Yeni Şafak Gazetesi’nden Ali Saydam Türk Dil Kurumu’nun “müsait” kelimesine “flörte müsait kadın” olarak tanımlamasına açıklık kazandırdı (!) Saydam’a göre TDK’nin işi “bir milletin kullandığı yaşayan dili sözcüklere yansıtmak”mış. (!)
Saydam’ın makalesinin mürekkebi kurumadan TDK “bu kelimenin … yeniden düzenleneceği” açıklamasını yaptı.
Üstelik TDK, bu kelimenin “bir döneme özgü, Moda sözlerden” olduğunu, şimdi “bu anlamıyla kullanılışının hiç bilinmediğini” de açıklamasına ekledi. Yani TDK’ya göre “müsait”, Saydam’ın ifade ettiği gibi “bir milletin kullandığı yaşayan dil”in bir kelimesi değilmiş.
İşin bu tarafı çok önemli değil. Kraldan fazla kralcı olmaya kalkanın ağzını payının almasının güzel bir örneği bu… Bizi esas ilgilendiren bu tartışma vesilesi ile dilin “demokratikleştirilmesi” sorunu.
Şöyle diyor Saydam:
“İkinci hücum ise TDK’de ‘müsait’ kelimesinin karşılığı ile ilgili… Neymiş ‘flörte müsait kadın’ diye tanımlanıyormuş kelime…”
“TDK kafasına göre takılmaz. Halkın kullanımını esas alır; edebiyata, romana, şiire bakar. Kelimeyi önerir, tutmazsa da kaldırır zaten… Halk dilinde ‘müsait’in bu ikinci anlamı var mıdır yok mudur? Tabii ki vardır. TDK ne yapsın…”
Hızını alamayıp devam ediyor Saydam:
“Türkçede ‘kadın üzerinden’ ifadesini bulan pek çok kavram vardır ne yazık ki… Sayalım bazılarını: ‘Yollu, pas atmak, pas vermek, serbest, rahat, hafif meşrep’…”.
Hal böyle ise suç kimdeymiş, onu da şöyle izah ediyor Saydam:
“Bu durum, yani bazı kavramların kadın üzerinden ve ‘cinsel göndermeli’ anlam kazanmaları TDK’nın suçu değil, toplumun değer sistemini geliştiren üst yapı kurumlarını zaafa uğratanlar, bu alana yatırım yapmayanlardır…”
Bu tartışma çok eski yıllara kadar gider. Tevfik Fikret ile çağdaşları arasındaki tartışma da bu eksendeydi. Kuşkusuz Fikret, tepeden inmeci despotizmin temsilcisi değildi. Tartışmanın ayyuka çıktığı yıllar, ‘70’li yıllardır. Tartışmanın bir yanında “yaşayan Türkçe” tezinin savunucuları, diğer yanında, öncülüğünü TDK’nın yaptığı, kullanılan Arapça, Farsça vb yabancı kelimelerin yerine “öz Türkçe” kelimelerin kullanılması savunan “özleştirme, arındırma” tezinin savunucuları vardı.
“Yaşayan Türkçe” tezinin savunucularının argümantasyonu her zaman Saydam’ın savunmasıyla paraleldir. “Halk kullanıyor, ne yapalım?”
Egemen sınıf, egemen cins, egemen ulus tahakkümü altında kurulan ilişkiler bu ilişkilere paralel bir dil de üretir. Egemen dil, egemenlik ilişkilerinin yeniden üretilmesinin de aracıdır. İşte bu yüzden “yaşayan Türkçe” tezinin savunucuları, egemen dilin, egemen ideoloji tarafından şekillendirildiğini görmek istemezler. Ya da görmek işlerine gelmez. Dili böyle tanımlamak, dili değiştirme çabası içinde olmayı da zorunlu kılar çünkü…
“Arındırma, özleştirme” tezinin savunucuları ise Modernist Kemalist elitin tepeden inmeci anlayışını ödünç almışlardır. Halk onların istediği gibi konuşmalıdır. ‘70’lerde bir ara iş o hale varmıştı ki, “özleştirme” ile yazılan kitapları anlamak deveye hendek atlatmaktan zordu.
Bu iki kutup arasındaki tam bir kayıkçı döğüşüdür. İki tarafta “Türkçeci”dir. Biri “yaşayan” diğeri “öz” Türkçe’den yanadır. Lakin iki tarafın da, egemenlik ilişkilerini yeniden üreten bir araç olan dili “demokratikleştirme” dertleri yoktur.
Biz dilin “demokratikleştirilmesinden” yanayız. Dildeki ayrımcı ifadelerin dilden arındırılmasını istiyoruz. Eğitimin buna göre şekillendirilmesini talep ediyoruz. Ancak bunun tepeden inmeci yöntemlerle yapılmasına da karşıyız. Böyle bir arındırma çabası, sadece aydınları yığınlardan koparmaz, üretilen edebiyatın halk tarafından anlaşılmasını da zorlaştırır.
Dil yığınların mücadelesiyle “demokratikleştirilebilir”. Bunun güzel bir örneğini Gezi kadınları verdi. Sokakları dolduran cinsiyetçi yazıları sildiler. Yerine cinsiyetçi olmayan ifadeler geçirdiler. Kuşkusuz dili ayrımcı ifadelerden arındırmak on yıllar alacaktır. Toplum demokratikleşmedikçe, dil de demokratikleşemez. Ama böyle diye dildeki ayrımcı ifadelere karşı mücadele etmekten vazgeçilemez.
“Yaşayan Türkçe”nin TDK’ya yansımasında bir sakınca görmeyen Saydam, “yaşayan Türkçe”nin İstanbul’un duvarlarını cinsiyetçi bir kılıkla doldurmasından rahatsızlık duymuş muydu acaba?
Duymuştur, duymamış olabilir mi? Ancak bu rahatsızlığın hiç de cinsiyetçiliğe karşı ilkeli bir tavırdan kaynaklanmadığı, “reis”ine sövülmesinden rahatsız olduğu aşikar değil midir?
Ne diyor Saydam? TDK’nin işi “yansıtmaktır”. Bu bir “suç” değilmiş. Suç mu, değil mi bilemeyiz ama bu bal gibi, egemen dilin yeniden üretilmesine devlet katından, halkın vergileriyle destek vermektir. Hal böyle ise, TDK’nın yansıttığının, duvara yansımasında ne sakınca olabilir? Saydam’ın aklına göre duvardaki de “yaşayan Türkçe” değil mi?