Geçtiğimiz yüzyılda bilimsel ve teknolojik olarak olağanüstü gelişmelere tanık olduk. Köklerini 19. yy’da Marx-Engels ikilisinin şekillendirdiği Marksist felsefenin savunucuları ve yeniden yaratıcıları, 20. yy’da onca bilimsel ve teknolojik gelişmeye rağmen tıpkı bir mirasyedi gibi, ya da mirası kötü yatırımlarla kısa zamanda yok edenler gibi bu felsefeyi ve yöntemi olan diyalektiği hızla tükettiler. Bu süreçte yaşananlar hiçbir zaman kişi yada grupların kötü veya iyi niyeti ile açıklanamazlar. Ama ne ile açıklanabilirler? İşte bu körelmenin nedenlerine birazcık dokunmak için ele aldığım bu yazı, Marksist felsefenin geleceği açısından fikirlerimizde hiç değilse bir hareket noktası oluşturabilmek amacını taşır.
Şu nokta bana çok açık görünüyor; eğer bilimsel bir felsefenin peşine düştüyseniz, hem bilimle olan mesafenizi hem de felsefe ile olan mesafenizi giderek kısaltmak zorundasınız. Bir felsefi düşünceye sahip olabilirsiniz, bu bir inanç veya bilgi temelli bir felsefe olabilir, ama bilimle temas kurma konusunda çektiğiniz zorluklar derecesinde de sizi harekete geçiren şey ne olursa olsun metafizik olmaktan kurtulamazsınız. Bir biliminsanı (ya da eski deyimiyle bilimadamı) olabilirsiniz, ama çalışmalarınızın insanlığa olan katkısı felsefe ile kurduğunuz ilişkinin mesafesiyle belirlenir. Bu her iki durumu da birer pratik örnekle açıklamak istiyorum ve bir de felsefe+bilim ikilisine eklenmesi olmazsa olmaz bir başka disiplin daha olduğunu bu örneklerde göreceğiz.
Birinci noktaya ilişkin spesifik bir örneğim var; Bertrand Russell.. Matematik ve Mantık dallarında 20 yy’da yetişmiş en önemli isimlerden birisidir bu ingiliz filozofu. Düşünceleri hem yaşadığı dönemde hem de ölümünden sonra pek çok kimseye ilham kaynağı olmuştur. Russell hayatı boyunca “gerçeği, ama mutlak gerçeği bulmanın yöntemini” aradı. En son geldiği nokta ise, gülmeyin, ama şu oldu “1+1=2”..
Russell 20. yy açısından önemli bir filozoftu. Bir felsefe tarihçisi olarak, bir matematikçi olarak, bir mantıkçı olarak çok önemli eserler verdi. Ancak Russell 20. yüzyılın bilimsel ve teknolojik gelişimlerine gereken ilgiyi göstermedi. Onun çağında ortaya çıkan bilimsel gelişmeler aslında başdöndürücü idi. Elektroniğin temeli olan elektronun 1905’te bulunmasıyla başlayıp Bohr, Einstein, Max Planck, Heisenberg gibi bilimciler yetiştiler ve dünyayı olağanüstü bir hızlı dönüşüme hazırladılar. Bu saydığımız isimler elektronik, atom, izafiyet teorisi, Kuantum Kuramı gibi kavramların yaratıcısıdırlar ve şu anki bilimsel-teknolojik gelişimin alfabesi onlarla başlar. Bütün bu bilimsel gelişmeler Marx sonrası bir dönemin ürünüdürler ve Marksist felsefe açısından da çok yeni, değerlendirilmesi – yorumlanması gereklidir ama bu yapıl(a)mamıştır. Bu süreçte Marksizm adına konuşup, örneğin Kuantum Kuramı üzerine, birbirine öylesine zıt fikirler üretenler oldu ki, yeni felsefi sonuçlara erişmek bizler açısından bulanık suda balık avlamaya dönüştü. Russell da bu dönemin bir filozofu olarak kendi felsefi çalışmalarının temeline soyut matematik ve mantık’tan daha öte bir şey koyamadığı için metafizik bir felsefi sonuca erişti, gerçeği formüle edebilmenin yolunu matematik ve mantığın deney ve dış dünyadan yoksun bütünselliği içinde aradı. Gerçeğin bulunuşunun formüle edilmesi düşüncesinin ne kadar metafizik olduğu bir yana bunun deneyden ve gözlemden uzak bir dünyada gerçekleştirilmeye çalışılması fikri de son derece yanlıştır, tıpkı devri-daim makinesini bulmak gibi sonuçsuz bir uğraştır.. Bilimden uzaklaşan bir filozofun kaderi, kanaatimce, en fazla Russell’ın ulaşabildiği sonuçlarla sınırlı olacaktır.
Peki felsefe ile gerekli ilişkiyi kuramayan bilimcilere ne demeli? (Bilimadamı ya da biliminsanı sözcükleri yerine bilimci’yi kullanmayı tercih ediyorum, bu bana kavramsal olarak daha doğru görünüyor, sanatla uğraşan insanlara sanat adamı ya da sanat insanı demediğimiz, sanatçı dediğimiz gibi, bilimle uğraşan insanlara da bilimci denmesi gerektiğini düşünüyorum.) Max Planck, Einstein ve Heisenberg gibi bilimciler de bu kategoride yer alırlar. Burada adı geçen bu üç bilimcinin üçünün de birtakım felsefi düşünceleri vardır şüphesiz, ancak Marksist felsefe açısından ya da somut gerçeklere uygunluğu açısından bakıldığında felsefe ile gerekli ilişkilenme biçimini bulamadıklarını söylemek yanlış olmaz. Basit pratik örnekler vermek gerekirse, Kuantum Kuramının temellerini atan Max Planck, nedensellik ve rastlantı arasındaki diyalektik ilişkiyi kuramamış, her iki anlayışı birbirinin karşısına koymuş ve hem kendisini hem de okuyucuyu iki cami arasında beynamaz konumuna sürüklemiştir. Oysa onun buluşu olan maddenin-enerjinin-kütlenin ve zamanın en küçük birimlere sahip olduğu ve daha da küçüklerine ulaşılamayacağı gerçeği, rastlantısallığın dibi sayılmalıdır ve bunun üzerinde yükselen bütün diğer bilimsel yasalar ne kadar zorunlu sonuçlar içeriyorlarsa, işte bu zorunlulukların temelinde de kuant’ların rastlantısal hareketleri yatmaktadır.
(Bu noktada bir açıklama yapmak gerektiğini hissediyorum. Gerek bundan önceki örnek olan Russell üzerine gerekse şimdi verdiğim örnek olan Max Planck üzerine daha ayrıntılı örnekler vermek ya da burada açıklanan örnekleri daha çok detaylandırmak isteyen arkadaşlar olabilir, bana iletildiği her durumda buna sevineceğimi ve çok daha fazla şeyi paylaşabileceğimi söyleyebilirim.)
Einstein, dünyanın gelmiş geçmiş en popüler bilimcisi, Genel ve Özel İzafiyet teorisinin yaratıcısı.. Bulduklarının sonuçlarının gelecekte nelere yol açacağının ne kadar farkındaydı acaba? Bunun yanıtı bence yoktur; o, gelecek bir yana, yaşadığı dönemde bile ne tür sonuçlar yarattığının farkında değildi. Oppenheimer ile birlikte Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaların yapım ekibinin başında idi. Hem Oppenheimer hem de Einstein savaşa karşıydılar ve ürettikleri bombanın savaşı yok edeceği saf inancı ile çalıştılar. Çünkü onlara söylenen buydu, buna inanmayı istiyorlardı ve inanmaya da hazırdılar. Sonra olan oldu ve insanlığın tarihinde gördüğü en büyük felaketlerden biri yaşandı. Yani bir kez daha “Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmişti”… Einstein’ı böyle bir yanılgıya sürükleyen neydi? Yaşadığı dünyanın gerçeklerinden uzak düşünüyordu, tarihin kişilerin niyetleri üzerinde değil, sınıf mücadeleleri üzerinde yükseldiğini ve böyle yazıldığını bilmiyordu. Kısaca söylemek gerekirse “Çok şey buldular, çok şey biliyorlardı belki, ama sadece saf bilimin sınırları içinde kalmanın ne kadar büyük bir cehalete yol açtığını” bilmiyorlardı. Ama aynı dönemde yaşayan F. Joliot Curie, Fransız Komünist Partisi üyesi bu bilimci, Almanların eline geçmesin diye 50 litre ağır suyu yürüyerek Almanya’dan Hollanda’ya kaçırdı. Eğer bu su, Almanların eline geçseydi Hiroşima ve Nagazaki benzeri bir felaketi daha yaşamak işten bile değildi… F. Joliot Curie bir Marksist’ti, savaşların sınıf mücadelelerinden bağımsız olmadığını, bunun bir emperyalist paylaşım savaşı olduğunu, kapitalist bir ülkeye sığınarak bu savaşın önlenemeyeceğini, tarihin bireylerle değil de böyle yazıldığını biliyordu… İşte bu iki örnek bize, felsefe ve politikadan uzaklaşan bir bilimcinin ne kadar büyük bir felakete yol açabileceğini, tam tersi durumdaki bir bilimcinin de dünyayı nasıl kurtarabileceğini gösterir.
Bu örneklerden hemen sonra belki de felsefe açısından en önemli buluşa imza atan W. Heisenberg örneğine geçebiliriz.
Heisenberg, Avusturya Nazi Partisi üyesi bu bilimci, ikinci paylaşım savaşı sırasında Hitler’in zaferi için çalıştı. Fizikte ulaştığı sonuçları, Max Planck’ın çalışmalarının matematiksel olarak ifadelendirilmesi sırasında elde etti. Bunu “belirsizlik ilkesi” adı altında ileri sürdü. Bu ilkenin fiziksel tanımına hiç girmeden sadece felsefi sonuçlarını yazmak istiyorum buraya: “Tanrı, doğada insana bir sınır koymuştur, kendi koyduğu yasaların sadece sınırlı bir bölümünü bilinebilecek şekilde hazırlamış ve maddenin temeline rastlantısallığı koymuştur. Bu rastlantısallık üzerinde yükselen her sonuç tam bir ifade olmayıp sadece belli hata paylarıyla kabul edilebilir. Tüm bunların zorunlu bir sonucu olarak “gerçek” elde edilemeyen bir şeydir, öyleyse yok’tur. Ancak algı sınırları içine girebilen şeylerin gerçekliğinden söz edilebilir, algının ötesinde, ondan bağımsız bir gerçek ileri sürülemez.”
İşte böyle diyordu Heisenberg. Maddenin inkarı denilen şey tam da budur. Bu felsefe tarih boyunca farklı filozoflar tarafından ileri sürülmüş, her ileri sürüldüğü dönemde de dönemin egemen sınıflarının temel felsefesi olmuştur. Şimdi biz Heisenberg’i kısa bir zaman için bir yana koyup çalışmalarının sonuçlarını birazcık gözden geçirelim…
***
Heisenberg’in çalışmalarının sonuçları çok çarpıcı idi ve fizik dünyası 20. yy’da bu kadar çarpıcı sonuçları olan ancak birkaç buluş’a sahipti. Heisenberg’in hesaplamaları sonucu, maddenin en küçük dünyasındaki davranışları çok ama çok şaşırtıcı idi. Madde, bulunduğu uzayda bir yerde tümüyle yok olup, uzayın başka bir yerinde, tamamen rastlantısal olarak yeniden ortaya çıkıyordu. Ya da bunun tam tersi olarak, uzayın bir yerinde varolduğu anda bile, uzayın başka bir yerinde de varolabiliyordu, ve bu da tamamen rastlantısal olarak gerçekleşiyordu. Bu sonuçları deneysel olarak ortaya koymak ise tümüyle olanaksızdı, böyle bir deneyi yapan gözlemci, kendi gözlem eylemiyle deneyin kendisini etkiliyor, sonuçlarını değiştiriyordu. Böylece gözlemci’nin kendisi de ölçümün bir bileşeni haline dönüşüyor, ölçmek istediği şeyin sonuçlarında aslında kendi eyleminin etkisini de taşıyordu. “Heisenberg belirsizlik ilkesi” olarak adlandırılan ilke ise “maddenin iki ayrı özelliğini, hızını ve uzaydaki konumunu, aynı anda, aynı kesinlikle ölçemezsiniz” diyordu. Bilginin sınırlarını bu kadar açık bir şekilde ortaya koyan başka bir fiziksel yasa henüz keşfedilmiş değildir. İşte bu nokta, yani “bilgi’nin sınırlı oluşu meselesi” materyalist diyalektik açısından oldukça önemlidir. Lenin “Materyalizm ve Ampiriyokritisizm” isimli eserinde felsefi olarak W. Heisenberg’in tümüyle paraleli olan fizikçi Ernst Mach’ı eleştirirken bu noktaya değinmekte ve “bizim düşüncemizin apriori olan hiçbir varsayımı yoktur, tek bir varsayımımız hariç, maddenin ve bilginin sonsuzluğu’nu ön varsayarız” demektedir. Lenin’in ifadesindeki sonsuzluk ile Heisenberg’in ulaştığı sınırlılık tümüyle karşı karşıyadırlar, birbirlerini reddederler. Bu çelişki durumuna daha sonra yeniden değinmek üzere şimdilik bu noktada bırakıyorum ve Heisenberg’in maddenin varoluşuna ilişkin rastlantısallık tespitine dönüyorum. Bu sonucu aslında birbirinin aynısı olan farklı biçimler altında ifade etmek mümkündür, ve en çarpıcı ifadelerinden biri de “herhangi bir cismin uzayda aynı anda hem orada olacağı hem de orada olmayacağı” şeklindedir. Bu sonuç birçok bilimci ve filozof için öylesine saçma bir ifade olarak göründü ki, önyargısız olanları hariç diğerleri bakımından dolaylı bir biçimde reddedildiler.
Antik Yunan’da yaşamış olan Parmenides’in öğrencisi Elea’lı Zenon çok bilindik üç paradoks ileri sürmüştü. Bunlardan bir tanesi “yaydan çıkan bir ok’un aslında hiçbir zaman hedefe ulaşamayacağı” şeklindeydi. “Eğer ok havada her anda bir noktada ise nasıl oluyor da bir noktadan diğerine atlıyor” diye soruyordu Zenon. Bu “Achilles ve kaplumbağa” paradoksunda da olduğu gibi hareketin mantıksal olarak imkansızlığını ileri sürüyordu. Bu paradoks günümüze kadar gelmiştir ve henüz hiçbir mantıklı çözümü ileri sürülmemiştir.. Ta ki Lenin tarafından materyalist diyalektik olarak çözümlenene kadar. Lenin’in “Felsefe Defterleri” ismiyle bir araya getirilmiş felsefe notlarından oluşan kitabında, bu konu bir yerde ele alınmış ve şöyle yorumlanmıştır. “Demek ki ok havada her anda bir noktada değildir, hareketin bizzat kendisi bir çelişkinin ürünüdür. Hareket maddenin aynı anda hem bir yerde olma hem de orada olmama çelişkisidir” Yani “aynı anda hem iki yerde birden” hem de “ne orada ne burada olmama” durumudur hareket.
Bu sonuç, Heisenberg’in Max Planck’ın teorisini matematiksel olarak çözümlediğinde elde ettiği sonucun AYNI’sıdır. Yani Heisenberg bilmeden de olsa “hareketin kendisi’nin bir çelişki olduğunu” fiziksel olarak keşfetmiş ilk fizikçi sayılmalıdır. Ama bu noktaya gelmeden önce, Lenin’in bu konudaki materyalist diyalektik öngörüsü, onu okuyan hemen herkese anlaşılmaz görünmüş ve somut bir ifadeye ulaşamamıştı. Bu örnek bence doğru felsefi yaklaşımın bilime nasıl öncülük edebileceğini gösteren en önemli örneklerden birisidir. Heisenberg, materyalist diyalektik dünya görüşüne sahip biri olmadığı için kendi keşfinin anlamını da kavrayamamış, son noktada Tanrı’ya sığınmaktan başka bir çare bulamamış yetenekli ama biçare bir fizikçi olarak tarihteki yerini almıştır.
Marksist felsefe temel ilkeleri bakımından 20. yy’da oldukça önemli sınavlardan geçti. Bu felsefenin çeşitli determinist, tarihsel ilerlemeci, akılcı, pozitivist yorumları ileri sürülmüştür. Burada bu yorumların hepsini teker teker ele almak niyetinde değiliz tabii ki. Yine de, bunun yanı sıra, Marksist felsefe içinde kalmaya gayret ederek eleştirel bir tutumu benimseyeceğiz.
Özellikle reel sosyalizmin yıkılışından sonra çok daha fazla saldırıya uğrayan Marksist Felsefe, çok uzun süredir savunma konumundan çıkamamış durumdadır. Marksizmin öngörülerinin hepsinin yanıldığını söyleyenlerin tarih boyunca başvurduğu örnekler ve kullandıkları argümanlar esasta birbirine çok yakındırlar ve neredeyse birbirinin versiyonu biçimindedirler. Ancak, Marksizmi eleştiren ve bugün felsefe kitaplarında “büyük filozoflar” olarak adlandırılan görüşlerin çoğunun azıcık bilim bilgisine sahip kişiler tarafından bile ciddiye alınması çok zordur. Biz Marksizmi böyle eleştirmeyeceğiz, onu kendi içinden dizginleyen noktaları bulmaya çalışıp, bilimsel bir temelde, onlar üzerine tartışacağız.
Bir de geçtiğimiz yüzyılda egemen sınıfların bilim ve felsefe politikalarını masaya yatırmamız gerekiyor.
***
Thomas Kuhn “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” isimli eserinde bilim tarihini farklı bir biçimde ele alıyor, esaslı bilimsel gelişmelerin öyle zannedildiği gibi bilimin giderek evrimleşmesi, her yeni bulunanın geçmişte bulunanların üzerinde yükseldiği bir ilerleme şeklinde değil, çoğu zaman geçmişin inkarı ile mümkün olduğunu, çelişik bir varoluş içerdiğini, sıçramalarla gerçekleştiğini söylüyordu. Paradigma kavramını bilimin gündemine sokan T. Kuhn’du. Bu görüşü biraz daha ayrıntılandırırsak varacağımız sonuçlar çok ilginç olacaktır. T. Kuhn her yeni teorinin önce geçmişle, geçmişin bilimsel bulgularıyla çelişmeyecek (paradigma’nın sınırlarını aşmaksızın) ileri sürüldüğünü, ancak bunun sürekli şekilde olamayacağını ve bu çelişkiyi uzlaştırmanın artık mümkün olamayacağı bir noktaya hızla vardığını, yeni bilimsel tanımların artık bu uzlaşamaz noktalara varıldıktan sonra ortaya çıktığını ifade ediyor ve buna ilişkin birçok örnekleme yapıyordu. Ancak eski paradigma’nın terkedilebilmesi için mutlaka yeni bir paradigma’nın oluşması gerektiğini söylüyor, bu olmadığı takdirde var olan paradigmayı reddetmenin bilimi reddetmek demek olduğunu söylüyordu.
Thomas Kuhn aynı zamanda var olan eğitim sisteminin birtakım nedenlerle (özellikle işlevsellik bakımından) bu devrimlerin gizlenmesi işini yürüttüğünü ve bunu ders, popüler bilim ve felsefe kitaplarıyla gerçekleştirdiğini ileri sürdü. Bizse bunun tümüyle politik bir yönelim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu eğitim sistemi ve bilimcilerden oluşan toplulukların da, kapitalist devlet ve iktidarların egemenliği altında şekillendiğini ve var olan sınıfsal çelişkilere uygun biçimler aldığını biliyoruz. Buna ilişkin birçok örnek vermek mümkündür, 12 Eylül iktidarının sürekliliği anafikri üzerine kurulmuş YÖK, bilimdışı inançları bilimsel olarak yutturmaya çalışan bugünkü TÜBİTAK bu örneklerden sadece ikisidir.
Burada (Bilimsel Devrimlerin Yapısı) söz konusu olan şey geleneksel Bilim Tarihi’nin eleştirilmesi ve bu tarihin felsefi anlamının ortaya konulmasıdır. Bilim ve felsefe çevreleri üzerinde yarattığı etkinin büyüklüğü, onun 20. yy’ın en önemli eserlerinden biri olmasını sağlamıştır. Birçok noktada eleştirilebilir olmasına karşın şüphesiz çok önemli sonuçlar içermektedir ve bu yönüyle de özel bir ilgiyi hak eder. Bertrand Russell’dan daha önce sözetmiştik, burada yeni bir örnekle yeniden karşı karşıyayız. Russell dahil başka bir çok filozof felsefe tarihini de tıpkı geleneksel bilim tarihi gibi ele almıştır. Bu onların düşünce sistemlerinin zorunlu bir sonucudur. Sosyal devrimlerin güncel etkilerini yaşamayan bilimci ve filozoflar bu tür eğilimleri hep taşırlar.
Sosyal devrimler, felsefe ve sanat alanındaki devrimler ve politik alandaki devrimler de T. Kuhn’un teorisiyle koşutluk içinde ileri sürülebilirler. Bu tarih yazımı’nın bilimsel devrimler kapsamında eleştirisi Kuhn tarafından yapıldı. Ancak felsefi dönüşümler kapsamında eleştirisi henüz yapılmamıştır ve yeni bir felsefi devrimin eski felsefi paradigma’nın terkedilmesiyle hemen yapılamayacağını söylemek mümkündür. Her şey tıpkı Kuhn’un bilim için söylediği gibi. Var olan, yürürlükte olan felsefi paradigma’nın yıkılması için bir çok aşamadan geçilmesi gerekir. Öncelikle bu paradigma’nın gerçeklikle karşı karşıya kalması ve bu yeni durumun açıklanması sırasında zorluklar yaşanması gerekmektedir. Bu bir süre böyle gider (buna olağan felsefi dönem diyebiliriz) ve sonra bir başka aşamaya geçilir, felsefi sorunlar mantıksal düzlemlerde birtakım antagonist sonuçlar üretirler. Bunların tartışılması, daha yeni, geçmişin izlerini daha az taşıyan, özetle paradigmaya sadakati henüz yeterince oluşmamış kişilerin öncülük ettiği bir süreç halinde ilerler. Yeni fikirler işte öncelikle bu kişilerin düşüncelerinin etrafında şekillenmeye başlar, yeni paradigma oluşmaya başlar, sonuç verici, başarılı olduğu ölçüde de hızla gelişen bir seyir izler.
Thomas Kuhn ve diğer bütün bilim felsefecilerinin ortak hatası, bilimsel araştırmaların gelişimiyle politik düzlem arasındaki bağlantıyı görmemek ve politikanın dikte edici, yönlendirici karakterinin hem felsefi düzlemde hem de bilimsel düzlemde ortaya çıkan devrimsel dönüşümlere olan etkisini ihmal etmek şeklinde özetlenebilinir.
Örmeğin Marksist Felsefe, (kişisel olarak Marks’ın zihninde ilk şekillendiği andan başlayarak dahi) dönemin politik süreçlerinin bütün izlerini taşır. Ardından kendisi de -zorunlu bir biçimde- kendisini yeni bir politik alan oluşturarak tanımlama yolunu seçer. Marks’ın Hegel’i terk edişinin ve zamanla Feuerbach’ı eleştirisinin altında yatan en önemli itici kuvvet bizzat politiktir ve bunu “Feuerbach Üzerine Tezler”in 11.’sinde en net biçimiyle ifade eder. “Filozoflar bu güne kadar hep sadece dünyayı yorumlamakla yetindiler, aslolan onu değiştirmektir” önermesinin kesinlikle bir “felsefi önerme olmadığı” çok açıktır. Marks bu önermenin hemen ardından bugünkü Marksizmin kavramlarını ve önermelerini oluşturmaya başlamıştır. Bundan önce kaleme aldığı yazılar ise esasta var olan sistemin -olgun bir alternatif içermeyen- eleştirisi biçimindedir. Demek ki Marksist Felsefe’nin oluşumunu hazırlayan şartlar zamanın politik bir düzleminde gerçekleşmiştir, bu düzlemin adı da “Genç Hegelciler”dir. Bu deyim, yani “Genç Hegelciler”, felsefi bir yönelimi ifade ettiği kadar, hatta ondan daha çok politik bir seçimin ifadesidirler. Kapitalizmin feodalizm üzerindeki egemenliğini ilan edişinin ardından politik ve felsefi bir kutsanmasıdır Hegel’in kendisi.. Kapitalizm, Tin’in özgürlüğünü elde edişidir Hegel’e göre. Pek popüler olan “özgürlük zorunluluğun bilincine varmaktır” önermesi ile Hegel var olan sistemin (kapitalizmin) zorunlu bir biçimde var olduğunu ve bize “Tin’in özgürlüğünün bu zorunluluk olduğunu” anlatmaya çalışır. Felsefi anlamının politik anlamının gölgesinde kaldığı bu anlayış Hegelci Tarih anlatımının da özünü oluşturur. Demek ki Marks’ın Hegelciliği bırakmasının öncelikle felsefi olduğu yolundaki yaygın inanış doğru değildir, bunun arkasında yatan gerçek ise tümüyle “politik”tir.
Zamanının Kıta Avrupası’nın etkin felsefi eğilimi Hegelciliğin terkedilip yerini felsefi bir devrimle Marksizme bırakması, tıpkı Kuhn’un deyimiyle, paradigma’nın çöküşüdür. Marksizmin ise 20nci yüzyılın en önemli felsefi paradigması olduğu kesindir ve bu henüz mantıksal sınırlarına ulaşamamış bir paradigma olarak durmaktadır….
***
Marksizm, genel ilkelerini Karl Marks’ın belirlediği ve ileri sürdüğü, Friedrich Engels’in de bu belirlemeleri geliştirip, bilime ve yaşama uyguladığı felsefi görüşün adıdır. Bu felsefenin yöntemi ise “diyalektik”tir. Marksizm bu bakımdan “diyalektik materyalizm+diyalektik tarihsel materyalizm”den oluşan bir bütünlük olarak tanımlanabilinir. Bu, çok genel gibi görünen hatırlatmayı yapmamızın nedeni, hani şu “diyalektik” gibi bir sihirli sözcükle cümleye başlayıp, gerçekte ne diyalektikle bir ilişkisi olan, ne de pratik bir sonuç içermeyen düşünceleri ele alırken, ne üzerine konuştuğumuzu bize basitçe ve yeniden gösterebilmesi içindir. “Yöntem” kavramı üzerinde biraz yoğunlaşalım, buna şiddetle gereksinim olduğu inancındayım. Genel anlamıyla “amaca ulaşmada izlenen yol, usûl” diyebiliriz yönteme. Bu tanım, tümüyle, yöntem kavramının gündelik yaşamdaki tanımıdır. Felsefi düzlemde ise “yöntem” bu anlama yakın olmakla birlikte, “amaca ulaşmakta kullanılan yol ve usûl”ün , “amaca ulaşmakta kullanılan ilkeler” ve “amaca ulaşmakta kullanılan araçlar” olarak ikiye ayrılmasıyla tanımlanır. Biz bu ilkeler kısmına kısaca “mantık” diyoruz, araçlarımız ise bizzat bu mantığı gerçekleştirebilmek, hayata uygulayabilmek için kullandığımız her şeydir. Böyle bir analitik girişten sonra Diyalektik Mantık deyince neyi kastettiğimiz kolayca anlaşılır, işte bugüne kadar hep bir ezber biçiminde tekrarlanan “Diyalektiğin ilkeleri” kavramı aslında “Diyalektik mantığın ilkeleri” olarak ifade edilmeli ve öyle anlaşılmalıdır. Herhangi bir mantığın ilkeleri ise, o mantığı oluşturan “önceden doğru olduğu varsayılan” aksiyomlar, önermelerdir. Öyleyse “Diyalektiğin ilkeleri” deyince anlayacağımız şey, Marksist felsefenin kendi görüşlerini oluşturmakta ve onları kanıtlamakta kullandığı önermeler, aksiyomlar bütünü olmalıdır. Fakat Marksizm’in kendinden önceki felsefi ve mantıksal sistemlerden en önemli farkı da işte burada yatmaktadır. Birazdan açıklamaya çalışacağım bu farkın anlaşılması, kanımca Marksizm’in doğru anlaşılmasının olmazsa olmazlarından biridir.
Diyalektik Mantığın ilkeleri, önceki mantık sistemlerinin ilkelerinin oluşturulma biçiminin aksine, kaynağını basit matematiğin ve aklın kendi iç hareketlerinden değil, tersine gerçek ve pratik yaşamın ortaya çıkardığı sonuçlardan alır. Bunu biraz açalım.. Klasik mantıkta üç temel önerme-aksiyom vardır, birincisi “özdeşlik”, ikincisi “çelişmezlik”, üçüncüsü “üçüncü durumun olanaksızlığı”. Klasik mantığa uygun bir düşüncede bu üç ilkenin üçü de içkin olarak vardır. Bunlardan herhangi birinin ihlali, klasik mantık uyarınca, düşünceyi yanlış bir sonuca götürür. Bu ilkelere ek olarak Euclid’in aksiyomlarını da unutmamak gerekir. Hatırlatma amacıyla tüm bu ilkeleri kısaca ele alalım ki ardından Diyalektik Mantığın ilkelerini ele aldığımızda ne söylemek istediğimiz kolayca ve doğru bir biçimde anlaşılabilsin. “Özdeşlik”, bir şey ne ise odur, “çelişmezlik” bir şey aynı anda hem o hem bu olamaz, “üçüncü durumun olanaksızlığı” ise bir şey ya doğru ya yanlıştır, ya vardır ya yoktur demektir. Euclid ilkelerine gelirsek, onlar da kısaca şöyle; 1- herhangi bir şeye eşit olan iki şey birbirlerine de eşittir. 2- birbirine eşit iki şeye eklenen eşit parçalar sonucunda yine bir eşitlik elde edilir 3- birbirine eşit iki şeyden çıkarılan eşit parçalar sonucunda yine bir eşitlik elde edilir. 4- birbirine birebir denk getirilebilen şeyler birbirine eşittir. 5- Bütün parçadan büyüktür…
Dikkat edilirse bu önermelerin hepsi sanki kendi kendinin ispatıdır. Yanı sıra bu önermeler birbirlerinden de türetilebilirler (Bütün parçadan büyüktür önermesi hariç olmak üzere), ve bu ilkeler basit aritmetik işlemleriyle kolayca gösterilebilirler. İlkokuldan başlayarak eğitimimizin sonuna kadar sürekli yinelenen bu ilkeler, hepimizde ortak bir düşünce sistematiğinin oluşmasında şüphesiz en önemli etkendir. Akıl yürütme biçimlerimizin ve sorunları çözmekte kullandığımız yöntemlerin büyük oranda benzeşmesinin altında yatan gerçek de budur. Hatta bazen sadece çocukların ulaşabildiği sonuçları, onlardan duyduğumuzda yaşadığımız büyük şaşkınlığın altında yatan gerçek de budur. Çocuklar henüz bizim katılaşmış düşünme disiplinimizi edinememiş durumdadırlar ve bu onlar için kimi zaman bir avantaja dönüşür, böylece bizim hiç aklımıza gelmeyen bir şeyi hemencecik buluverirler.
Bu söylenenlerden hareketle, bu mantık sistemine uygun bir önermenin her zaman yanlış olacağı gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. İşte aynı klasik mantık yaklaşımıyla diyalektik bir sonuç çıkardığını düşünen birinin durumuna düşeriz o zaman. Şimdi burada ve yazının ilerleyen noktalarında açıklamaya, göstermeye çalışacağımız şey bu mantığın “geçerlilik ve geçersizlik” sınırları ve durumları, diyalektik mantığın, işte bu klasik mantığın sınırlarını aşan yapısı ve giderek daha geniş bir uygulama alanı ve düşünce biçimini oluşturması olacaktır.
Özdeşlik ilkesinden başlayalım; ne diyordu bu ilke? “Bir şey ne ise odur”. Diyalektik Mantık kaynağını basit matematiğin ve aklın kendi iç hareketlerinden değil, tersine gerçek ve pratik yaşamın ortaya çıkardığı sonuçlardan alır demiştik daha önce. İşte tam da buna uygun olarak düşündüğümüzde “özdeşlik” ilkesinin diyalektik yorumunu hemen bulabiliriz. Diyalektiğe göre “hiçbir şey mutlak değildir, her şey hareket halindedir ve değişir”. Bu hareket hali iki türlü hareketi birden içermektedir, şeyler, aynı anda hem kendi içlerinde hem de kendi dışlarında bir harekete sahiptirler, sürekli olarak hem içten hem de dıştan bir değişime uğrarlar. Biyolojik dünya ve canlılık bize bu bakımdan sınırsız örnekler sunmaktadır. Bir canlı hücresi ölürken aynı anda bir başkası üremekte, organlar içyapısı itibarıyla sürekli değişirken dış yapı da (büyüme ve yaşlanma olayı) sürekli değişmektedir. Biz farkında olalım veya olmayalım bu süreç kesintisiz bir şekilde sürer ve her anda, canlı, hiç de “bir şey ne ise odur” tanımına sığmaz. Eğer böyle olsaydı hepimizin ve her şeyin her zaman aynı kalması gerekirdi. Ama bu olay yalnızca biyolojik dünyayla sınırlı da değildir. Fizikte, kimyada, astronomide de sonsuz örnekler bulmak mümkündür. Evrenin büyük patlama ile oluşumundan bugüne kadar gelen sürede bu evren ne kadar “özdeş” kalabildi? Eğer özdeşlik varsa neden bütün elementler zaman içinde başka başka elementlere dönüşmektedirler (ki biz bu dönüşüm aracılığıyla ve ancak onun sayesinde maddenin bütün geçmişini öğrenebiliyoruz)? Eğer özdeşlik varsa neden kendi köklerini aldığı matematik biliminin kendisi bile “özdeş” kalamadı, bir çok ilkesi değişmek zorunda kaldı? Bu örnekleri daha da uzatarak konuyu buna boğmak hiç gerekmiyor. Öyleyse “özdeşlik” ilkesi kendisini mutlak olarak ileri sürdüğü ölçüde de geçersizleştirmektedir. Çelişmezlik ilkesi olarak belirlediğimiz ilkenin kaderi de tıpkı “özdeşlik” ilkesi gibidir. “Bir şey aynı anda hem o hem bu olamaz” diyordu bu ilke, oysa diyalektik çelişki ilkesi bize bunun tam tersini söyler. Örneğin hareketin kendisi “bir şeyin hem orada olması hem de orada olmaması çelişkisidir” Bu konuya yazımızın önceki bölümlerinde ayrıntılı bir biçimde değinmiştik, Heisenberg’in belirsizlik ilkesinin buna nasıl bir kanıt olduğunu ele almıştık. Yalnızca fizikte değil, diğer bilim alanlarında da buna uygun binlerce başka örnek mümkün tabii ki. Canlılık, yaşamın ve ölümün aynı anda gerçekleşmesinin en güzel örneklerinden biridir, bundan daha keskin bir çelişkiye ihtiyaç var mıdır? Bir doğru, sonsuz yarıçaplı bir dairenin parçası olarak tanımlanır modern matematikte, demek ki hem doğru hem eğridir. Işık uzayda iki nokta arasında her zaman en kısa yolu seçer, bu da sanıldığının aksine bir doğru değil bir eğridir. Öyleyse iki nokta arasındaki en kısa yol hem bir doğrudur ve hem bir eğridir. Sosyal yaşamda sınıf çelişkileri işçi sınıfı ve burjuvazi arasında sürekli olarak hem bir savaş hem bir uzlaşma durumudur. Çelişkiler bitmez, en basitinden Heraklit’i okumak bile yeterli olacaktır bunu anlamak için. “Üçüncü durumun olanaksızlığı” ilkesi yine Heisenberg’i ele alırken verdiğimiz örnekle rahatça yanlışlanabilir. “Bir cisim aynı anda hem orada hem burada olmaz, ya oradadır ya buradadır” şeklinde bir tespit üçüncü durumun olanaksızlığının ifadesidir, ama bu cismin aynı anda hem burada hem orada olabileceğini Heisenberg bize göstermiştir. Bir başka örnek de “Schrödinger’in kedisi” olarak bilinmektedir. Bu örnek ile Schrödinger’in varsayımsal deneyinde bir kedinin nasıl hem canlı hem de ölü olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır.
Euclid’in önermelerine gelince… İlk üç önerme matematikseldir ve basit cebir işlemlerinde tümüyle doğrudurlar. Ancak yüksek matematik söz konusu olduğunda bu önermelerin üçü de suya düşer. Bu konuda diferansiyel, türev ve integral hesaplarından örnekler bulabiliriz. Bu bakımdan örnek isteyen arkadaşlar olursa onlara yardımcı olmaktan mutluluk duyarım, yazının eksenini kaydırmamak açısından burada sadece 4 ve 5 nolu önermeleri ele alacağım.
Örneğin Euclid’in önermelerinin 4.’sü ve 5.’si ilginç bir şekilde çelişirler. Bir’den başlayarak ve birer birer artırarak sonsuza kadar gittiğimizi varsayalım. Bir, iki, üç, dört, beş, … sonsuz. Bu sayılar hem tek, hem de çift sayılardan oluşur. Şimdi sadece çift sayıları ele alalım. Buradaki çift sayıların sayısı mı daha fazladır yoksa tüm sayıların sayısı mı? Şüphesiz yanıt olarak hemen tüm sayıların sayısı fazladır denir öncelikle. Öyle olup olmadığını Euclid’in 4. önermesiyle ele alalım. Bir birine denk gelebilen şeyler birbirine eşittir diyordu bu önerme. Bir sayısına karşılık iki, iki sayısına karşılık dört, dört sayısına karşılık sekiz, vs vs getirerek bu denkliği burada gösterebiliriz. Her sayıya karşılık ona denk gelen bir çift sayı söyleyebiliyorsak demek ki bu iki sayı sırası birbirine eşittir. Yani tüm sayıların sayısı ile çift sayıların sayısı birbirine eşittir diyebiliriz. Diğer yandan tüm sayılar kendi içinde hem tek hem de çift sayıları içeren bir bütündür ve çift sayılar onun sadece bir parçasıdır, diğer parçası da tek sayılardır. O zaman bütün (tüm sayıların sayısı), bir parçası olan (çift sayıların sayısı) ile birbirine eşittir dememiz gerekiyor. Oysa bütün parçadan büyüktür demişti Euclid 5. önermesinde. Öyleyse ya 4 yanlıştır, denklik eşitlik getirmez, ya da 5 yanlıştır, bütün parçasına eşit olabilir! Sonlu sayılarda tabii ki böyle bir sorun ortaya çıkmaz. Ama sonsuzluk ortaya çıktığı zaman bu önermeler karşımıza birer paradoks olarak çıkarlar. Demek ki Euclid, önermelerini sadece sınırlı bir dünya için tarif etmiştir.
Klasik mantığın sınırlılığını burada kısaca da olsa göstermiş olduk. Buna karşılık diyalektik mantık ilkelerini de bir parça ele aldık. Bı kısa değerlendirme içinde bile birçok önemli sonuçlar elde etmek mümkün görünmekte.
Önceki bölümlerden hatırlarsak, Kuantum Mekaniği Newton Mekaniği’nin reddiyle mümkün olabilmişti. Aynı şekilde relativite teorisi de Newton hareket kanunlarını aşarak ortaya çıkmıştı. Bu teorilerden birincisi esasta atom altı dünyayı esas alıyordu, ikincisi de hem atom altı hem de astronomik büyüklüklere yönelikti. Bilim dünyası fizik alanında 20. yüzyılı esas olarak bu iki devrimle tamamladı. 20. yüzyıl bu sonuçlarla birlikte, atom altı ve astronomik sonsuzluklar söz konusu olunca klasik mantığın da nasıl yetersiz kaldığını gösterdi bize. Oysa diyalektik mantık, bu yeni bilimsel gelişmelere tam da uygun sonuçlar ve ilkeler içeriyor…
Tıpkı Engels’in Anti Dühring’te yazdığı gibi… “ilkel mantık basit cebire denk düşer, diyalektik de yüksek matematiğe” demişti. Aynı şekilde “ilkel mantık Newton fiziğine, diyalektik de modern fiziğe” denk düşmektedir.
Bu dört bölümlük yazı serisinde esas olarak bunu ele almaya çalıştım. Şüphesiz yazdıklarım birçok eksiklik taşıyor. Bu konularda fizik’ten bolca örnek verdim, fakat aynı şekilde matematik, kimya, biyoloji ve sosyal bilimler alanında da çokça malzeme var elimizde. Kanımca herkes bu alanlardan benzer örnekleri kısa bir araştırmayla rahatlıkla bulabilir.