Kadın Dayanışma Vakfı gönüllü avukatı feminist aktivist Candan Dumrul ile kadına yönelik şiddet, ayrımcılık ile politik avukatlık ve savunma hakkı üzerine konuştuk.
Röportaj: Seçil İçcan
Özgecan’ın katledilmesi ile kadına yönelik şiddetle ilgili şu soru tartışılmaya başlandı. AKP döneminde kadına yönelik şiddet arttı mı, yoksa artan sadece şiddetin görünürlüğü mü oldu? Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
AKP döneminde hem kadına yönelik şiddet arttı, hem de kadına yönelik şiddetin görünürlüğü arttı diyebiliriz. Şöyle ki, erkeklerin doğrudan doğruya kadınları hedef alan aile odaklı politikalarıyla, yani kadını erkekle eşit-özgür bireyler olarak tanımlamaktan ziyade, sürekli aile içindeki annelik rolüyle tanımlayan ve dolayısıyla kadınların erkeklerle eşit olmadığı, fıtratlarının erkeklerden farklı olduğu gündeme getiriliyor. Hem bu ideolojik söylem, hem de doğrudan doğruya bunu destekleyen muhafazakâr politikalarla birlikte kadınlar üzerinde zaten yıllardır süren ataerkil baskının, bir de devlet eliyle bu kadar desteklenmesi karşısında kadınlar maruz kaldıkları şiddete bir isyan tepkisi göstermeye başladılar. Yani boşanmalar arttı, kadınların o kendilerine yüklenen “tek başına anne” kimliğine isyanı yükseldi; kadınlar aileden/evden kopup kendi başlarına yaşayabilecekleri başka bir dünya kurguladıkça, bu isyanın karşılığında her isyanda olduğu gibi onlara baskı uygulayanın şiddeti gündeme geldi: yani eşin, babanın, kocanın şiddeti.
Bunun dışında AKP politikalarının neticesinde kadına yönelik şiddetin arttığını, kadınların isyanının yükseldiğini ve isyan eden kadınlara yönelik şiddetin arttığını söyleyebiliriz. Ama erkek şiddetinin artmasını tek başına kadın isyanının artmasıyla ilişkilendiremeyiz. Bir başka boyutu da, şiddet uygulayan faillere devletin gösterdiği sonsuz hoşgörü, yani müthiş bir cezasızlık politikasıyla desteklenen ve “Ben ne yaparsam yapayım cezasız kalırım” fikrinin bunu körüklediğini, müstakbel kadın katillerini mevcut uygulamaların cesaretlendirdiğini düşünüyorum. Şöyle ki, daha öncesinde gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde yer alan kadın cinayetleri daha görünür oldu ama bu sefer de kadın cinayetleri haberlerinde biz hep şöyle şeylerle karşılaştık: boşanmak istediği için öldürülen kadın ve müthiş bir haksız tahrik indirimiyle ödüllendirilen erkek profili ve hatta erkekler internetten bunu araştırıp hangi yöntemlerle kadını öldürürlerse daha az ceza alacaklarını hesaplayacak kadar profesyonelleşip, kadınlara karşı açıktan bir savaş ilan eder duruma geldiler. Bu yüzden kadın cinayetlerinin münferit vakalar olmadığını, hepsinin sistematik olduğunu, birbirleri arasında ciddi bir ideolojik bağlantı olduğunu söylüyoruz.
Yani herhangi bir üniversitede faşistlerin solculara saldırması nasıl sistematik bir şeyse, nasıl aynı ideolojiden aynı devlet erkinden besleniyorsa; erkeklerin kadınlara saldırısı da o zeminden besleniyor ve aynı şekilde devlet erki tarafından korunuyor. Herhangi bir kadın katilinin savunmasına baktığımız zaman “erkekliğime laf etti, onurum kırıldı, gururum kırıldı” ekseninde savunma yapar. Birbirini hiç tanımayan bu adamların birbirine bu kadar benzer şeyler söylemeleri, bunların arasında nasıl büyük bir ideolojik bağlılık olduğunu gösteriyor. Tersinden yargının bunlara gösterdiği hoşgörü ve aslında tek başına bir boşanma sebebi sayılabilecek hususları, haksız tahrik sayması da yargının bizzat devlet gücünü nasıl erkekler lehine kullandığı gösteriyor. Yani AKP’nin politikaları ile birlikte, evet, kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri arttı, buna paralel olarak kadınların isyanı da arttı. AKP’nin koruyup kolladığı ve üzerinde yıllarca profesyonelce çalıştığı yargı, son yıllarda iyice yükselen kadın düşmanlığı ile birlikte, ne yazık ki, kadın katillerini iyice cesaretlendi. Medyanın da dili bunları kınayan ve eleştiren bir yerden olmadığı için görünürlüğün artması, caydırıcılık sağlamaktan öte cesaretlendirici bir görüntü aldı.
Özgecan cinayetine gösterilen tepkinin, işlenen diğer kadın cinayetlerine gösterilmemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Özgecan cinayetine gösterilen tepkinin muhafazakârlıkla çok ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Asla yanlış anlaşılmasın; feministlerin, kadın örgütlerinin bu meselede gösterdikleri tepki sonuna kadar doğruydu ve haklıydı; ama bir yandan da Özgecan cinayetinin bu kadar infial yaratmasının en önemli nedeni Özgecan’ın öldürülmeyi “hiç hak etmemiş” olması. Çünkü ataerkil sistem içerisinde kadınların belli davranış kalıplarına uymadıkları sürece öldürülmeyi hak ettiklerine inanılır ve buna uygun yargılanılır. Yoksa bir haksız tahrik sebebi nasıl gündeme gelsin. Haksız tahrik indirimi bir kadının öldürülmeyi hak edip hak etmediğinin tartışılması demektir.
Özgecan cinayetinde bir aması/fakatı olmaksızın işlenmiş bir cinayet söz konusuydu; yani “Neden o saatte dışarıdaydın?” diyemeyecekleri bir saatte dışarıdaydı, “Neden o dolmuşa bindin?” diyemeyecekleri biçimde evine gitmek için, yani çok makul bir biçimde o dolmuşa binmişti. Bu demek oluyor ki; erkeklerin, yargının, toplumun buraya yöneltebileceği bütün sorular, suçu kadına yüklemek için geliştirdikleri bütün argümanlar boşa düşmüştü. İkincisi muhafazakâr çevrelerin tepkileriyle anladığımız kadarıyla, tecavüze kalkışıldığında buna direniyor olmaktan kaynaklı öldürülmüş olması -biz, kadınların öz savunmasını kesinlikle savunuyoruz elbette.- Ama o çevreler bunu “namusunu” korumak için öldürüldü biçiminde yorumladıkları için, bu meseleyi bir kadın özgürlüğü, kadınların sokakta olma hak taleplerinden ziyade kadınlara yönelik olarak bir kısım canilerin işledikleri suçlar gibi lanse etmeye ve bunun yine sistematikliğini gizlemeye çalıştılar. Diğer cinayetlere benzer tepkilerin gösterilmemesinin nedenlerine gelince, özellikle boşanmak isteyen kadınların isyanları sonucunda öldürülmelerine neden aynı tepki gösterilmiyor. Çünkü bu boşanmanın ne kadar haklı, ne kadar doğru bir talep olduğunu ve kadınların o hapsetmeye çalışıldıkları kutsal aile içinde ne kadar büyük bir eziyet gördüklerini ifşa edeceği için bu cinayetlere bu kadar tepki göstermiyorlar. Akşam eğlenmekten dönen bir kadın tacize-tecavüze uğradığında da benzer tepkiyi göstermiyorlar. Buna bir tepki gösterirlerse kadınların gece içki içme, sokakta olma, tek başına eğlenme hakkını ve güvenli bir biçimde eve dönme haklarını savunmuş olacaklar.
Bununla beraber gösterdikleri tepki bile kadınları aslında sokmak istedikleri role uygun olarak gelişiyor. Özgecan’ın hemen arkasından çıkan pembe otobüs, kadınlarla erkeklerin sosyal yaşamda bir bütün olarak birbirlerinden ayrıştırılmasına yönelik söylemler ve politikalar; örneğin ikinci öğretimde ders saatlerinin makul saate alınması tartışmaları bize şunu gösteriyor: Siz kadınlar için geceleri de, sokakları güvenli hale getirmek yerine kadınların geceleri sokakta olamayacağı önlemler getirmeye çalışıyorsunuz. Bütün bunlar birlikte değerlendirildiğinde Özgecan cinayetine gösterilen o ikiyüzlü erkek tepkisinin, özellikle son dönemde muhafazakârlaşma politikalarıyla birleştirildiğinde, nasıl da aslında kadınlar aleyhine işletildiğini görüyoruz. Bu yüzden de şunu çok önemli buluyorum; Özgecan cinayetine gösterilen tepkiler içinde feministlerin gösterdiği “Özgecan yaşasaydı siz o kadını o saatte sokakta olduğu ve tecavüze uğradığı için suçlayacaktınız, cezalandıracaktınız ve yargınızın önünde süründürecektiniz” söyleminin ve çağrısının bu ikiyüzlülüğü deşifre etme anlamında çok doğru olduğunu düşünüyorum.
Kadınların bundan sonra şiddete karşı mücadeleleri nasıl olmalı ve son dönemde kadınların gündemine giren öz savunma meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Özgecan’ın ardından, aynı hafta içinde Antalya’da Hüsne öldürüldü, Akhisar’da yanmış bir kadın cesedi bulundu ve dolayısıyla gazeteyi her açtığımızda sosyal medyaya her baktığımızda yeni bir cinayet vakası görür hale geldik. Şunu görmek lazım, devleti de arkasına alan erkekler kadınlara karşı açıktan bir savaş ilan etmiş durumdalar. Bizim de artık bu savaş karşısında kendimizi savunma ve öz savunmayı öncelikli olarak gündemimize almamız gerekiyor. Bizi tanımayan, şiddet uygulayan erkekleri koruyan devleti de aslında burada bir yere koyarak, kendimiz öz savuma gücümüzü geliştirmek ve bununla ilgili olarak kendi yeni dayanışma ağlarımızı ve kendi yeni örgütlülüklerimizi kurma konusunu da acilen gündemimize almak zorundayız. Çünkü savaşlarda bile günde bu kadar fazla kadın, bu kadar canice, bu kadar sistematik biçimde öldürülmüyor. Özgecan cinayetinden yola çıkarsak bu şiddetin, bu cinayetin hedef tahtasında her an hepimizin olduğunu artık biliyoruz. Meşru müdafaa, öz savunma haktır. Devlet korumuyor ve erkekleri cesaretlendiriyorsa, bizde artık buna karşı kendi yöntemlerimizi geliştirmek zorundayız.
Şiddet alanında mağdur vekilliği ve sanık vekilliği yapmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu meseleyle ilgili benim yaklaşımım çok net. Ben şiddet alanında sadece mağdur vekilliği yaparım, çünkü ben feminist bir avukat olmanın yanı sıra her türlü ayrımcılığa karşı olan sosyalist bir avukatım. Bunu şöyle değerlendiriyorum; eşitsizler arasındaki her ilişkide, her yargılamada eşitsiz olanın yanında durmak bizim mesleki yükümlülüğümüz, kendini politik avukat olarak ifade eden herkesin yükümlülüğü. Ben nasıl ki, Sivas davasında faillerin vekilliği yapmıyorsam, nasıl ki Hrant davasında Ogün Samast’ın avukatlığını yapmıyorsam, nasıl ki DTFC’de solcu öğrencilerin üzerine satırlarla yürüyen o faşistlerin avukatlığını yapmıyorsam, dönüp kadın cinayetlerinde de erkek faillerin avukatlığını yapmam. Nasıl ki o faşist katiller devletten aldığı güçle ve doğrudan doğruya sola, solculara olan düşmanlıklarıyla o cinayetleri işliyor, o saldırıları gerçekleştiriyorlarsa; erkekler de aynı şekilde devletten aldıkları güçle, kadınlara duydukları düşmanlıkla saldırıyor. Ülkedeki kadın-erkek eşitsizliğini değerlendirirsek, buradaki düşmanlığın ne kadar sistematik olduğunu ve buradaki ayrımcılığın hayatın her alanına içkin olduğunu da görebiliriz. Dolayısıyla burada da doğrudan doğruya mağdurların cephesinde yer almak gerektiğini, diğer tarafta kadın katillerinin, tacizcilerin, tecavüzcülerin avukatlığını yapmamayı seçmenin, savunma hakkı bağlamında değil, politik bir avukatlık tercihi olduğunu düşünüyorum. Her politik tercih gibi bunun da eleştirilebilir olduğunu düşünüyorum.
Elbette herkesin savunma hakkı vardır ama kişilere savunma hakkını sağlamakla yükümlü olan devlettir. Dolayısıyla bu kişilerin kamusal olarak avukatlık hizmetinden yararlandırılması başka bir husus, bu kişilerin avukatlığını yapmayı seçmek, tercih etmek, bu konudaki işleri reddetmemek başka bir husus. Avukatların işi reddetme tercihi olduğu sürece ki var, ben nasıl uyuşturucu çetelerinin avukatlığını yapmıyorsam, ben nasıl ki faşistlerin avukatlığını yapmıyorsam, kadın katillerinin de avukatlığını yapmam. Bunu seçme hakkım var ve bu seçim politik bir seçimdir.
Kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık konusunda durduğum yerle ilgili bir seçimdir. Dolayısıyla bu seçimi yapamayan her meslektaşımı eleştiririm, her meslektaşımın politik olarak karşısında yer alırım. Bana kimse bunların adi suçlar olduğu iddiasında bulunmasın; bizim için politik olan davalara devletin terör suçu demesiyle, kadınlar için politik olan davalara adi suç, münferit olay demesi arasında hiçbir fark yoktur. Politik iddiası olan kendisini demokrat/solcu avukat olarak tanımlayan bir yerdeki hiçbir meslektaşımın bu davaları almaması gerektiğini savunuyorum. Ben politik fikirlerimle uyuşmayan bir dava aldığımda, meslektaşlarım benim politik iddiam olduğu için beni eleştirebilirler. Ama herhangi bir iddiası olmayan, “Piyasada her davaya bakabilecek bir avukatlık yapıyorum, benim insan hakları ayrımcılık vs karşısında olmak gibi iddiam yok” diyen meslektaşlarım buyursunlar alsınlar. Ama gelip bizim gibi düşünen muhalif insanlarla herhangi bir zeminde yan yana durmayı savunacaksınız, sonra gidip bu davalara bakacaksınız, böyle bir şey olmaz. Örneğin Çağdaş Hukukçular Derneği’nin, yeni kurulmakta olan Özgürlükçü Hukukçular Derneği’nin avukatlığa bir yaklaşımı ve perspektifi nasıl varsa, dolayısıyla bu perspektifin bir yerine kadına yönelik şiddete ve ayrımcılığa da karşı olmayı ve avukatlık pratiğini buna göre gerçekleştirmek gerektiğini düşünüyorum.
Fethiye’de ki toplu tecavüz davasında yukarıda anlattıklarınızla ilişkili olarak Muğla Baro Başkanı ile bir süreç yaşadınız. Bize bu süreci anlatır mısınız?
Fethiye’de yaşayan bir kadın, o taşranın ileri gelenleri tarafından cinsel saldırıya, tecavüze uğramıştı ve dolayısıyla bununla ilgili bir yargılama yapılıyordu. Yargılamanın başından itibaren çok büyük engellemelerle karşılaşıldı ve öyle ki, dava kanun yararına bozma yoluyla Adalet Bakanlığı’nın başvurusuyla, iki yıl sonra ancak açılabildi ve dolayısıyla bu davada mağdur lehine hiçbir delil bulunamadı. Bu davada jandarmanın, kolluğun faillerin yanında çok net bir biçimde yer aldığını gördük ve dava başladığında dosya kapsamında yer alan faillerden birinin avukatlığını, Muğla Baro Başkanı üstlenmişti. Biz bir baro başkanının böyle bir davada fail vekilliği yapmasına karşı çıktık. Birincisi, Baro Başkanıysan, yönetsel bir makama gelmişsin ve insan haklarını korumakla yükümlü olan meslek örgütüne uygun hareket etmek durumundasın. Burada temel olarak insan hakları ihlal edilen mağdur taraftı. Adalete erişim hakkı en baştan engellenmişti. Dolayısıyla Baro Başkanı’nın mağdurun karşısında sanık vekili sıfatıyla yer alması, öncelikle Baro Başkanı sıfatıyla uyuşmuyordu. İkincisi, Baro Başkanları özellikle bu şekilde zorunlu müdafiliğe tabi davalarda avukat atama yetkisine sahip, yani cinsel saldırı davalarında mağdurların talepleri durumunda barodan avukat atanabilir. Eğer bizim müvekkilimiz avukatsız kalsaydı, barodan avukat talep edecekti ve bu durumda Baro Başkanı bizim müvekkilimize avukat atayacaktı. Sizin kendi karşınızdakinin vekilini belirleyebilecek kadar güçlü olduğunuz bir durumda, mağdurun karşısında yer almamanız gerekir. Bunun da ilkesel bir yaklaşım olduğu düşünüyorum.
Bir başka husus o davada, Antalya’nın, İzmir’in, Türkiye Barolar Birliği Kadın Komisyonu’nun da içinde olduğu birçok Baronun Kadın Hakları Komisyonu bu davaya müdahillik talebinde bulundu. Ancak bir tek Muğla Barosu’nun kadın hakları merkezi bulunmadı. Böyle bir talep ileri sürmedi, çünkü Baro Başkanı doğrudan doğruya kadınların böyle bir talepte bulunmasını fiilen engellemiş oldu. Çünkü sizin Baro Başkanının karşısında böyle bir davaya müdahil olmanız hayatın akışı açısından mümkün değil. Yani Baro Başkanı orada sadece avukatlık yapmadı, orada Baro Başkanı olmanın gücünü mağdurun karşısında kullandı. Bir de savunma pratiği gerçekten çok ürkütücüydü. Müvekkilimizin tecavüz iftirasında bulunduğunu iddia edip, bunu kadının anne babasının boşanmış olmasına bağladı. Müvekkilimizi patolojik hasta olarak göstermeye çalıştı, müvekkilimizin sol geçmişi olmasını problemli bir husus gibi sundu, hatta öyle ki, bizim yanımızda duran, adliye önünde eylem yapan kadınları polise hedef gösterdi. Dolayısıyla ben bu son saydıklarımı herhangi bir avukatta yapmış olsa yine tepki gösterirdim. Ama bunu Baro Başkanı yapınca artık bu tepki kaçınılmaz hale gelmişti.
Biz orada Muğla Baro Başkanına, hem Baro Başkanı olduğu için hem de o davada gösterdiği ayrımcılık ve kadını ikincileştiren, kadının yanında yer almaya çalışan feministleri hedef tahtasına koyan yaklaşımından dolayı tepki gösterdik. O tepkinin çok doğru çok haklı olduğunu düşünüyorum, şimdi de olsa aynı tepkiyi gösterirdim. Bu sebeple Türkiye Barolar Birliği (TBB) bana uyarı cezası verdi. Açtığımız dava sonunda, aslında TBB’nin benim savunma hakkımı ihlal ettiği gerekçesiyle ceza iptal edildi ve henüz TBB bununla ilgili bir işlem yapmadı, ben yapmayacaklarını düşünüyorum.
Yine bu savunma hakkı ve politik avukatlık ilişkisiyle bağlantılı olarak sergiledikleri pratik neticesinde, AKP milletvekili Ayşenur Bahçekapılı ve Özgecan’ın katillerinin avukatlığını yapan Nazmi Karataylı’nın Çağdaş Hukukçular Derneği’nden (ÇHD) ihraç talebiyle disipline sevk edilmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İkisinin de çok isabetli kararlar olduğunu düşünüyorum. Ayşenur Bahçekapılı İç Güvenlik Paketi tartışmaları sırasında, doğrudan doğruya kamuoyunu baskılamaya yönelik, bu yasayı canhıraş bir şekilde savunma pratiği göstermesi ile aslında ÇHD üyesi olamayacağını ve ÇHD’nin savunma pratiği ekseninde bir avukatlık pratiğine hiçbir koşulda sahip olmadığını, derneğin kuruluş ilkelerine, çalışma ilkelerine ve amacına ne kadar aykırı bir pozisyonda durduğunu kendisi ortaya koydu. Tüm Türkiye buna tanık oldu. ÇHD zaten bu konuda bir adım atmalıydı ve atılan adımın çok doğru olduğunu düşünüyorum. Nazmi Karataylı’nın ihraç kararıyla ilgili olarak da birçok kişi, herkesin savunma hakkı olduğu gerekçesiyle, Özgecan’ın failinin avukatlığını yapabileceğini savundu; ama biraz önce dediğim gibi kadın katillerinin, tacizcilerin, tecavüzcülerin avukatlığını yapmak politik bir tercihtir. Bu anlamda da siz politik tercihinizi burada ayrımcılık uygulayandan yana kullanıyorsunuz.
Biz avukatların herkesi savunabileceğini savunmuyoruz. Birini savunabilmek için savunacağınız hususun, en azından meslek ilkeleriniz çerçevesinde sizin ideolojik yaklaşımımızla uyumlu olması gerektiğini savunuyoruz. Bu şu demek değil, adi suçlarda savunmak ya da savunmamak değil. Kastettiğim, doğrudan doğruya insan hakları ihlali içeren davalarda avukatlık yapmak çok açık bir politik tercihtir ve bu politik tercihiniz nerede durduğunuzu belirler. ÇHD burada kendi politik hattını ortaya koymuştur, demiştir ki; “Ben kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık uygulanmasını onaylamıyorum ve bu noktadan hareketle burada yapılan avukatlığın da bir politik tercih olduğunu düşünüyorum ve bu politik tercihte bulunan kişi ile de yollarımı ayırıyorum”. Bence çok isabetli ve doğru bir karar.
ÇHD neticede, belli ilkeler çerçevesinde dünya görüşünü paylaşan avukatların bir araya gelip oluşturduğu bir meslek örgütüdür; bu ilkeler bizim avukatlığı nasıl yapacağımızı, mesleğimizi nasıl icra edeceğimizi, hangi ilkelere ve kurallara bağlı olacağımızı da belirler. Ben bundan sonra ÇHD’li bir avukat nasıl ki uyuşturucu çetelerinin avukatlığı yapmıyorsa, nasıl ki faşistlerin avukatlığını yapmıyorsa, aynı şekilde kadın katilleri ve tecavüzcülerin de avukatı olamayacağını, olmaması gerektiğini düşünüyorum. ÇHD bu konuda açıktan bir adım atmıştır. Üyesi olarak da bu karardan mutlu oldum, onur duydum.
Siyaset’in 23. (Mart 2015) sayısında kısaltılmış hali basılan röportajın tam metnini yayımlıyoruz.