Geçtiğimiz haftalarda yapılan 19. Milli Eğitim Şurası’nda alınan kararlar kamuoyunda çok tartışma yarattı ve dikkatleri eğitim sistemi üzerine çekti. SYKP Eş Genel Başkanlığını da yürüten, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nejla Kurul ile eğitim sisteminin sorunlarını konuştuk.
Bildiğiniz gibi kamuoyunda 19.Milli Eğitim Şurası kararları çok tartışıldı. Milli Eğitim Şurası, Milli Eğitim Bakanlığı’nın en üst danışma organı ve tavsiye niteliğinde kararlar alıyor. Ama siyasal iktidar, 4+4+4’te de yaptığı gibi, eğitimle ilgili düzenlemeleri demokratik bir süreç kisvesi vererek bu Şuralarda tartıştırıp, kamuoyu yaratıp sonra uygulamaya geçiriyor. Bu Şura kararları da Cumhurbaşkanı tarafından derhal sahiplenildi, özellikle Osmanlıca dersi konusunda. 19. Milli Eğitim Şurası (MEŞ) ve 4+4+4 kesintili eğitim modeli arasında bir ilişki var mıdır?
Siyasal iktidar, 2002’den beri eğitimle ilgili olarak en köklü dönüşümü 4+4+4 kesintili eğitim modeli ile gerçekleştirdi. AKP, yeni rejimi bağlamında eğitimin yapısı kadar içeriğini de yeniden inşa etti. Yani ‘resmi bilgi’yi de, bilimsel bilgi olarak değil, egemenliklerini tahkim etmeye dönük olarak, kendi ideolojisinden derlenmiş bir bilgi olarak yeniden inşa etti. Bu model yoluyla ve daha sonraki düzenlemelerle, hem okulların sınıfsal niteliği derinleştirildi hem eğitim dinselleştirildi, hem de ikinci dönüşüm üzerinden eğitim cinsiyetçileştirildi. Bu düzenlemeler, ailenin çocuğunun okulunu seçme özgürlüğü, başörtüsü ve kılık kıyafet özgürlüğü, seçmeli de olsa anadilini öğrenme özgürlüğü gibi demokratik hak ve özgürlükler olarak kamuoyuna sunuldu ve meşrulaştırıldı. Ne var ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına karşın “Zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersleri kaldırılmadı. Bu nedenle, 19. MEŞ kararları, bu 4+4+4 modelinin derinleştirilmesi olarak değerlendirilebilir.
Erdoğan ve muhafazakâr seçmen tabanına göre, bugün gençlik ‘kötü’ yetişiyor. İnsanlar, alkol, sigara, uyuşturucu bağımlılığındaki artışı ve gençlikteki ‘yozlaşma’yı gözlemliyorlar. İktidarın önüne, her gün “suç” istatistikleri geliyor.
Ancak gençliğe ilişkin olumsuz gelişmelerin nedenleri konusunda ayrışıyoruz. Beden üzerine baskılar, sömürü, tahakküm ve derinleşen eşitsizlikler, baskıcı eğitim, kafa ve kol emeği ayrışmasının yarattığı yabancılaşma gençleri sistem içi çeşitli arayışlara itiyor. Ayrıca gençlik içerisinde bu düzene karşı potansiyel bir devrimci muhalefetin var olduğunu ve koşullar olgunlaştığında bunun daha da gelişeceğini biliyorlar. Bu ülke, 1968-1978 kuşakları olarak bilinen kuşakların nasıl devrimcileştiğine, Haziran 2013 İsyanı’nda apolitik olarak değerlendirilen gençliğin nasıl özgürlük savaşçısına dönüştüğüne tanık oldu. Bu noktada Erdoğan’ın çözüm önerisi, gençliği asıl olarak dinsel değerlere, ahlaki normlara, geleneklere ve muhafazakâr kodlara bağımlı hale getirecek değerler sistemini bugünün koşullarına uyarlayarak, gençleri bu kalıba sokarak onun deyimi ile “kurtarmak”. “Bir elinde Kuran bir elinde bilgisayar tableti” söylemi tam da buna denk düşüyor. Böylece 36-72 aylık çocuklara okulda, “Allah kavramı ve Allah sevgisi” kazandırılarak, “cennet ve cehennem kavramları” öğretilerek, İslam kültürüne ilişkin masallar anlatılarak gençler ‘iyi’ yetiştirilmek isteniyor.
Bu bakış, gençliğin içinde bulunduğu bu durumun, kısıtlayıcı, baskıcı, biyo-politikayı derinleştiren kapitalizmin, patriyarkanın ve paternalizmin kaçınılmaz bir sonucu olduğu gerçeğini görmek istemiyor. Sınıflara bölünmüş bir toplum, her türden eşitsizlik ve adaletsizliğin had safhaya ulaştığı bir dönem, gelir ve servet bölüşümünde adaletsizliğin üzerine yükselen politik güç dengesizliğinin neden olduğu ötekileştirme ve bizatihi gençlerin kendilerine ve içinde yaşadıkları topluma yabancılaşması durumu. Bunu görüp kabul etmemesinin daha ötesinde bir durum söz konusu. Bu yapısal nedenleri örtme ve mevcut düzeni temize çıkarma çabası. Çünkü kendisi dahil çevresinin yaşam biçimi içinde konumlandığı sosyal sınıfın çıkarları bu imtiyazlı konumunu korumak için onu mücadele etmeye zorluyor. Yani AKP, aslında bir sınıf savaşı veriyor.
Sorunun ikinci boyutu var. O da bu sözü edilen “manevi, ahlaki değerler” yardımıyla, geleceğin işçileri olan bugünün çocuklarını kesin bir biat kültürüyle yetiştirmek amacına dönük. Aksi takdirde anaokulundan başlayarak çocuklarımız için böyle bir “zihinsel inşa”nın bir açıklaması olmazdı.
Milli Eğitim Bakanı açılış konuşmasında ‘Girişimci ve değer sahibi öğrenciler yetiştirmek’ söylemi ile ne demek istiyor?
En azından görüntüde kamusal alandaki yaşam biçiminde dindar, muhafazakâr, “ahlaklı”, ama bir o kadar girişimci, yani işçi emeğini sömürmeye son derece hazır “fırsatçı”, kent ve doğayı talan etmekten kaçınmayan, tedbir almadığı için ‘iş kazasında’ ölen işçilerin ardından mevlüt okutup ailelerine küçük yardımlar yaparak işi kadere bağlayarak tepkileri ortadan kaldırabilecek kadar “zeki piyasa insanları” yetiştirmek. Ama çocuk ve gençlerin çok büyük bir kısmına itaatkar, dindar işçi olmak düşerken, çok küçük bir azınlığa da Müslüman kapitalist olmak düşmektedir.
1, 2, 3. sınıflarda din eğitimi verilmesi MEB Şura Komisyonu’ndan geçti. Bu eğitimin çocuklar açısından olumlu veya olumsuz etkileri nelerdir?
AKP bunu hangi ihtiyaçtan dolayı yapıyor? Belli ki tek başına baskı, korkutma, gözaltına alma, çocukların ailelerini işsiz bırakma ya da yoksullaştırarak onları uygulanan politikalara razı etme uzun vadede yeterli olmayacak. Bu denli yoksulluk ve adaletsizliğin bir gün iktidarlarını tehlikeye sokabileceğini görüyorlar. Burada kastım, sadece siyasal iktidarın değil, sermayenin uzun vadeli hedefleridir. Bu nedenle uzun vadede rıza üretmenin en önemli aracının eğitim olduğunun önemini kavramış durumdalar. Ne de olsa, eğitim Başbakan Davutoğlu’nun dediği gibi bir ‘zihinsel inşa’ süreci. Bu nedenle de dinselleştirilmiş bir eğitimi panzehir gibi görüyorlar. Sabır, sınav, şükür, tevekkül, kader referansları yalnızca işçiler arasında değil, çocuklar arasında da yaygın bir biçimde yerleştirilmek isteniyor. Kısacası siyasal iktidar ve dayandığı sermaye sınıfı, uzun dönemli varoluşları için ‘Yeni Türkiye’nin “yeni insan”ını yaratmak istiyor. Ancak şurası unutulmamalı, bunun değişik biçimleri dünyada kısa süreli olarak başarılı gibi görünse de uzun sürede başarılı olamamıştır.
Karma eğitim zorunluluğunun kaldırılmasına dair öneriler sunuldu. Karma eğitimin kaldırılması çocukları nasıl etkiler, karma eğitimin başarısızlıkla ilişkisi var mıdır?
Tek cinsiyetli eğitim genelleştirilir ve dayatılırsa, çok sayıda etkisi olur; ama en büyük etkisi sokaktaki ve evdeki kadın cinayetlerinin ilerde artmasına yol açmasıdır; kadınların daha çok eve kapatılıp daha da ikincilleştirilmesi ile sonuçlanır. Kadınların istihdamdan ve iddia edilenin tam tersine sosyal hayattan daha da uzaklaşmasına yol açar. Ekonomik olarak kadınların erkeklere daha da bağımlı hale gelmesine neden olur. Tabii böylesi bir gelişmenin bizzat erkekler üzerinde de olumsuz etkileri olacaktır. Örneğin “erkek egemen kültür” (maço kültür) kışkırtılacak, erkeklerin kullandıkları dil, başta olmak üzere birçok tutum ve davranışlarının tamamen kontrolden çıkması söz konusu olabilecektir. Karma eğitimin öğrenci başarısı ile bir ilişkisi de yoktur. Başarısızlığın nedenlerini daha derinlerde aramak gerekir. Bu öneriyi savunanlar, bunun sosyal ve psikolojik sonuçlarını merak ediyorlarsa, Suudi Arabistan gibi ülkelere baksınlar… Şunu da eklemeliyim. İmam Hatip okullarında zaten “tek cinsiyetli eğitime” geçilmiştir; kızlar ve erkekler ayrı okullarda eğitim görüyorlar.
Bu arada yayın organlarında dillendirilen yanlış bir bilginin de düzeltilmesinde fayda var. Batı’da son derece istisnai olarak yüzlerce yıldır var olan bazı Kilise okulları ya da ayrıcalıklı zümrenin çocuklarının gittiği erkek ya da kız okullarındaki tek cinsiyetli eğitim uygulamaları sanki genel bir uygulamaymış gibi gösteriliyor. Bu doğru değil, bunlar son derece sınırlı örneklerdir. Bu uygulama, burjuva demokrasisinin inanç özgürlükleri çerçevesinde tolere edilmektedir.
Din dersleri, felsefe, müzik, resim gibi derslerden daha fazla işleniyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Burada meselenin iki boyutu var. Birincisi, mevcut siyasal iktidarın toplumu dinselleştirerek insanları kontrol etmek gibi uzun vadeli bir hedefi var. Bu nedenle de müfredatta din derslerinin giderek ön plana çıkması son derece beklenir bir durum.
İkincisi ise, sermaye birikimi ve teknolojik gelişmenin ulaştığı düzey bizzat insanın gelişmesinin önünde engel oluşturuyor. Neo-liberalizm çağında eğitim ile istihdam arasındaki bağ belirsizleşmiştir. Bir kere istihdamsız büyüme nedeniyle, yeni istihdam olanakları çok sınırlıdır. Birkaç meslek alanı dışında, iyi yetişmiş ve nitelikli işçilere ihtiyaç duyulmuyor. Eğitimlilerin işsizliği de ciddi bir sorun olarak büyüyor. Asgari düzeyde bilgi sahibi olmak, okuryazar olmak ertesi gün üretmeye yetecek kadar sağlıklı olmak yeterli. Ama bir gerekli koşul var: kapitalist sömürüyü asla sorgulamamak, kayıtsız şartsız biat etmek. Din dersleri bunun için araçsallaştırılabilecek en uygun dersler. Diğer yandan felsefe, sanat, müzik, toplumbilim gibi dersler çocukları ve gençleri özgürleştirmek gibi, sistemin egemenleri için, riskler içermektedir. AKP’ye göre de eğitim bu tür risklerden azade kılınmalıdır.
Lise eğitim programına Osmanlı Türkçesi dersinin konulması kararını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osmanlı Türkçesi dersinin Sosyal Bilimler Liselerinde olduğu gibi, Anadolu İmam Hatip Liselerinde de zorunlu ders olarak, diğer ortaöğretim kurumlarında ise seçmeli ders olarak okutulması kararı alındı. Bu ders İmam Hatip okullarında seçmeli olarak okutuluyordu; ama belli ki çok seçilen bir ders olmamış.
“Osmanlı Türkçesi” deyimi uygun değil. Osmanlıca, Osmanlı hanedanın ve bürokrasisinin konuştuğu-yazdığı dil, Arapça, Farsça ve Türkçeden melezlenmiş bir imparatorluk dili. Özellikle yazılı dil halkın anladığı bir dil değildi. Şimdi Osmanlıca ölü diller kategorisinde. Ölü bir dilin topluma dayatılması akılcıl değildir; ama Osmanlıcayı özellikle tarih, edebiyat ve sosyal bilim dallarında faaliyet gösterenlerin bilmesinde büyük yarar vardır. Arapça ve Farsça’nın seçmeli ders olarak okutulması, bizi kendi coğrafyamıza yabancılaşmaktan kurtarabilir.
Ancak dil eğitimi gibi kararlar, eğitimin öncelikli ihtiyaçları karşılandıktan sonra alınabilir. Zorunlu eğitimin şimdi sıralayacağım çok çeşitli sorunları var. Zorunlu eğitimde ikili öğretim ve kalabalık sınıflar eğitimin en belalı konularından. Kent yoksullarının çocukları, “varoş okulları”nda okuyorlar, bu okulların eğitim olanakları son derece sınırlıdır. Okul servisleri çok pahalı, okullarda bir poğaça ve bir bardak süt bile verilemiyor. ‘İyi’ (yüksek puanlı) Anadolu Liselerine varlıklı ve kültürel sermayesi yüksek ailelerin çocukları, Meslek Liseleri ve İmam Hatip Okullarına toplumun en yoksul kesimlerinin çocukları devam ediyor. Okullar gün geçtikçe daha da ticarileşiyor. Ayrıca Osmanlıca’dan farklı olarak yaşayan bir dil olmasına karşın seçmeli Kürtçe eğitimi okullarda etkin bir biçimde verilmiyor. Kürt Dili eğitiminde yetişmiş öğretmenler Bakanlıkça atanmıyor. Öte yandan okullar, güvenli yerler olmaktan çıkmıştır; ancak okul güvenliği ve güvenli kentler; kalabalık olmayan okullar ve sınıflar, çocuklar için spor, sanatsal ve sosyal etkinlikler, kütüphaneler sağlayarak ve okullar demokratikleştirilerek sağlanabilir. Okulları hapishanelere, öğretmenleri gardiyanlara dönüştürerek ya da güvenlik görevlisi istihdamı ile güvenlik sağlanamaz. Bir diğer sorun olarak kaynaştırma öğrencileri, alanında yetişmiş öğretmenlerle karşılaşmıyor; kaynaştırma eğitimi ile ailenin sınıfsal kimliği ve anadili bağlamında etnik kimliği arasında bir ilişki olduğu gözleniyor. Öğretmenler, ücretleri geçimlerine yetmediği için ek ders vermek zorunda kalıyorlar. Okullarda, cinsiyetçi, ırkçı, homofobik, tek mezhepçi içerik adeta tüm derslere dağılmış durumda. Bütün bu sorunlar, Osmanlıca öğrenememek sorunundan daha acil olarak çözülmelidir.
Özgürleştirici bir eğitim için ne yapılabilir?
Tarihi, verili koşullarda kendimizin yaptığına inanırız. Kuşkusuz burada tek tek bireylerin belirleyiciliğinden söz etmiyorum. Bu toplumda her türlü sömürü ve ezme biçiminin sürmesinden yana olan bir avuç azınlığın dışındaki büyük çoğunluktan söz ediyorum. Bu büyük çoğunluğun örgütlü ve kararlı mücadelesinden söz ediyorum. Görüldüğü gibi, her şeyi kolay yapamıyorlar. Gezi İsyanı bunu ispat etti. Dün bir kez olan bugün ya da yarın her an tekrarlanabilir. Onları korkutan bu isyan, bizlere de umut aşılamıştı. Korku duvarları aşılmıştı, özgüven yükselmişti. Bu nedenle, önümüzdeki dönemde kalıcı hale gelen küresel kapitalist durgunluk ve yeni bir finansal kriz bunun zorladığı yeni bir emperyalist bir savaş, önümüze felaketler ve zorluklar kadar yeni fırsatlar da getirmektedir. Düşünün ki 1910’ların krizi Birinci paylaşım savaşını getirmiş, o da 1917 Ekim Devrimin başarıya ulaşmasını sağlamıştı. 1930’ların krizi İkinci Paylaşım Savaşı ile sonuçlanmış, bu da beraberinde dünyanın üçte birini kapsayan bir sosyalist sistemin oluşmasını sağlamıştı. Yani tarihin sonu gelmemişti. Şimdi de tarih devam ediyor…
Buradaki anahtar konu, yeterince örgütlü olup olmadığımızdır. Emek, demokrasi, özgürlük mücadelesinde ortak bir örgütlenme, ortak bir mücadele şarttır. Sorun, bugün eksik ya da tamamlanmamış olan emek ve demokrasi-özgürlük hareketlerini ortaklaşa yürütememek, ortak bir ufka bağlayamamaktır. Bu yapıldığında eğitim dahil olmak üzere toplumsal hayatın her alanına yapılan saldırılar başarıyla püskürtülebilir ve yeni kazanımlar elde edilebilir. Okullarda öğretmenlere büyük görevler düşüyor; özgür eğitim için. Öğretmenler, öğrencileriyle ve ebeveynlerle, hiyerarşik olmayan, eşitlikçi, özgürleştirici bir praksisin yollarını bulmak zorundalar. Ortak alanlarımız olan okulları yeniden sahiplenmemiz gerekiyor.
Bu röportajın kısaltılmış hali Siyaset’in 21. sayısında (Ocak 2015) yayımlanmıştır.