Makale: Bryce Edwards
Çeviren: Mustafa Durmuş
Pek çok yorumcu ve solda yer alan insan Yeni Zelanda’daki ekonomi politikalarının gelişimi ve baskınlığı ile sosyal liberalizm ve kimlik siyasetinin gelişimi ve baskınlığının paralel gidişini anlamakta ve yorumlamakta zorluk çekmektedirler. Gerçekte 1980’lerin ortalarından bu yana Yeni Zelanda’da kurulmuş olan her tondaki tüm hükümetler iktisadi olarak sağcı ve sosyal konularda göreli olarak “ilerici” idiler. Örneğin 1980’ler döneminde yeni haklar, feministler ve gay hakları savunucuları “Kuruluş” (Establishment) tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Mevcut ulusal rejim ise şimdilerde Maori milliyetçilerini kucaklamaktadır. Ancak bunlar birbirinden kopuk ve alakasız şeyler değildir. Neo liberal ekonomi politikaları ile sosyal- liberal politikaların birlikte var oluşunu bir çelişki olarak gören yaygın görüşün aksine, iki kültürlülük ve neo liberal ortodoksinin fiilen birbirini destekleyen iki şey olduğu ortaya çıkmıştır. Başlangıçta “Dördüncü Liberal Hükümet” ve devlet bürokrasisi tarafından geliştirilmiş olan neo liberal sosyal gündem neo liberal politikalarla el ele yürütülmüştür.
Yeni Zelanda’nın modern sosyal liberal ideolojisi, radikal bir neo liberal iktisadi gündemi aynı dönemde hayata geçirmiş olan Dördüncü İşçi Partisi Hükümeti’nce oluşturuldu. Böylece önceki Muldoon öncülüğündeki Milliyetçi hükümet tarafından yaratılmış olan baskıcı ve katı ortam, 1960 ve 1970’lerin muhalif kuşağının taleplerini de yansıtan reformlarla görünürde ortadan kaldırılmış oldu. Sonuçta sosyal konularda liberal (özellikle de kültürel ve etnisite konularında) ama aynı zamanda iktisadi konularda klasik piyasa yönlü liberal ekonomi yapılanmasının yeniden sürümünü esas alan yeni bir ideolojik devlet paradigması yaratıldı (Kelsey, 1993, s.19, 234).
Bir taraftan bazı sosyal liberal reformlar başlatıldı. Örneğin erkek eşcinseller açısından ayırımcılığa neden olan ayrımcılık yasası kısmen ortadan kaldırıldı, ülke kendini nükleer enerjiden özgür ülke olarak ilan etti, Kadın Bakanlığı kuruldu, Maorilerin eski topraklarının geri verilmesine ilişkin düzenlemeler yapıldı ve iki kültürlülük ideolojisi tüm kamu kurumlarında ve eğitim kurumlarında yaygınlaştırıldı, içselleştirilmeye çalışıldı. Paradigma değişikliğinin nedeni kısmen yükselen sosyal muhalefet hareketinin dizginlenmesi ihtiyacı, kısmen de politik solu kimlik siyasetine kilitleyerek teslim almak stratejisi idi.
Yeni sosyal hareketleri ortaklaştırmak
İleriyi gören devlet unsurları, üniversiteler ve iş âlemi özellikle de Maori temelli yeni sosyal hareketlerden kaynaklanabilecek tehlikeleri bertaraf edebilmek ihtiyacı içindeydiler. Bu grupları bir araya getirip denetlemek yeni liberal “Kuruluş” içine kimlik politikasını yerleştirmek ve kahverengi bir orta sınıf ve kahverengi bir burjuvazinin gelişimini ilerletmek için bilinçli bir çaba içine girildi (Ferguson, 2000, p. 34).
1984 yılında yapılmış olan ve Dördüncü İşçi Partisi iktidarının kurulmasını sağlayan genel seçim Maoriler, kadınlar ve diğer küçük azınlık gruplar açısından hükümet politikalarındaki bilinçli ve keskin bir kaymayı sağlayan seçim oldu. Feminizm, iki kültürlülük ve kimlik siyaseti kucaklandı ve devlet tarafından aktif bir biçimde desteklendi.
Yeni Zelanda devletinin ideolojik ve pratik olarak yeniden düzenlenmesi kısmi olarak çeşitli faktörlerin sentezi olan bir durumu yansıtmaktadır. Kapitalist sınıf, bürokrasi ve entellektüeller yeni sosyal hareketlere karşı ajitatif ve zaman zaman şiddet yanlısı bir tutum izleyen önceki stratejinin toplumdaki bölünmeyi daha da artırdığını kabul ettiler.
Bu yeni sosyal hareketin pek çok talebi bazen gerçekten, bazen de sözde olmak üzere ve kâr birikimini tehdit etmeden ya da kısıtlamadan karşılanabilirdi. Bu yeni sosyal hareketler ve Maori milliyetçiliği içinde yükselen sınıf aslında bilinçli bir orta sınıf olmuştur. Bu sınıfın elemanlarının bazıları egemen sınıf olmaya taliptiler ve feminist, Maori milliyetçileri, gay siyaseti gibi örgütlerin liderliğini kullanarak ana akım siyaset ve ekonomik yapılanmanın kendi içinde yükselmelerini sağlayabilecek fırsatları görmüşlerdi. Dördüncü İşçi Partisi iktidarı bu çeşitli dinamikleri birleştirmek ve onu neo liberal ekonomik yapılanmanın ve eşcinsellik yasasını da içeren radikal sosyal reformlardan oluşan “yeni hak” sentezi içinde eritme konusunda son derece mahir davrandı.
Devlet ikili kültürlülüğü kucaklıyor
Neo liberal sosyal gündem neo liberal politikalarla birlikte yürütüldü. İşçi Partisi iktidarı, sosyal ve ekonomik dezavantajın azaltılmasını mümkün kılacağı için iki kültürlülüğü savundu, haklı gösterdi. Bir Maorinin karşılaştığı sorunun çözümünün Maori kültürüne geri dönüşle, özellikle de yeni bir yüksek düzeyli kentleşme ve kabile yaşamından çıkılarak sağlanabileceği görüşünü yaygınlaştırdı (Duncan and Cronin, 1997).
Sol ve liberal gruplar içinde önemli sayılabilecek sayıda insan Maori Özerkliği kavramının (tino rangatiratanga) Maorilerin sorunlarına özgün çözümler oluşturmada rehber ilke oluşturduğuna inandılar. Ancak, kültürcü modelin uygulanmasında temel araç daha önce kullanılmamış olan ve ülkenin kurucu belgesi niteliğinde olan Waitangi Anlaşması’ydı (Ferguson, 2000). Bu göreli olarak yeni bir fikirdi. Bu anlaşma 1840 tarihinde Maori şefleri ile dönemin Britanyalı sömürgeci valisi arasında ve resmi Britanya egemenliğini Yeni Zelanda’da kurmak amacıyla yapılmış bir anlaşma idi. Bu anlaşma etnik gruplar arasında değil, o dönemin yasal kimlikleri olan elitler arasında yapılmıştı.
Kültürcü modelin Milliyetçi Parti tarafından da sahiplenilmesi de sürpriz değildir. Başlangıçta bu modele eleştirel yaklaşsa da Milliyetçi Parti 1990’da iktidara geldiğinden itibaren kaldığı dokuz yıl boyunca bu anlaşmanın ve etnisite temelli siyasetin istekli bir savunucusu oldu (2003–2006 arasında Milliyetçi Parti söylemde de olsa bu siyaseti eleştiren bir tutum aldı). Böylece de 1990’da kültürcü model üzerinde oluşan uzlaşma ana akım siyasete de girmiş oldu.
2010 yılına gelindiğinde, 26 yıl boyunca Yeni Zelanda’da neo liberal ekonomi ve liberal kimlik politikaları ikilisi uygulamış oldu. Kazanımları ise şüphelidir. Kültürcü modelin yararlanıcıları sıradan Maoriler değil, küçük bir Maori seçkin grubu oldu. Genelde bir Maori özel muamele görmediği gibi, örgütünden de koparıldığı için, politika yapmaktan da mahrum bırakıldı. Tüm kimlik siyasetleri gibi kültürcü modelin bir çıkmaz sokak olduğu kanıtlanmış oldu.
Bu nedenle de sınıf siyasetine geri dönmenin gerekliliği üzerine yeniden düşünmek gerekir. Sadece sınıf siyaseti yoksullaştırılmış Maoriler ve diğer grupların sorunları için gerçek çözümler üretebilecektir.
İncelikli bir sınıf analizi
Sosyalistler sınıfı fetişleştirerek, kapitalizm altındaki diğer sosyal bölünmeleri ihmal mi etmektedirler? Sınıf analizi, kaba bir biçimde cins ayrımcılığı, homofobi ve ırkçılık gibi soruları ekonomi ve kapitalizm sorusuna mı indirgemektedir? Ya da toplumdaki marjinalize edilmiş grupların varlık nedenlerini ele alan sosyal liberal yaklaşım daha mı uygundur? Konuk yazarımız John Bernstein aşağıda hem geleneksel solun kaba ekonomizmini hem de çağdaş sosyal liberalizm siyaseti reddeden bir çözümleme sunmaktadır
Kötü sınıf analizi
Sol liberaller, sosyalistler ve Marksistleri, sınıfsal ayrışmayı temel alan, toplumdaki diğer sosyal bölünmeleri ve kapitalizm altındaki diğer ezme ezilme ilişkilerini ya ikincil olarak alan ya da tamamen ihmal edenler olarak karikatürize ederler. Gerçekten de başta Maocular, Stalinistler ve eski dönem sosyal demokratlar olmak üzere solun önemli bir kısmı cins, ırk ve cinsellik sorunları gündeme geldiğinde işe yaramazlar. Geleneksel solun bu sorunlara karşı ilgisizliği ya da bu sorunları ele almadaki beceriksizliğinin ılımlı sosyal liberallerin yeni sosyal hareketler içinde ciddi olarak güç kazanmalarını sağladığı ve böylece bu liberallerin son tahlilde işçi sınıfı hareketi içinde baskın hale geldikleri ileri sürülebilir.
Ancak hem bu eski ekonomist sola hem de yeni sosyal liberalizme karşı radikal sol bir alternatif de mevcuttur. Bu radikal sol seçenek incelikli sosyalist çözümlemedir. Böyle bir çözümleme hem sol kanat ekonomizminin hem de sosyal liberalizmin ideolojik çatısını reddeder ve kapitalizm içindeki çok sayıdaki baskılama ve sosyal bölünmeye radikal somut çözümler sunar.
Materyalist bir sınıf çözümlemesi
Sosyalistler sınıfsal konumun, her zaman, her durumda temel ve acil bir sosyal örgütlenme ya da insan hayatındaki baskılama biçimi olduğunu ileri sürmezler. Diğer yandan sınıfsal ayrışmanın ya da bölünmenin kâr çıkarımını esas alan bir sistem olan kapitalist üretim tarzı ve yapısı açısından merkezi önemde olduğunu savunurlar. Kapitalizm, kapitalistlerin kârlarının kaynağı olan tüm mal ve hizmetleri üretebilecek işçi sınıfına ihtiyaç duyar. Cinsiyet ve etnisite gibi toplumdaki diğer sosyal bölünmeler bu ekonomik sistem tarafından çeşitli biçimlerde korunurlar ve desteklenirler. Ancak bu sınıf dışı baskılar merkezi değil, kapitalizmin kendini yeniden üretebilmesi için yedektir, yardımcıdır.
Sınıfsal bölünme ve işçilerin sömürüsü neden kapitalist sistemin temelinde yer alır? İşçiler emek güçlerini kapitalistlere satarlar ve kapitalistlerin kârını, üretilen bu mal ve hizmetlerin değerleri ile işçilere ödenen ücretler arasındaki fark oluşturur. Bu nedenle de bir toplumdaki zenginlikleri ya da refahı yaratan kalifiye ya da kalifiye olmayan, düşük düzeyde ya da ortalama ücret alan işçilerdir. Kapitalizmde kâr ve serveti yaratmaktaki bu merkezi rollerinden ötürü işçiler bir sosyal sınıf olarak kapitalist toplumu dönüştürmede özel bir yere ve konuma sahiptirler.
Sınıfın temel bölünmüşlük biçimi olduğunu söylemek kapitalizm altındaki diğer ezme-ezilme ilişkilerini hafife almak anlamına gelmez. Keza gay hakları, kadın hakları ve Maori hakları için verilen mücadelenin önemsiz olduğunu da göstermez. Sınıfın merkezi rol oynadığı tezi sınıfsal bölünmenin iyi anlaşılması ile ilgilidir. Zira üretim güçlerinin sahibi ve denetleyicisi konumundaki kapitalist sınıf ile emek güçlerini satarak tüm mal ve hizmetleri üreten işçi sınıfı arasındaki bölünme kapitalist sistemin işleyebilmesini sağlayan temel bölünmedir.
Sınıf dışı eşitsizliklerin sosyalist çözümlemesi
Sosyalistler homofobi ve cinsiyet eşitsizlikleri sorularını sınıf sorusuna indirgemezler ama çeşitli baskılama biçimlerini kapitalist sınıf ilişkileri bünyesinde ele alırlar. Örneğin Marksistler basit liberal çözümlemelerin çok ötesine gidecek bir biçimde kadınlar üzerindeki baskı ve homofobi ile ilgili radikal materyalist açıklamalarda bulunurlar. Böyle bir çözümleme toplumda acı çeken insanların çoğunluğunun gerçek anlamda özgürleşmesini sağlayacak radikal çözümler içerir.
Bu nedenle Yeni Zelanda’daki gay, kadın ve Maoriler üzerindeki baskı, sınıf ve kapitalizm ile sıkı sıkıya ilişkilidir. Örnek olarak kadın üzerindeki baskıyı ele alalım. Engels, Troçki ve A. Kollantai gibi Marksistler kadın üzerindeki baskıyı aile birimi üzerinden açıkladılar. Kapitalizmin ilk aşamasında erkek, kadın ve çocukların hepsi eşit bir biçimde, sömürülmek üzere, sanayideki fabrikalara itildiler. Belli bir süre sonrasında toplumsal ilerleme başlayınca bu gelişme değişik yollardan çekirdek aile birimini gündeme getirdi. Bu aile yapılanması altında erkek ücret karşılığı çalışmak, buna karşılık kadının rolü ev içindeki çocuk büyütmek gibi ödenmemiş işleri yapmaktır. Kadının bu baskılanmış durumu kadını erkeğe göre düşük bir duruma sokan karmaşık bir ideolojik aygıtla muhafaza edildi. Bu düzenleme kapitalistlerin, kadının ücretsiz emeğinden dolaylı bir biçimde kâr elde etmesini sağladı. Zira kadın işçi sınıfının sosyal olarak yeniden üretiminde merkezi bir rol oynamaya başladı. Bu cinsiyetçi bölünmeye ilişkin kısa açıklama cinsiyet eşitsizliğinin materyalist bir izahı, yani cinsiyet baskısını sınıfa indirgemeyen, ancak kadın ezilmişliğini kâr merkezli iktisadi sistem bağlamında ele alan bir açıklamadır. Böyle bir çözümleme kadın üzerindeki baskıyı toplumdaki egemen seçkinlerin maddi çıkarlarına hizmet eden bir olgu olarak görür (detay için bkz. (Sexuality and Socialism – History, Politics, and Theory of LGBT Liberation, Sherry Wolf and Capitalism and Homophobia).
Bu yaklaşımdan çok sayıda radikal çözüm de çıkar. Sosyalistler kadın üzerindeki baskıya karşı mücadeleyi tek başına cinsiyet karşıtı ya da homofobi karşıtı hoşgörü gibi yeni bir ideolojiye dayandırarak yürütmezler, ayrıca maddi çözümlerin gerekliliğine de vurgu yaparlar. Böyle bir söylem kuşkusuz çok değerlidir ama baskının kalbine kadar gitmez. Bu nedenle de sosyalistler, isteğe bağlı özgür kürtaj, herkes için ücretsiz 24 saat çocuk bakımı ve ücretsiz kaliteli restaurant hizmeti gibi talepleri dillendirirler. “Bu görevler daima ücretsiz olarak kadınlar tarafından yerine getirilir” tezi böylece, “bireysel sorumluluklardan sosyal sorumluluklara geçişe” dönüştürülmelidir.
Sınıf siyaseti -kimlik siyaseti
Kimlik siyaseti, çok kültürlülük ve hoşgörünün geliştirilmesi gibi modern sosyal liberalizmin fikirleri yirmi yıldan fazla bir zamandır solcular arasındaki söyleme egemen oldu. Bu liberal ideoloji geleneksel sınıf merkezli çözümlemelere karşı güçlü bir meydan okumayı da gündeme getirdi. Öyleyse neden sosyalistler kimlik siyaseti de dâhil sosyal liberalizmin fikirlerini reddetmektedirler?
İlk olarak, sosyalistler sosyal liberalizmi işçi sınıfından ziyade toplumdaki diğer marjinalize edilmiş olan grupları ön plana çıkardığı için değil, kimlik politikası baskı ve eşitsizlik sorunlarına son derece ılımlı hatta muhafazakârca yaklaştığı için eleştirirler. Slovoj Zizek sosyal liberal bir kavram olan “hoşgörü” kavramını baskılama sorununu yeterince ortaya koymadığı için eleştirmektedir:
“ Hoşgörü nosyonunun karşısındayım. Kuşkusuz yabancılara hoşgörüsüz davranılsın demiyorum ya da anti feminist vs değilim. Karşı olduğum şey hoşgörü sorununun etik otomatik ırkçı algısıdır. M. Luther King açısından ırkçılıkla hoşgörü aracılığıyla savaşılmaz, özgürleştirici politik mücadele ile, hatta silahlı mücadele ile savaşılır. Öyleyse neden bugünün pek çok sorunu eşitsizlik, sömürü ve adaletsizlik sorunu olarak değil de hoşgörüsüzlük sorunu olarak algılanmaktadır? Irkçılık bir sorundur ama ırkçılığın bir hoşgörü sorunu olarak ele alınması bir algı kaymasıdır ve ideolojiktir. Buradaki neden liberal çok kültürlü ana ideolojik operasyon, bir başka deyimle siyasetin kültürleştirilmesidir.”
Kimlik politikası, çok kültürlülük ve hoşgörünün geliştirilmesi gibi çağdaş sosyal liberal fikirler, 1960 ve 1970’lerdeki yeni sosyal hareketlerin sonucunda ortaya çıkan fikirlerin ılımlı sağ temsili olarak anlaşılabilir. Öyle ki bu liberal fikirler başat hale geldi ve sol kanat feministlerden, Maori milliyetçilerinden, sosyalistlerden ve LBGT aktivistlerinden kaynaklı daha radikal fikirleri baskılamak için kullanıldı. Böylece de sol etkin olarak yenilgiye uğratıldı ve bu daha geniş sosyal hareketler ve daha geniş kapsamlı işçi hareketi içinde marjinalize edildi.
Cinsiyet, ırk ve cinsellik sorunlarını merkezine almış olan yeni sosyal hareketler başlangıçta hem radikal sol hem de kapitalizm yanlısı eğilimleri bünyesinde barındırdılar. Örneğin, 1970’lerde Maori ve Pasifika hareketleri içinde kapitalizmi baskı ve zulmün nedeni olarak görenler de, özgürleşmenin kapitalizmin sınırları içinde gerçekleşebileceğine inananlar da vardı. Sonunda muhafazakârlar kazandı. Yeni sosyal hareketler içindeki bu göreli olarak muhafazakâr, liberal reformcu unsur ise kimlik politikalarıydı. Dolayısıyla, her ne kadar liberal kimlik politikalarının Marksist çözümleme bağlamında muhafazakâr olduğu ileri sürülebilirse de bu durum cinsiyet, cinsellik, ırk vb çerçevesinde oluşan baskılara karşı yürütülen mücadeleleri reddetmek ya da hafife almak anlamına gelmez. İşin gerçeği eşcinsellerin ya da kadınların baskılanmasına karşı yürütülecek bir mücadele antikapitalist bir yapılanmanın içine yerleştirildiğinde oldukça radikal bir hal alabilir ve kapitalist sisteme de ciddi bir başkaldırı niteliğini taşıyabilir.
Sosyal liberalizm ve devlet
Sosyal liberal fikirlerin kapitalist devletler tarafından kolayca benimsenmesi onun belirleyici muhafazakâr doğasına işaret etmektedir. Yeni Zelanda’da politik uzlaşma 1984’ten bu yana mevcuttur ve post Keynesyen bir ekonomik çatı içinde inşa edilerek liberal sosyal gündem ile birlikte yürütülmüştür. 1984 yılında Muhafazakâr Muldoon Hükümeti’nin devrilmesinden bu yana Yeni Zelanda devleti iktisadi liberalizm ve sosyal liberalizmin sentezinden oluşan bir ideolojiyi benimsemiştir. Jane Kelsey gibi akademisyenlere göre bu iki unsur bir biriyle çatışma içindedir. Bu yazarlar neo liberalizmi doğru biri biçimde sağ bir ideoloji olarak tanımlarken, yanlış bir biçimde sosyal liberalizmi sol olarak tanımlamaktadırlar. Bu nedenle de ikisini çatışma halinde görmektedirler. Oysa fikirleri resmi devlet ideolojisinin temelini oluşturan sosyal liberaller zımni olarak kapitalizm yanlısıdırlar, azınlık gruplar içinde orta sınıf ve şirket sahibi sınıfların gelişimini alkışlarlar ve sınıf ve iktisadi yeniden bölüşüm sorunlarını da çok iyi bir biçimde gizlerler. Dolayısıyla da sosyal liberalizme sol etiketi yapıştırmak bir hayli sorunludur.
Yeni Zelanda ve diğer pek çok Batılı devlet sosyal liberal ve aynı zamanda da iktisadi olarak sağcı olarak ele alınabilir. Yeni Zelanda’da egemen devlet ideolojisini ayrıştırdığımızda açıkça kimlik siyasetinin bu yapının çekirdeği olduğu ortaya çıkar. Peki, Yeni Zelanda devleti nasıl sosyal muhafazakârlıktan sosyal liberal ve aynı zamanda da sağ iktisat politikalarına doğru kayabilmiştir? Bunu Antonio Gramşi’nin “Pasif Devrim” kavramına bakarak açıklayabilmek mümkündür. Çünkü yazar devletin liberal fikirleri kucaklaması durumunu, mevcut sistemi doğrudan ya da dolaylı olarak tehdit eden bir meşruiyet sorunu söz konusu olduğunda, pasif devrimin devreye girmesi olarak açıklamıştır. Esasında yeni ideolojilerin yaygınlaştırılması kadar devlet kurumlarının yeniden yapılandırılması elzemdir. Dolayısıyla da “Pasif Devrim” kavramı sosyal liberal kapitalist devletin inşası için yeni ideolojilerin oluşturulması ve kamu kurumlarının dönüştürülmesi ihtiyacı bağlamında Dördüncü İşçi Partisi iktidarının konumunu çok iyi tanımlamaktadır.
Baskı ve eşitsizliğe sınıf merkezli bakış
Özetlemek gerekirse, incelikli sınıf merkezli çözümleme altında, kapitalist toplumda cinsiyet, etnisite ve cinsellik temelli bölünmeler sınıftan ayrı olarak kendi maddi temellerine sahiptirler, ama günümüzün egemen sınıflara bölünmüş toplumunun içinde var olurlar ve korunurlar. Sınıfsal sömürü kapitalist ekonomik sistemin korunması ve kendini yeniden üretmesi için esas oluşturduğundan işçi sınıfı bu toplumu dönüştürmede kolektif olarak özel bir konuma sahiptir. Keza tüm işçiler sömürüldüklerinden, nesnel olarak kapitalizme karşıdırlar. Bu nedenden dolayı da sosyalistler diğer tüm baskı ve sömürü biçimlerine karşı yürütülen mücadelede ve tüm insanlığın özgürleşme mücadelesinde işçi sınıfına özel bir ayrıcalık atfederler.
[1] Identity politics vs class politics – 8/9: Neoliberalism and identity politics , a nuanced class anylysis başlıklı çalışmalar Mustafa Durmuş Türkçe’ye tarafından çevrilmiştir. Orijinal kaynak için bkz: http://liberation.typepad.com/liberation/2010/01/identity-politics-vs-class-politics-8-9 neoliberalism-and-identity-politics.html