk savaşını başlattı. Dönemin Alman Şansölyesi Gerhard Schröder’in on beş yıl sonra bizzat itiraf ettiği gibi, bu uluslararası hukukun açık bir ihlaliydi: “Uçaklarımızı […] Sırbistan’a gönderdik ve NATO ile birlikte, Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın egemen bir devleti bombaladılar”. Bu ilk günahtan sonra NATO, uluslararası hukuku çiğnemeye hazır bir savaş paktına dönüştü. Kendi tüzüğüyle açık bir çelişki içerisine girdi; tüzüğün 1. Maddesine göre NATO ülkeleri, “uluslararası ilişkilerinde Birleşmiş Milletler’in amaçlarına aykırı herhangi bir şekilde kuvvet kullanma tehdidinden veya kuvvet kullanmaktan kaçınmayı” taahhüt eder. İttifakın topraklarını savunması artık sadece küresel bir düzen gücü olarak hareket etme iddiasının bir parçası haline geldi.
2003 yılında NATO üyeleri ABD ve İngiltere, uluslararası hukuku ihlal ederek bir saldırı savaşıyla Irak’ı işgal etti. Bu amaçla İtalya, Polonya, Hollanda, Danimarka, Çekya, Macaristan, Portekiz ve Slovakya gibi çok sayıda NATO üyesinin yanı sıra daha sonra NATO üyesi olan Romanya, Bulgaristan, Letonya ve Litvanya’yı da içeren bir “gönüllüler koalisyonu” oluşturdular. Dolayısıyla Washington ve suç ortakları uluslararası hukuku açıkça ihlal etmekte ve ilgili NATO ülkeleri de kendi tüzüklerinin temel hükümlerini çiğniyor. Irak savaşına, savaşa destek olarak yorumlanabilecek NATO Awacs’larının Türkiye’de konuşlandırılması da eşlik etti. Irak’a karşı savaş bir NATO savaşı olmasa bile, işgali askeri ittifaka atfetmek için ciddi argümanlar mevcut.
Almanya gibi NATO üyeleri, ABD’nin Avrupa’daki ittifak yapılanmasının bir parçası olarak askeri üsleri kullanmasını reddetmedi ve Amerikan kuvvetlerinin uçuş haklarını inkâr etmedi, ancak Alman hükümetinin Anayasa’nın 20. Maddesinin 3. Fıkrası ve 25. Maddesi uyarınca uluslararası hukuk kurallarına bağlılığı, uluslararası hukuku ihlal etmesi halinde Alman olmayan egemenlerin ülke topraklarındaki eylemlerine katılmasını yasaklıyor.
Bazı NATO üyelerinin uluslararası hukuku ihlal ederek Irak’a karşı başlattıkları saldırı savaşı ve ittifakın altyapısının kullanılması NATO Konseyi’nde tartışılmadı bile. Kuzey Atlantik Antlaşmasını ihlal etmelerinin ABD ya da İngiltere’nin NATO üyeliği üzerinde hiçbir etkisi olmadı. Bu öngörülebilir bir durumdu. Dolayısıyla ittifakın en önemli üyesinin savaş politikası, eğer NATO’nun kendi imajını ciddiye alıyorsa, bir bütün olarak ittifaka atfedilmeli. Uluslararası hukuku ihlal eden savaşlarıyla ABD, pars pro toto, yani bütünün bir parçası olarak duruyor.
NATO, Afganistan’da yirmi yıldır 200 binden fazla sivilin hayatına mal olan feci bir savaş yürüttü. İttifak, 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ilk ve şimdiye kadar tek kez bu askeri operasyonda NATO Antlaşmasının 5. Maddesine başvuruyor. Uluslararası kamuoyu, Hindikuş’ta Batı’nın özgürlük ve güvenliğinin korunduğuna inandırılmak isteniyor. Yirmi yıl sonra, Ağustos 2021’de Taliban Kabil’e geri döndü. Askeri operasyonun bir facia olduğu ispatlandı.
ABD’nin Çin ve Rusya’ya jeopolitik olarak meydan okumak için Orta Asya’da askeri bir dayanak kazanma teşebbüsü başarısız oldu. ABD ülkeyi tepetaklak terk etti. Müttefiklerine haber bile vermedi. Binlerce yerel NATO kuvveti zor durumda bırakıldı. İttifak dayanışmasına dair hiçbir işaret yoktu. Alman dış istihbarat teşkilatı bilgi edinmek için çaresizce Amerikalıları gizlice dinlemeyi bile düşündü.
NATO’nun kan izleri Belgrad, Bağdat ve Kabil’in yanı sıra Libya’ya da uzanıyor. NATO, 2011 yılında uluslararası hukuku ihlal ederek ve BM Güvenlik Konseyi kararını çiğneyerek bu ülkeyi bombaladı. Binlerce kişi öldürüldü. Yüz binlerce kişi kaçmak zorunda kaldı. Çatışmada arabuluculuk yapmaya çalışan Afrika Birliği’nden bir heyetin karaya çıkması bile engellendi. Geriye, bir kısmı İslamcı milisler tarafından yönetilen harap olmuş bir ülke kaldı. Sonuç olarak tüm Sahel bölgesi El Kaide ve İslam Devleti tarafından istikrarsızlaştırıldı. NATO’nun münferit üyeleri bu felaketin sorumluluğunu üstlenmeli. Totum pro parte, bütün parçayı temsil eder. Bu aynı zamanda saldırılara doğrudan karışmamış olan üye ülkeler için de geçerli.
Demokrasi ve hukukun üstünlüğü miti
Kuruluş antlaşmasının meşrulaştırıcı efsanesine göre NATO üyeleri “demokrasi, bireysel özgürlük ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanarak halklarının özgürlüğünü, ortak mirasını ve uygarlığını korumaya” kararlı. Fakat bunun daha 1949’da düpedüz yalan olduğu görülmüştü. ABD’nin başından beri diktatörlükler ve faşist rejimlerle yaptığı anlaşmalar sadece Latin Amerika’da değil, Avrupa’daki NATO müttefikleriyle birlikte hareket edenler de sadece demokrasiler değil. Belirleyici olan tek faktör, Sovyetler Birliği’ne karşı bir cephede yer alma isteği.
ABD, İspanya’nın faşist diktatörü Francisco Franco ile ikili güvenlik anlaşmaları imzaladı ve Portekiz’in faşist diktatörlüğü NATO’nun kurucu üyesi. Diktatör António de Oliveira Salazar’ın gizli polisi muhalifleri işkenceyle öldürürken ve Portekiz sömürgelerinde toplama kampları kurarken ABD, Portekiz’i demokratlar cemiyetine dahil etti.
Ya da Türkiye’yi ele alalım. 1980 askeri darbesinden sonra binlerce siyasi mahkûm işkence gördü. Onuncu yıldönümünde, 12 Eylül 1990’da, Cumhuriyet gazetesi 650 bin siyasi tutuklamadan, 7 bin idam cezası istendiğinden, 571’inin infaz edildiğinden ve 50’sinin uygulandığından ve 171’inin işkence sonucu öldüğünün kanıtlandığından bahsetti. Türkiye, NATO üyesi olmaya devam ediyor. Askeri darbeden sonra bile ABD ve müttefiklerinden kapsamlı askeri yardım aldı. Generallerin yönetimi üyeliğe zarar vermemişti. Aynı şey Yunanistan için de geçerli.
1967’deki askeri darbe, toplama kampları ve muhalefet üyelerinin öldürülmesi, binlerce kişinin tutuklanması ya da sürgüne gönderilmesi; bunların hiçbiri üyeliğin sona erdirilmesi için bir gerekçe değil. Yunan albaylarının darbesinin ardından 1974 yılında NATO üyesi Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgal etmesi bile askeri ittifakın demokratik kuruluş konsensüsüne uygun görünüyor.
Şimdi, birileri bunu görmezden gelebilir ve tempi passati’ye, yani geçmiş zamanlara atıfta bulunabilir. Ancak 2024 yılında bile Erdoğan’ın otokrasisinin İslamcı teröre verdiği destek NATO üyeliğine aykırı değil. NATO demokrasi ve hukukun üstünlüğüyle değil, yalnızca ABD’ye jeopolitik bağlılıkla alakaldırı. Yalanlar üzerine inşa edilmiş bir imparatorluk gibi NATO da bu masaldan beslenmektedir. Okullarda ve üniversitelerde bu yalanlar NATO eğitim programının bir parçasıdır.
Değerler ve insan hakları cemiyeti miti
“Bizi birleştiren şey ortak değerlerimiz; bireysel özgürlük, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğüdür”. NATO, 2022 Stratejik Konseptinde kendisini bir değerler cemiyeti olarak bu şekilde sunuyor. Fakat, ABD’nin Rhode Island eyaletindeki ünlü Brown Üniversitesi, sadece son yirmi yılda ABD ve müttefikleri tarafından yürütülen savaşlar nedeniyle dört buçuk milyon insanın öldüğünü özetliyor.
Bu durum NATO’nun kamuoyunda yaygın olan imajıyla bağdaştırılamaz. NATO insan haklarını koruyan bir cemiyet değildir. Tam aksine: NATO, üyelerinin insan hakları ihlalleri için koruyucu bir şemsiyedir. Ve hiçbir şekilde sadece kitlesel silahlanma diktatörlüğü altında sosyal insan haklarının ihlaliyle alakalı değildir. Bilakis NATO, üye ülkeler tarafından işlenen savaş suçlarına karşı bir cezasızlık politikası izlemektedir.
Avustralyalı gazeteci Julian Assange gibi bu savaş suçlarını kamuoyuna duyurmaya cesaret eden herkes işkence görüyor ve ABD’de 175 yıl hapis cezasıyla tehdit ediliyor. Diğer NATO hükümetleri tarafından Assange’ın serbest bırakılması konusunda ciddi bir girişimde bulunulmadı. Pervasız bir suç ortaklığı içinde, hegemon ABD’ye yönelik hiçbir eleştiri yok.
Assange tarafından 2010 yılında yayımlanan Afgan Savaş Günlüğü adlı belge koleksiyonu, “373. Görev Gücü” olarak bilinen ve şüpheli Taliban liderlerini yargısız infaz etmek için kullanılan gizli bir Amerikan gücünün varlığını ortaya çıkarmıştı. Bu 300 kişilik seçkin birlik, Afganistan’da Alman Silahlı Kuvvetleri tarafından kontrol edilen bölgede konuşlandırılmıştı. Birlik, doğrudan ABD hükümetinin komutası altındaydı ve Wikileaks ihbar platformu tarafından yayımlanan raporlara göre, ayrım gözetmeksizin öldürmek ve yok etmek için uluslararası yasaklı misket bombaları da kullanıyordu.
11 Ocak 2002 tarihinde ABD, Küba’da yasa dışı olarak işgal ettiği Guantánamo Bay deniz üssünde bir esir kampı kurdu. Uluslararası Af Örgütü şöyle yazıyor: “O zamandan beri burada herhangi bir adli kontrol olmaksızın kasıtlı olarak alıkonulan yaklaşık 780 kişinin çoğu, işkence ve zorla kaybetmeler de dahil olmak üzere, alıkonulmadan önce veya alıkonuldukları sırada en ciddi insan hakları ihlallerine maruz kaldı. Bugün Guantánamo’da işkence mağdurları yeterli tıbbi bakım, suçlama ya da adil yargılama olmaksızın süresiz olarak tutuluyor”.
İnsan hakları, NATO açısından son derece düşük bir önceliğe sahip. Bu durum NATO üyelerinin ittifak seçimlerinde de görülebilir. Örneğin ABD, İngiltere ve Almanya, Washington Post muhabiri Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğunda parçalanması emrini muhtemelen muhaliflerin kafasını kesen ve Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın bizzat verdiği Suudi Arabistan’daki diktatörlüğü silahlandırıyor.
Söylem olarak NATO, pratiğine antitetik olarak bağlı kalmaya devam ediyor. NATO’nun 2022 stratejik konseptinde şu ifadeler yer alıyor: “Uluslarımız arasındaki kalıcı transatlantik bağa ve ortak demokratik değerlerimizin gücüne dayanarak birliğimizi, uyumumuzu ve dayanışmamızı güçlendireceğiz”. Diktatörler, otokratlar ve uluslararası hukuku ihlal edenlerle kurulan yakın ittifaklar göz önüne alındığında, bu özgüven bir eşek şakası gibi görünüyor.
Bu ikiyüzlülüğe çifte standart eşlik ediyor: NATO, 20 Haziran 2022 tarihli stratejik konseptinde Rusya’yı Ukrayna’da “uluslararası insani hukuku tekrar tekrar ihlal etmekle” suçluyor. NATO, bunu Rusya’ya karşı yürüttüğü vekalet savaşı için ek bir gerekçe olarak kullanırken Gazze’de uluslararası insani hukuku açıkça ihlal eden İsrail’i destekliyor ve bu ülkeyle tam dayanışma içinde olduğunu belirtiyor.
ABD, BM Güvenlik Konseyi’ndeki vetosuyla mart sonuna kadar acil bir ateşkes lehine herhangi bir karar alınmasını engelliyor. NATO ülkeleri ABD, Almanya ve İngiltere’nin silah yardımları olmasaydı bu savaş mümkün olmazdı.
Batı’nın bu çifte standardı küresel Güney’de giderek daha fazla eleştiriliyor. NATO ülkelerinin insan hakları retoriği bu ülkelerde kendi jeopolitik çıkarlarını gizlemek ya da uygulamak için kullanılan bir araç olarak görülüyor. NATO, neo-kolonyal eğilimleri olan son derece adaletsiz bir dünya düzeninin koruyucu örgütü gibi görünüyor. Rusya’ya karşı yürütülen ekonomik savaşta NATO üyelerinin kendi politikalarını Çin, Türkiye ya da Birleşik Arap Emirlikleri gibi üçüncü ülkelere, bu ülkelerin egemenliklerini ihlal eden sözde ikincil yaptırımlarla dayatmaya çalışmaları da bunun bir göstergesi.
NATO’nun mitleri gerçekliğe olan bakışımızı çarpıtıyor. Mevcut krizden çıkış yolu bulmak için bu mitlerin açığa çıkarılması gerekiyor. Bugün, kuruluşundan 75 yıl sonra askeri ittifak, küresel genişlemesi ve çatışmalarıyla dünyayı üçüncü bir dünya savaşının eşiğine her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor.
İttifakın mevcut eylemlerinin yanı sıra geçmişte işlediği suçların eleştirel bir şekilde incelenmesi, alternatifler üzerinde düşünmek için gerekli koşulları; yalnızca caydırıcılığa, silahlanmaya ve çatışmaya dayanan ve dolayısıyla barış içinde bir arada yaşamın varlığını tehlikeye atan NATO’ya alternatifler yaratmalı.
Bu metin, yazarın yeni kitabı Die NATO. Eine Abrechnung mit dem Wertebündnis (NATO: Değerler ittifakıyla bir hesaplaşma) adlı kitabından alıntıdır. İngilizcesi 24 Mayis’ta Schweizer Standpunkt‘ta yayımlanmıştır.